Gazze Savaşı ile ne değişti?

Prof. Dr. Nurşin Güney/ İstanbul Nişantaşı Üniversitesi
18.11.2023

Bundan sonra,7 Ekim öncesi kotarılmış ABD planları ve özellikle de İbrahim Anlaşmaları v.b gibi bir anlayışla bölgede istikrar ve düzenin iyileştirilmesi oldukça zor olacaktır. Eğer İbrahim Anlaşmaları gibi Filistin davasını hiçe sayan planlar devre dışı kaldıysa o zaman Ortadoğu'da yeni düzen hangi yapıtaşları üzerinden kurulacak.


Gazze Savaşı ile ne değişti?

İsrail-Hamas savaşı nereye gidiyor? Kasım ayının ortasına geldik ama hala bu sorunun cevabı net değil. Bildiğimiz şu: Bu çatışmada Netanyahu hükümeti dışında çatışma bölgesine yakın ve uzak devlet ve devlet-dışı aktörler (Lübnan Hizbullah'ı, İran, ABD, Rusya ve Türkiye vb) Gazze savaşının bölgeye yayılmaması için azami gayret gösteriyorlar. Savaş sahasında şu an için geçerli olan parametrelerin (resmi bir işgal ve sürgün yok, İsrail'in sahayı tam kontrolü sağlanmış değil ama çok sayıda ölüm var) radikal bir biçimde değişmemesi-yani mevcudun korunması-halinde bölgenin bir genel savaş yaşaması olası görünmüyor. Ki bu varsayımımızı aslında şu anda Lübnan Hizbullah'ının benimsediği duruş destekliyor: Nasrullah yaptığı iki konuşmada da Hizbullah'ın, topyekûn bir savaşın eşiğinde kalmayı tercih ederek caydırıcılık sağlayacağını duyurdu. Bu nedenle İsrail'in kuzeyine yönelik Hizbullah'ın askeri saldırıları, Gazze'de Hamas'ın direnişini kolaylaştırmakla sınırlı kalacak ve dediğimiz gibi işler böyle giderse kuzey cephesi kolay kolay açılmayacak. Burada işi karmaşıklaştıran faktörlerin başında Netanyahu hükümeti geliyor.

İsrail-Lübnan sınırı çatışma üretme kapasitesine sahip

Kuzey cephesi açılmasa da İsrail-Hamas saldırıları sürdükçe İsrail-Lübnan sınırı çatışma üretme kapasitesine sahip. Lübnan'a yönelik İsrail'in tepkisi oldukça ılımlı, insansız hava araçlarıyla gerçekleşen sınırlı misillemeler şeklinde. Ama Netanyahu hükümeti hem 7 Ekim saldırılarının sorumluluğunu, hem 40 küsür gündür toparlanamamış Gazze operasyonunun sorumluluğunu hem de rehineler krizinin sorumluluğunu üstlenmek zorunda. Bu baskı nedeniyle Netanyahu ya da aşırı sağcı bir ortağının her an kendisine çizdiği sınırların ötesine çıkması da mümkün.

Netanyahu'nun Gazze savaşı ile kendisini sınırlamasının gerisinde tabii ki ABD'nin bu yöndeki telkinleri var. Netanyahu, ansızın savaşı büyütme kararı verir ve Lübnan Hizbullah'ına topyekûn bir saldırı düzenler ise bu kıvılcımdan bölgesel bir savaş ve küresel bir çatışma çıkma ihtimali hala var. Bu ihtimalin ciddiyeti veya bu ihtimali caydırma isteği ABD'nin bölgeye silah yığmasını da beraberinde getiriyor. Eğer Pandora'nın kutusu Netanyahu tarafından -ya da beklenmedik bir şekilde bir milis kuvvetin tırmandırması sonucu açılırsa- o gün bölge ve ötesi için çok şeyin değil, her şeyin değiştiğini söyleyebiliriz. Büyük güç rekabeti ve güçler dengesi öyle bir noktaya geldi ki bu tür bir bölgesel savaşın büyük güçlerin kozlarını paylaştığı küresel bir mücadeleye el vermesi doğal olarak bekleniyor. Ancak büyük güçler, kaybedecek çok şeyi olan güçler, bugün bu tür bir bölgesel savaşı tutuşturmaktan imtina ediyor, çıranın başında ellerinde alev ile bekliyorlar. Henüz küresel mücadelenin maliyeti veya bu mücadelenin kazanılabilirliği konusunda başkentler ikna olmadı.

