İsrail'in içeriden çökertme stratejisinin asıl gücü şurada yatıyor: Direnişin sadece askerî kanadına değil, toplumsal bağlarına, mahallenin örfüne, yardım dağıtımındaki adalete, imamın hitabına ve annenin duasına kadar uzanan o görünmeyen, ama yaşamsal sinir ağlarına saldırmak. Ebu Şebab gibi taşeron figürler işte tam da bu ağları zehirleyen bir virüs işlevi görmektedir.
Cihad İslam Yılmaz/ GÜVENSAM Koordinatörü
Gazze, yalnızca son iki yıldır şiddetlenen Siyonist soykırımın yıkıcı etkilerine karşı değil, aynı zamanda içeriden gelen ve dış güçler tarafından sistematik biçimde teşvik edilen işbirlikçiliğe karşı da savaş vermektedir. Bu savaş, klasik anlamda bir cephe çatışmasının ötesinde; toplumun sinir uçlarına, aile yapılarına, yardımlaşma ağlarına ve inanç sistemine kadar nüfuz eden çok katmanlı bir yıkım sürecidir. Dışarıdan gelen bombalar kadar içeriden yerleştirilen ajanlar ve paramiliter yapılar da direnişin ruhunu hedef almaktadır.
Bu ihanet yapılarının en çarpıcı örneklerinden biri, son dönemde adını sıkça duyduğumuz Ebu Şebab'dır. Bir suçlunun, İsrail destekli bir milis liderine dönüşmesi; yalnızca bir bireyin yozlaşma hikâyesi değil, işgal altındaki halkların içinden devşirilen işbirlikçilerin nasıl stratejik bir silaha dönüştürüldüğünün çarpıcı bir örneğidir. Ebu Şebab, sadece fiziki bir tehdidi değil; Gazze'deki toplumsal yapının, direniş iradesinin ve yardımlaşma düzeninin içerden çökertilmesi anlamına gelmektedir.
Gazze'de işbirlikçiliğin tarihi
Filistin coğrafyası, yüzyıllardır yalnızca dışarıdan gelen istilacıların değil, içeriden çıkan işbirlikçilerin de ihanetine maruz kalmıştır. Osmanlı Devleti'nin çekilişinden itibaren Batı destekli manda rejimleriyle başlayan bu süreç, 20. yüzyıl boyunca özellikle İngiliz istihbaratının Arap aşiretleri arasında kurduğu ajan ağlarıyla derinleşmiş, İsrail'in 1948'de kurulmasından sonra ise kurumsal bir stratejiye dönüşmüştür. İşgalin ilk günlerinden itibaren Tel Aviv yönetimi, yalnızca askeri kuvvetle değil; aynı zamanda içeriden devşirdiği unsurlarla direnişi bölmeyi, kontrol altına almayı ve dönüştürmeyi hedeflemiştir.
İsrail'in uyguladığı bu "içeriden yıkım" politikası, 1967'den sonra özellikle Batı Şeria ve Gazze'de kurduğu istihbarat mekanizmalarıyla sistematik hale gelmiştir. Shin Bet (İsrail İç İstihbarat Servisi), on yıllar boyunca yerel halk içerisinden muhbir, ajan, milis ve taşeron devşirmeyi bir güvenlik önceliği haline getirmiştir. İşbirliği karşılığında verilen seyahat izinleri, para, tehdit veya aile üyelerinin güvenliği gibi araçlar, Filistinli bireyleri kendi halkına karşı kullanılabilir unsurlara dönüştürmüştür. Bu strateji, zamanla daha karmaşık bir hal almış; yalnızca bilgi sızdıran bireyler değil, silahlı çeteler ve yerel paramiliter güçler de işin içine katılmıştır.
Özellikle 2006'da Hamas'ın demokratik seçimle yönetime gelmesiyle birlikte İsrail, doğrudan saldırılar yerine iç çatışmaları körükleme politikasına ağırlık vermeye başlamıştır. Gazze'nin ekonomik ablukaya alınması, toplumsal dokunun parçalanması, mafyatik yapılanmaların hortlatılması ve yardım kaynaklarının manipüle edilmesi bu dönemde yaygınlaşmıştır. İçeriden yaratılan yozlaşma, halk ile direniş arasında bir güven bunalımı oluşturmayı ve halkın çaresizliğini bir ihanet zeminine dönüştürmeyi amaçlamıştır.
