Gazze Barış Planı: Riskler, fırsatlar, beklentiler

Prof. Dr. İsmail Şahin/ Uluslararası Kriz Araştırmaları Merkezi Başkanı
14.10.2025

Mısır'da düzenlenen Barış Zirvesi'nden temel beklenti, İsrail'in politika değişikliğine zorlanmasıdır. Başka bir ifadeyle, İsrail açık ve somut adımlarla mevcut işgal ve güvenlik politikalarında değişikliğe gitmedikçe, ne Gazze'de kalıcı bir istikrar sağlanabilir ne de bağımsız bir Filistin devletinin kuruluş süreci güvence altına alınabilir. Bu bağlamda, zirvenin başarısı, doğrudan İsrail'in davranışlarını ve stratejik tercihlerini etkileme kapasitesine bağlıdır.


Gazze Barış Planı: Riskler, fırsatlar, beklentiler

Prof. Dr. İsmail Şahin/ Uluslararası Kriz Araştırmaları Merkezi Başkanı

ABD'nin geleneksel Orta Doğu politikasında, İsrail'in güvenliği meselesi önde yer alan başlıklar arasında yer almaktadır. İsrail, ABD açısından Orta Doğu'daki en istikrarlı ve güvenilir müttefik olarak görülmektedir. Washington yönetimi, İsrail'i demokratik yapısı, Batı'ya yakın değerleri ve güçlü askeri kapasitesi nedeniyle bölgedeki Amerikan çıkarlarının korunmasında stratejik bir ortak olarak değerlendirmektedir. Ayrıca İsrail'in varlığı, ABD'nin bölgedeki güç dengesini kendi lehine şekillendirmesine ve İran gibi rakip aktörlere karşı caydırıcılık oluşturmasına hizmet etmektedir. Amerikan iç siyasetinde de güçlü bir İsrail lobisinin varlığı, ABD yönetimlerinin İsrail'in güvenliğini öncelikli dış politika hedeflerinden biri olarak sürdürmesine neden olmaktadır. Dolayısıyla İsrail'in güvenliği hem stratejik hem de ideolojik düzeyde ABD'nin Orta Doğu politikasının temel taşlarından birini oluşturmaktadır.

Bununla birlikte ABD, Filistin meselesinde iki devletli çözümü diplomatik söylem düzeyinde desteklese de bu konuda gerçek anlamda ısrarcı bir politika izlememektedir. Bunun temel nedeni, Washington'un Orta Doğu'daki önceliklerinin Filistin devletinin kurulmasından çok, İsrail'in güvenliği ve bölgesel istikrarın Amerikan çıkarlarına uygun şekilde korunmasıdır. Ayrıca, Amerikan iç siyasetinde İsrail yanlısı lobilerin varlığı ve nüfuzu, yönetimlerin Filistin lehine baskı kurmasını zorlaştırmaktadır. ABD, İsrail üzerindeki etkisini kaybetmemek ve iç politikada tepki toplamamak adına, iki devletli çözümden söz etse de bunu hayata geçirecek somut adımları atmaktan kaçınmaktadır. Bu durum, Washington'un Filistin sorununu çözmekten ziyade yönetmeyi tercih ettiğini göstermektedir.

George Orwell'ın Hayvan Çiftliği eserinde geçen "Bütün hayvanlar eşittir ama bazıları daha eşittir" sözü, ABD'nin Filistin politikasına son derece uygun bir benzetmedir. Zira Washington, uluslararası hukuk, insan hakları ve demokrasi gibi evrensel ilkeleri her ülke için savunduğunu söylerken, konu İsrail-Filistin meselesine geldiğinde bu ilkeleri fazlasıyla esnetmektedir. Zira ABD, uygulamada İsrail'i "daha eşit" konuma yerleştirmektedir. İsrail'in işgalleri, yerleşim politikaları ve Gazze'deki askeri operasyonları karşısında sessiz kalması ya da bu eylemleri "meşru müdafaa" olarak nitelemesi, Orwell'ın sözündeki çelişkinin diplomasi sahnesindeki yansımasıdır. Böylece ABD'nin "eşitlik" ve "adalet" söylemleri, tıpkı Hayvan Çiftliği'ndeki gibi, güçlü olanın çıkarlarını koruyan bir retoriğe dönüşmektedir.