Öyleyse bugün her şeyin değiştiği bir noktada değiliz, yine de 7 Ekim saldırıları ile çok şey değişti ve savaş Gazze ile sınırlı kalsa da bu değişim bölge politikalarını, bölgesel aktörleri ve ABD'yi etkileyecek. 7 Ekim büyük bir sarsıntı yarattı ve saldırıların stratejik etkisi (İsrail ve ABD'nin Ortadoğu politikalarının iflas edişi) taktik etkisini fersah fersah aştı.

ABD küresel politikalarında vites küçültebilir

Bilindiği gibi, Biden yönetimi 7 Ekim öncesi ulusal güvenlik stratejisi doğrultusunda kendisine tehdit ve zorlayıcı rakip olarak tanımladığı Çin ve Rusya Federasyonu'na karşı bir dizi strateji uyguluyordu. Bu stratejiler temel olarak rakibi çevreleme ya da rakibi sınırlandırma mantığına dayanıyordu. Çevreleme ve sınırlandırmanın farklı araçları vardı. Son dönemde bizi en çok meşgul eden sınırlama stratejilerinden biri örneğin Ukrayna'da bir vekalet savaşı üzerinden uygulanıyordu. Burada taktik amaç Rusya'nın 2022 sonrası Ukrayna'da elde ettiği alandan püskürtülerek, maliyetli bir savaşın bedelini iddialılığını sınırlayarak ödemesiydi. Stratejik amaç ise Batı'nın ve diğerlerinin ABD gündemi altında birleşmesini sağlayarak Rusya'yı konvansiyonel olarak çevrelemek ve Moskova'nın küresel hareket kabiliyetini sınırlandırmaktı.

Ancak, Ukrayna'da işler ABD'nin planladığı gibi gitmedi. Washington Rusya'nın çevrelenmesi konusunda Trans-Atlantik alanda başarılı görünse de ne taktik ne de stratejik hedeflerine ulaşabilmiş değil. Taktik hedefleri açısından son derece önem arz eden Ukrayna karşı saldırısı bu yaz başladı ve başarılı olamadı. Ukrayna sahnesinde istenilen hedeflere ulaşılamaması ABD'nin Hint-Çin-Pasifik stratejisini doğrudan etkiliyor. Washington'un her ne kadar iki rakiple aynı anda uğraşabilirim söylemi olsa da 2022'de kolay rakibi oyun dışına atmaya çalıştığını, çünkü gerçek büyük rakibi sıkıştırmanın küresel düzeni istikrarsızlaştıracağını bildiğini iddia edebiliriz. Büyük ihtimalle Kremlin'de 2022'de Washington'dan taviz kopartmaya çalıştığında sahaların ABD-Çin karşılaşması için hazırlandığını düşünüyordu. Oysa ABD, Rusya'nın zayıflıklarını öne çıkaran bir hesaplama yaptı ve direnme kapasitesini büyük ihtimalle biraz küçümsedi. Bu küçümsemenin bedeli Ukrayna savaşının Batı'nın arzu etmediği bir statüko (yenişememe) noktasına sıkışmasıdır. Bir fırsatını yakalarsa Putin Rusya'sının Ukrayna'da dengeyi Rusya lehine değiştirebilecek olma ihtimali Batı'yı bu cepheyi kapatma noktasına doğru itiyor. Bu ABD açısından çok parlak olmayan ortama şimdi bir de İsrail'i, bölgede bir savaşa neden olmadan kurtarma zorunluluğu eklendi. Bu nedenle bugün ABD'nin Çin gibi bir rakibe karşı izleyeceği strateji açıkça izlenemeyecek bir noktada. Washington, San Francisco Zirvesi'nde işte tüm bu gerçeklerin ışığında Çin'e karşı vites küçülttü. Her ne kadar Biden yönetimi -Trump döneminin devamı olarak-Pekin'i özellikle yüksek teknoloji ile ilgili alanlarda durdurmak için de facto iktisadi bir savaş sürdürmekteyse de- bu savaşı siyasi boyuta taşımaktan imtina edeceği, küresel bazı konularda Çin ile işbirliği yapacağı mesajını vermek zorunda kaldı.