İşte Ebu Şebab bu tarihsel bağlamın içinden çıkan bir figürdür. Onun hikâyesi ne kadar bireysel gibi görünse de, arkasında yatan sistematik akıl çok daha tehlikelidir. Ebu Şebab, ne ilktir ne de son olacaktır. O, işgal altındaki halklara karşı geliştirilen eski ama etkili bir savaş yönteminin yeni yüzüdür. Ve bu yüz, doğrudan savaş meydanlarında değil, mahalle aralarında, yardım kamyonlarının peşinde, sosyal medya hesaplarının arkasında ve halkın yorgun vicdanında şekillenmektedir.
İşgal stratejisinin bilinçli mühendisliği
Ebu Şebab adı bugün yalnızca bir bireyi değil, aynı zamanda bir savaş yöntemini simgeliyor. İsrail'in onlarca yıldır işgal altındaki topraklarda inşa ettiği paramiliter taşeronluk stratejisinin Gazze'deki yeni temsilcisi olarak öne çıkan bu isim, sıradan bir suçludan çok daha fazlasıdır. Onun yükselişi, yalnızca bireysel bir sapmanın değil, işgal stratejisinin bilinçli bir mühendisliğinin sonucudur.
Gerçek ismi Mahmud Ebu Şebab olan bu şahıs, Gazze'nin güneyindeki Refah bölgesinde yaşayan Tarabin aşiretine mensuptur. Aşiret yapısının toplumsal çözülmeye uğradığı, yasa dışı ticaretin normalleştiği, ekonomik umutsuzluğun kol gezdiği bir ortamda büyümüştür. Uzun yıllar boyunca insan kaçakçılığı, uyuşturucu ticareti, haraç toplama ve sınırdan yasadışı geçiş organizasyonlarıyla anılmış; Gazze'nin yerel suç dünyasında kötü şöhret kazanmıştır. Bu geçmiş, onu yalnızca bir suçluya değil, aynı zamanda manipülasyona açık bir aktöre dönüştürmüştür.
İsrail istihbaratı bu tür isimleri tespit etmekte ve sistematik biçimde kullanıma sokmakta mahirdir. 2023 yılında Ebu Şebab'ın Gazze içindeki faaliyetleri artarken, hakkında açılmış çok sayıda dava ve direniş gruplarının takibi söz konusuydu. Hamas tarafından tutuklanması sonrasında, İsrail tarafından yürütülen operasyonlarla hapisten çıkarılması ve doğrudan silahlandırılması, artık onun yalnızca bir birey değil, organize bir yapı haline getirildiğini gösterdi.
Ebu Şebab'ın İsrail destekli milis gücü kısa sürede Refah bölgesinde kendine bir alan yarattı. Gıda ve yardım tırlarını ele geçirme, yerel halka zorla vergi uygulama, sosyal medya üzerinden tehdit yayma ve hatta bazı yardım kuruluşlarını hedef alma gibi yöntemlerle, Gazze'de siyonist işgalin içerideki eli olarak faaliyet yürütmeye başladı. İsrail'in karadan ilerleyemediği ve halktan destek alamadığı noktalarda, bu tür yapılarla kaos üretme stratejisi açıkça görülmektedir.
Ancak her işbirlikçi figür gibi, Ebu Şebab da toplumun belleğinde bir yara olarak kalacaktır. Ne kadar silahlansa da, ne kadar propaganda ile desteklense de, halkın onu tanıması ve ona karşı gösterdiği tepki, Filistin toplumunun hâlâ sağduyusunu ve direnme iradesini kaybetmediğinin en büyük göstergesidir.
Vekil aktörlerle savaş
İsrail'in Filistin topraklarındaki işgal politikası, yalnızca askeri güçle değil; en az onun kadar etkili olan "vekil aktörlerle savaş" stratejisiyle yürütülmektedir. Bu strateji, doğrudan çatışmaya girmek yerine, içeriden devşirilen yapılarla kaos üretmeyi, toplumu istikrarsızlaştırmayı ve direnişi içerden çözmeyi hedefler. Ebu Şebab bu yöntemin günümüzdeki en görünür örneklerinden biridir; fakat bu modelin kökleri İsrail'in kuruluş yıllarına kadar uzanır.
Paramiliter yapıların kullanılmasının stratejik birkaç avantajı vardır:
Birincisi, bu yapılar üzerinden işlenen suçlar doğrudan İsrail'e mal edilmez; böylece uluslararası kamuoyunun tepkisi yumuşatılır.