Yeni bir manda rejimi doğabilir

ABD Başkanı Donald Trump'ın 20 maddelik barış planı, Gazze'deki savaşın nasıl sona erdirileceği veya savaş sonrası yönetim yapısının nasıl uygulanacağına ilişkin ayrıntılı bir yol haritası sunmaktan ziyade, daha çok sonraki arabuluculuk süreçlerine temel oluşturabilecek genel bir çerçeve ya da kendi ifadesiyle "ilkeler bütünü" niteliği taşımaktadır. Plan, rehinelerin ve tutukluların serbest bırakılması, İsrail güçlerinin kademeli olarak çekilmesi ve Gazze'de yeni bir yönetim ile güvenlik mekanizmasının oluşturulmasını öngören kapsamlı bir anlaşma taslağıdır. Belgede dikkat çeken hususlardan biri ise, "Barış Kurulu" adı altında öngörülen uluslararası geçiş yönetiminin başkanlığına Başkan Trump'ın getirilmesidir. Bu durum, planın diplomatik içeriğinin ötesinde, Trump'ın kendisini Gazze'nin yeniden inşası sürecinde sembolik ya da fiili bir yönetici konumuna yerleştirdiği izlenimini vermektedir.

Gazze Barış Planı, ilk bakışta Birinci Dünya Savaşı sonrasında Orta Doğu'da kurulan manda rejimlerini anımsatmaktadır. O dönemde özellikle İngiltere ve Fransa, savaş sonrası bölgede kendi stratejik ve ekonomik çıkarlarını öncelikli olarak korumuş, yerel halkın siyasi iradesini ise sınırlı ölçüde dikkate almıştır. Benzer şekilde Trump'ın planında, Gazze yönetiminin geçici bir uluslararası kurul tarafından denetlenmesinin öngörülmesi, yabancı aktörlerin bölgedeki karar alma süreçlerine doğrudan müdahalesini yansıtarak, manda uygulamalarını anımsatan dış odaklı yönetim yaklaşımını çağrıştırmaktadır.

Plan kapsamında ateşkesin devreye alınması olumlu ve sevindirici bir gelişme olarak değerlendirilebilir. Ancak, Trump'ın 20 maddelik Gazze Barış Planı çerçevesinde Mısır'ın Şarm el-Şeyh kentinde düzenlenen Barış Zirvesi'nden çıkan kararlar, Gazze'nin ve genel olarak Filistin'in geleceği açısından son derece kritik öneme sahiptir. Zirvenin sonuçları, bölgedeki siyasi denge ve uzun vadeli barış perspektifi üzerinde belirleyici bir rol oynayacaktır.

Görünüşe göre Trump'ın yaklaşımı, süreci öncelikle Gazze ile sınırlı tutmayı hedeflemektedir; bu kapsamda Gazze'nin yönetimi, yeniden inşası, altyapı onarımı, güvenliği ve Hamas'ın tasfiyesi ön plana çıkarılmaktadır. Bununla birlikte, İsrail'in 1967 sınırları öncesine dönmesi ve başkenti Doğu Kudüs olan bağımsız bir Filistin devletinin kurulması gibi, Orta Doğu'ya kalıcı barış getirecek temel ve kapsamlı konular, Trump'ın ajandasında yer almamaktadır. Eğer bu zirvede, bağımsız Filistin devletine giden süreci başlatacak somut adımlar atılmaz ve aksine Gazze'ye ayrı bir özerklik ya da özel bölge statüsü tanıyacak bir yaklaşım benimsenirse, bu durum, Gazze'nin dolaylı yollarla İsrail'in denetimi veya hakimiyeti altına girmesi anlamına gelecektir.

Filistin'deki en büyük tehlikenin İsrail saldırganlığı olduğu açıktır. Zira İsrail, tarihsel ve ideolojik gerekçelerle Filistin topraklarını kendi egemenlik alanı olarak görmektedir. Bu yaklaşım, 1967 sonrası işgal politikaları, yerleşim inşaatları, Gazze ablukası ve Batı Şeria'da devam eden kontrol mekanizmalarıyla somutlaşmaktadır. İsrail'in güvenlik söylemleri ve uluslararası hukuku esneten uygulamaları, Filistin halkının siyasi ve ekonomik özgürlüklerini sınırlarken, bölgede sürekli bir gerilim ortamı yaratmaktadır.