ABD'nin İbrahim Anlaşmalarına geri dönme isteği açık, şansı zayıf

7 Ekim öncesinde ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı Jake Sullivan kamuoyuna yaptığı bir açıklamada, Biden yönetiminin Ortadoğu'ya yönelik benimsediği politikaları sürdürmesi halinde, bu durumun ABD'nin bu bölgeye harcaması gereken emek ve parayı azaltacağını söylemişti. Bu cümleden de anlıyoruz ABD açısından 7 Ekim çok zorla rayına oturttuğu Ortadoğu politikalarının raydan çıkması demek, rüyanın kabusa dönüşmesi demek. Bu noktada, sorulması gereken soru şu; Sullivan ve yönetimdeki tüm ABD yetkililerin böyle bir yanılsama yaşamasının sebebi nedir? Bu sorunun cevabı 2021 sonrası Ortadoğu jeopolitik koşullarıyla doğrudan ilintili. Şöyle ki; 2021 sonrası Ortadoğu bölgesinde baş gösteren yumuşama/normalleşme dalgası içinde bölge ülkelerinin birbirleriyle ilişkilerini iyileştirdiği bir ortamda, Biden yönetimi ABD'nin oyununu bozabilecek bölgesel güçleri yine bölgesel kuvvetleri kullanarak dengeleyebileceğini ya da yatıştırabileceğini umdu. Bu konuda ihtirasla sürdürdüğü proje, Suudi Arabistan-İsrail yakınlaşmasının sağlanması idi. Bu ikili yakınlaşma ABD güdümlü İbrahim Anlaşmalarını tamamlayacak, İsrail'in kafasını rahat ettirecek, Riyad'a sağlanan nükleer cömertlik üzerinden İran'ın kapasitesi herhangi bir nükleer silah yayılması olmadan sağlanacaktı. İsrail ile Türkiye'nin yakınlaştığı, Katar ile ABD'nin sıkı müttefik olduğu bir stratejik atmosferde Ortadoğu'nun konvansiyonel olarak güçlü ülkeleri ve Körfez'in para gücü ABD'nin uzaktan selam gönderdiği bir kümeleme içerisinde toplanıyordu. Bu jeopolitik kümeye yine de bölge halklarına hoş gelecek bir elbise biçmek mümkündü. Bir kere kriz ve çatışma beklentisi azalıyor, ticaret ve para beklentisi artıyor, daha ne olsun. Böylece Washington'dan ve Brüksel'den haklı olarak hiç hoşlanmayan bölge halkları ve muhtemelen yönetimleri hiç anlamadan ya da biraz mecburi kar-zarar hesabı ile Batı'nın döşediği patikayı yürümeye hazır hale geliyordu. ABD'nin İran'ı da biraz rahatlattığı bir ortamda (esir takası ve dondurulan fonların salınması) Ortadoğu'da kimse büyük bir karışıklık beklemiyordu. Güllük gülistanlık bir bahçe, işte arada bir Suriye'de, Irak'ta birilerinin eline bir diken batar o kadar. 7 Ekim saldırıları bu güllük gülistanlık bahçeye bir ateş topu gibi çarptı, tüm ticaret, para, kritik altyapı paylaşımı vaat eden gülleri kavurdu geçirdi.

7 Ekim'de başlayan Gazze savaşı, bir kez daha Filistin meselesinin Ortadoğu'da barışın anahtarı olduğunu ve İbrahim Anlaşması gibi suni ittifaklar yoluyla (bu anlaşmalar suni idi zira bölgenin en önemli gerçeğine Filistinlilerin meşru haklarının gözetilmesi gerektiği gerçeğine sırt dönüyordu) bölgede kalıcı bir barışın tesis edilemeyeceğini bizlere kanıtladı.

Batı ve ABD ahlaki olarak zemin kaybederken jeopolitik zemini koruması zor

Bugün, Batılı hükümetlerin desteğini arkasına almış İsrail'in uluslararası hukuk ve savaş hukuku karşıtı eylemleri Gazze'de devam ederken, ABD ve Batı bölgeyi ve bölge halklarını tekrar kaybetmek üzere. Dünya'da sokakların bu durumu protesto eden sesi etkili olmakta ve en azından bu protestoların yarattığı baskı sonucu Arap yönetimlerinin Filistin sivil halkının savaş sırasında uğradıkları mağduriyeti dikkate aldıklarını görüyoruz. ABD'nin Ukrayna savaşı hattında kendi arkasında topladığı Avrupa kamuoyunda da Gazze'de yaşananlar söz konusu olduğunda çatlama var. Nitekim düne kadar Gazze savaşında Israil'in gerçekleştirmiş olduğu karşı saldırısının meşru olduğunu söyleyen Macron olsun, Kanada Devlet Başkanı Trudeau olsun masum insan kaybının 10.000'i aştığı bir noktada Batılı ülke liderlerinin Netanyahu'ya uyarılarını da dillendirdiklerini görüyoruz. Bu uyarıların, Batı hükümetlerinin İsrail'e koşulsuz desteği sürerken göz boyama, kozmetik-estetik düzelti işlevi gördüğü de açık ama unutulmamalı kamuoyu baskısı ve ahlaki söylem üstünlüğünü yitirmiş olmanın verdiği kötü hissiyat bu tür bir söylem kaymasına neden oluyor. Bölge Filistin davası ve direnişini hatırlarken, Batılı aydın insan üzerinden sınırlı da olsa bir şeyler söylemek ya da İspanya gibi örnekleri ön plana çıkartmak zorunda kalıyor.