İkincisi, bu taşeronlar halk içinde korku ve güvensizlik yaratarak direnişin toplumsal dayanaklarını zayıflatır.
Üçüncüsü, bu yapıların çoğu, yardım tırlarını, insani malzemeleri ve para akışını denetleyerek savaş ekonomisinin kontrolünü İsrail lehine çevirir.
Dahası, İsrail bu tür yapıları yalnızca taktiksel değil, jeopolitik bir araç olarak da kullanır. Gazze'nin ileride Somali ya da Libya benzeri paramiliter kantonlara bölünmesi senaryosu, siyonist aklın uzun vadeli hedeflerinden biridir. Parçalanmış, kendi içinde savaşan, merkezi otoritesi çökmüş bir Gazze, hem askeri açıdan tehdit oluşturmaz, hem de İsrail'in işgalini meşrulaştırmak için "kaotik Arap yapıları" tezini besler.
İhanetin toplumsal bedeli
Bir toplumun tanklarla değil, güven duygusunun tahribiyle çöktüğünü bilenler, silahı değil sadakati hedef alır. İsrail'in içeriden çökertme stratejisinin asıl gücü de burada yatıyor: Direnişin sadece askerî kanadına değil, toplumsal bağlarına, mahallenin örfüne, yardım dağıtımındaki adalete, imamın hitabına ve annenin duasına kadar uzanan o görünmeyen, ama yaşamsal sinir ağlarına saldırmak. Ebu Şebab gibi taşeron figürler işte tam da bu ağları zehirleyen bir virüs işlevi görmektedir.
Gazze gibi abluka altındaki bir toplumda sosyal dayanışma, sadece bir erdem değil, hayatta kalma stratejisidir. Mahallede kimin yardıma muhtaç olduğunu bilmek, çocukları korumak için bir sokak ötede devriye gezmek, hastanelerdeki ilaç kıtlığını birlikte göğüslemek; bu toplumun binbir zorlukla kurduğu kolektif direniş ahlakının temel taşlarıdır. Ebu Şebabve onun etrafındaki çeteler, bu taşları yerinden oynatarak sadece fiziksel değil, psikolojik bir enkaz yaratmaktadır.
Bu tür yapılar, halkın kendi arasındaki güven ilişkisini zayıflatır. Kim ihbarcı, kim gerçekten muhtaç, kim birilerine çalışıyor, kim gerçekten direniyor... Bu sorular, halkın zihnini kemiren birer zehre dönüşür. Yardım kamyonları artık umut değil, şüphe nesnesi haline gelir. Gençler, hangi gruba mensup olduğuna göre değil, hangi çetenin hedefinde olduğuna göre yaşamak zorunda kalır.
Psikolojik yıkım yalnızca bireysel travmalarla sınırlı kalmaz. Toplumsal hafıza da işgal edilir. Geçmişte benzer ihanetleri hatırlayan yaşlılar, bugünkü durumu geçmişle kıyaslayarak umutsuzluğu derinleştirir. Genç kuşak, neye inanacağını bilemez hale gelir. Direnişin kutsallığı, bu taşeronlar eliyle "rant kapısı" gibi gösterilerek itibarsızlaştırılmak istenir. İşgalin kurşunla yapamadığını, sahte bayrak operasyonları, içerden kurgulanan provokasyonlar ve sistematik dedikodu mekanizmalarıyla yapmaya çalışan bir stratejiyle karşı karşıyayız.
Toplumun psikolojik kırılma noktası ise ihaneti tanıyamadığı andır. Ebu Şebab gibi isimlerin, ilk aşamada bazı kesimlerce "güçlü", "koruyucu" ya da "alternatif otorite" gibi sunulması; halkın bir kısmının bu yapılarla iş tutmaya başlaması, direnişin iç tutarlılığını tehdit eden en büyük tehlikedir. Çünkü bir halk kendi içinden çıkan ihaneti ayırt edemez hale gelirse, düşmanı dışarıda aramak beyhudedir.
Bu nedenle işbirlikçiliğin yalnızca askerî değil, ahlaki ve kültürel bir karşı stratejiyle ifşa edilmesi zorunludur. Halkın bilinçlenmesi, bu tür yapıların gerçek yüzünü görmesi ve kendi direniş kurumlarını koruması; yalnızca silahla değil, kalple ve akılla verilen bir mücadeleyi gerektirir.