Tüm bu politikaların uygulanmasında İsrail'in en büyük maddi ve manevi destekçisi ABD'dir. Washington, askeri yardımlar, gelişmiş savunma teknolojileri ve istihbarat paylaşımıyla İsrail'in güvenliğini garanti altına alırken, diplomatik alanda da uluslararası platformlarda İsrail lehine girişimlerde bulunmaktadır. ABD'nin bu desteği, sadece stratejik çıkarlar ve bölgedeki güç dengesiyle açıklanamaz; aynı zamanda Amerikan iç siyasetinde güçlü bir İsrail lobisinin etkisi ve ideolojik bağlar da bu desteğin sürekliliğini sağlamaktadır. Sonuç olarak, İsrail'in bölgedeki saldırgan politikaları ve işgal uygulamaları, büyük ölçüde ABD'nin kapsamlı desteğiyle mümkün hale gelmektedir.

Politika değişikliği şart

Trump'ın İsrail Parlamentosu Knesset'te yaptığı konuşma incelendiğinde, ABD'nin İsrail'e yönelik desteğini artırarak sürdüreceği anlaşılmaktadır. Bunun yanı sıra, Trump'ın Orta Doğu politikalarındaki en önemli hedefi, Abraham Anlaşmaları çerçevesinde İsrail merkezli yeni bir bölgesel düzen inşa etmektir. Bunun ana nedeni, Trump'ın bölgedeki stratejik çıkarlarını İsrail'in güvenliği ve siyasi gücüyle doğrudan ilişkilendirmesidir. Abraham Anlaşmaları, İsrail ile bazı Arap devletleri arasında normalleşmeyi sağlayarak Washington'un Orta Doğu'daki nüfuzunu pekiştirmekte ve bölgedeki güç dengesini İsrail lehine şekillendirmektedir. Böylece ABD hem İsrail'i güvence altına almakta hem de İran ve diğer rakip aktörlere karşı caydırıcılık mekanizmalarını güçlendirmektedir. Ayrıca, bu yaklaşım Amerikan iç siyasetinde İsrail yanlısı lobilerin taleplerini karşılamaya ve seçim temelli destek sağlamaya da hizmet etmektedir.

Netanyahu liderliğindeki İsrail, Gazze'de yaşanan büyük felaket ve soykırım yoluyla, fiilen 1967 sonrası işgalleri gözden kaçırmayı amaçladı. Bu süreçte uluslararası kamuoyunun dikkatini Gazze'ye yoğunlaştırarak hem Gazze'deki mevcut işgali hem de olası ilhak girişimlerini sorgulayan küresel bir tepki oluştu. Böylece, İsrail'in stratejisinin geçmiş işgallerin üzerini örtme ve mevcut politikalarını meşrulaştırma amacı taşıdığı söylenebilir. Bunun nedeni, uluslararası toplumu geçmiş işgallerden uzaklaştırarak, İsrail'in mevcut ve gelecekteki toprak politikalarını daha rahat uygulayabilmesidir. Gazze'deki dramatik insani kriz, küresel medyanın ve diplomatik odakların dikkatini çekerek, İsrail'in 1967 sonrası işgalleri ve yerleşim politikaları üzerindeki eleştirileri gölgede bırakmaktadır. Böylece İsrail, hem sahadaki kontrolünü pekiştirmekte hem de uluslararası baskıyı sınırlayarak politikalarını meşrulaştırma fırsatı elde etmektedir.

Bunun önüne geçmek için uluslararası toplumun, sadece Gazze'deki insani krize odaklanmak yerine, 1967 sonrası işgaller, yerleşim politikaları ve İsrail'in genel işgal stratejilerini bütüncül bir şekilde ele alması gerekmektedir. BM, Avrupa Birliği ve diğer uluslararası aktörler, hukuki ve diplomatik mekanizmaları kullanarak İsrail'in işgal ve ilhak politikalarını net bir şekilde kınamalı ve yaptırım seçeneklerini gündeme getirmelidir. Esas olarak Mısır'da düzenlenen Barış Zirvesi'nden temel beklenti, İsrail'in politika değişikliğine zorlanmasıdır. Başka bir ifadeyle, İsrail açık ve somut adımlarla mevcut işgal ve güvenlik politikalarında değişikliğe gitmedikçe, ne Gazze'de kalıcı bir istikrar sağlanabilir ne de bağımsız bir Filistin devletinin kuruluş süreci güvence altına alınabilir. Bu bağlamda, zirvenin başarısı, doğrudan İsrail'in davranışlarını ve stratejik tercihlerini etkileme kapasitesine bağlıdır.