Halihazırda Gazze savaşının en önemli sonucu, Arap Baharı sonrası bir şekilde unutulan veya unutturulan Filistin meselesinin Dünya ve bölge gündeminin en öncelikli konusu haline gelmesidir. Bu bağlamda uluslararası toplumun çoğunluğunun Ortadoğu'da 1967 sınırlarının gözetilerek yeniden Filistin-Israil için iki devletli bir çözümün şart olduğunu ifade etmesi önemli bir gelişmedir. Bu ifade ediş şu an için söylem düzeyinde kalsa da, Filistin halkı için- en azından psikolojik olarak-ciddi bir geri kazanımdır. Tabi, zaman içinde Batılıların bu konuyu sulandırması ve kendi planlarını devreye sokmak için çaba sarf etmeleri beklenen bir olasılıktır. Ancak bundan sonra,7 Ekim öncesi kotarılmış ABD planları- ve özellikle de İbrahim Anlaşmaları v.b- gibi bir anlayışla bölgede istikrar ve düzenin iyileştirilmesi oldukça zor olacaktır. Eğer İbrahim Anlaşmaları gibi Filistin davasını hiçe sayan planlar devre dışı kaldıysa o zaman Ortadoğu'da yeni düzen hangi yapıtaşları üzerinden kurulacak? Bu soruya cevap vermek kolay değil. Elbette ABD, İbrahim Anlaşmaları zihniyetini (Körfez, eski müttefikler, İsrail yakınlaşması) ve İran'ın belli tavizlerle yatıştırılması mantığını farklı formüllerle sahaya sürmek isteyecektir. Bunun için Gazze savaşının İsrail'in caydırıcılığı tamir edilmiş gibi yapılarak bir an önce sonlandırılması lazım. Bu gerekliliği fark edenler siyasi olarak uygun bir atmosfer yakalayıp Netanyahu'ya tüm faturayı (İsrail'in vurulmasının faturasının yanında Gazze'de işlenen suçların faturası) kesip Bibi'nin defterini kapatmayı düşünebilir. Bu yüzden İsrail iç politikasında bugünlerde duyduğumuz Netanyahu'nun görevden alınması yönündeki İsrail muhalefetinin girişimlerinin arkasında ABD motivasyonu olabilir. Zira Netanyahu ve sağcılar ABD'nin başına olmadık sorunlar da açıyorlar.

Nükleer bela Washington'un tepesinde

Washington, İsrail'in caydırıcılığını toparlamaya ve Gazze savaşı sanki bir zafer ile sonuçlanabilirmiş gibi davranmaya çalışırken, öfkeli İsrail sağı nükleer silahları diline doladı. Netanyahu hükümetinin bir Bakanıyla yapılan radyo mülakatında, bakanın çıkıp Gazze'de İsrail'in nükleer silah kullanıp kullanmayacağı hakkındaki soruya evet bu da bir opsiyondur demesi Washington'da herkesi şaşırtmıştır. Zira, bilindiği üzere İsrail'in nükleer bir devlet olduğunun resmi olarak söylenmemesi stratejisinin yani nükleer belirsizlik politikasının bir nedeni vardı: bölgede bir nükleer silah yayılmasını tetiklememek. Bu karar İsrail tarafından o kadar benimsenmiştir ki, 1961 yılında Begin Doktrini ilan edilerek Tel Aviv o tarihten itibaren bölgede hiçbir devletin nükleer silah edinmesine izin vermeyeceğini açıklamıştır. Nitekim İsrail bu doktrin doğrultusunda, zamanında hem Irak'ın hem de Suriye'nin nükleer tesislerini nükleer silah geliştiriliyor iddiası ile vurmuştu. Bugün bölgede nükleer eşikte bir devlet (İran) varken geliyor İsrailli bir bakan "bizim zaten nükleer silahımız var, kullanacağız filan" diyor. Bu ABD açısından "nükleer cini" şişesinden çıkartan bir eylem. Zaten Cumhurbaşkanımız Erdoğan bu gelişmeler üzerine televizyonda yaptığı bir konuşmasında uluslararası kamuoyuna seslenerek İsrail'in nükleer bir güce sahip olup olmadığının derhal araştırılmasını talep etti. İlaveten, Ortadoğu bölgesinin nükleer silahlardan arınması gerektiği fikrini dile getirdi- ki bu fikir konusunda İran ve Körfez ülkeleri nerede duruyor görmek lazım. Eğer kimse nükleer silahsızlanmaya yanaşmıyorsa ve İsrail'in nükleer silahları varsa hatta bazı politikacılar kullanma tehdidi savuruyorsa o zaman tüm bölge ülkeleri nükleer caydırıcılık üzerinde uzun uzun düşünür. Washington nükleer silahların yayılması gündeminin açılmasını kesinlikle arzu etmeyecektir. Böyle bir gücün peşinde olanlar Batı'dan yüz bulmayınca Rusya ve Çin'e doğru yanaşabilirler, ya da böyle bir güce kavuşur daha özerk davranabilirler. Nükleer silah kullanma tehdidinde bulunan bakan apar topar kovuldu ama bu söz bölge ülkelerinin ve halklarının kulaklarında asılı kaldı. Bu ortamı hazırlayan Netanyahu ve Gazze savaşının buharlaştığını görmek Washington'ın yeni rüyası olsa gerek.

Her şey değişmedi ama çok şey değişti

Gazze'de savaş bir gün bitse bile, günümüz Ortadoğu koşullarında radikal bir değişiklik olmadıkça bölgeye yönelik konvansiyonel ve nükleer silahsızlanma -özellikle de Suudilere ileride bir istisna uygulanarak uranyumu zenginleştirme hakkını verildikten sonra- girişimlerinin sonuçsuz kalacağını ve bu beklentilerin sadece bir hayal olacağını söyleyebiliriz. Batı bölgedeki ülkelere belirli askeri sınırlar çizme eğilimini rafa kaldırabilir. Zira, Gazze Savaşı 7 Ekim öncesi Ortadoğu ile ilgili bilinen askeri dengeleri değiştirdi. İsrail'in caydırıcılığının yeniden tesisinin bundan sonra Filistin konusundan bağımsız olarak ele alınamayacağı artık nettir.

ABD Gazze savaşında bir yandan İsrail'e destek vermeye devam ederken diğer taraftan bazı Körfez ülkelerini de- Suudi Arabistan, BAE gibi- Israil'le yakınlaşma hattında tutmak için aşırı gayret göstermekte. Çünkü 7 Ekim'de değişen bölgesel dengenin farkında. Ortadoğu'nun bir zamanlar en etkili güçlerinden olan Suriye, Irak ve Mısır uzun bir süredir İsrail'in rakibi olmaktan çok uzak. 7 Ekim sonrası bazı projeler rafa kalktığından toparlanma şansları kısa dönemde yok. 7 Ekim öncesi Ortadoğu bölgesinde bulunan İran, Türkiye ve İsrail bölgenin en önde gelen ve birçok konuda da birbirlerine rakip üç aktörüydü. Gazze savaşı nedeniyle, caydırıcılığı çökmüş bir İsrail ile uzun bir süredir yaptırımlar altında ezilen İran karşı karşıya geldiler. Birbirlerinden uzak dursalar da ve İran 7 Ekim saldırısının kazançlarını toplamaya çalışsa da iki aktör için hala bir yıpratma harbi riski var. Bu harp vekaleten olursa İran'ın daha avantajlı olacağını söyleyenler haklı ama İran'ı da sınırlamaya çalışanlar başta da ABD politikaları maliyet çıkaracaktır Tahran'a. Bu ortamda, Ankara gerek artan caydırıcılığı gerekse de Filistin'in meşru haklarını savunan aklıselim politikalarıyla bölgenin eskisinden daha adil ve istikrarlı koşullara dönmesi için ciddi çaba sarf etmekte. Eğer ABD çöken Ortadoğu politikasının yerine Filistin'i de gözeten mantıklı bir politika koyamazsa, eğer uluslararası toplum masum sivillerin katledilmesini engelleyen bir bakış açısı geliştirmez ise bölgenin kaderinde- Gazze savaşı sonrasında da- kutuplaşma, çatışma ve silahlanma olacak. Bu kötü senaryoyu Ankara hiç istemiyor, engellemek için çok çabalıyor ama inanın Türkiye kötü senaryoya hazır ama ne bölge ülkeleri (İsrail dahil) ne de ABD böyle bir senaryoya hazır değil.

[email protected]