Geleneğin yeni gerçekliği

Serkan Yorgancılar / Gazi Üniversitesi-Öğretim Görevlisi
25.08.2018

Geleneği yok saymak kadar geleneği olduğundan çok daha fazla merkezi bir konuma yerleştirmek de sakıncalıdır. Toplumu terk etmeyen, toplumla birlikte varlığını sürdüren gelenek dinamiktir, değişime açıktır. Kültürler ve toplumlar arası etkileşimi kendisi için yok edici bir tehdit olarak algılamaz.


Geleneğin yeni gerçekliği

Pertev Naili Boratav, 1982 yılında Kemalist Kültür Devrimi hakkında kaleme aldığı bir yazısında Kemalist reformların özünün gelenekçiliğe karşı olduğunu, Cumhuriyetin kuruluş yıllarında yapılan değişimlerin ise uzun vadeli geniş devrimci panoramanın ilk denemeleri olduğunu söyler. Aslında onun demek istediği, yapılan değişimlerin asıl amacının toplumun derinliklerine işleyebilecek, onun dönüşümünü daha kolay bir biçimde sağlayabilecek bir işlevinin olduğunu vurgulamaktı. Elbette bu ana işleve ulaşmak için yapılanlara karşı, dinamik ve değişken bir yapı arz eden toplumsal tabakalardan farklı itirazların gelmesi muhtemeldi. Toplumsal yapıyı derin krizlere sokacak bu değişimler yapılırken beklenen oldu ve çok çeşitli tepkiler geldi. Kimisi uzun soluklu oldu, kimisi kısa süreli. Ve her bir itiraz da farklı yöntemlerle bastırıldı.

Bu itirazlara neden olan sebeplerden birincisi teorinin eyleme ön-ayak olmaması, teorinin eylemin ardından gelmesiydi. Yani, önce toplumsal yapının ana unsurlarını oluşturan yapılarda istenilen değişimlerle ilgili adımlar atılması, daha sonra ise bu adımların teorisinin bir biçimde inşa edilmesiydi. Böylesine bir değişimin, yani önce değişimi gerçekleştirme daha sonra ise teoriyi inşa etmeye dayalı bir değişimin dünyada farklı biçimde örneklerini bulmak da elbette mümkündü. Boratav, köklü dönüşümlerle ilgili atılan adımların her zaman ciddi bir iş olduğunu, bu adımları atarken de devrim hakkında yanlış bilgi sahibi olan ve iyi yetiştirilmemiş bazı mahalli yetkililerin, ilkeleri yanlış yorumlamalarından ve aşırı-devrimci heveslere kapılmalarından dolayı sakıncalı durumların oluştuğunu ayrıca belirtir. Ali Kemal’in Sakallı Nurettin Paşa tarafından linçi, daha sonra ise Sakallı Nurettin Paşa’nın gözden düşmesi böylesi bir durum mudur bilemiyoruz elbette. Ya da önce Hamdullah Suphi’yi beğenmeyip onun yerine geçen ve daha sonra gözden düşen Reşit Galip böylesi bir aşırı-devrimcilerin heveslerinin mi kurbanı olmuştur. Ki bu linçi yaşayan Reşit Galip kendi aşırı-devrimci günlerinde, Türk Tarih kongresinde farklı düşündü diye Zeki Velidi Togan’ı olmadık biçimde eleştirmişti.

Gelenek ve gerilik

Aslında Kemalizmin ilk yıllarında uygulanan aşırı-Batıcı politikaların ilk hedefinde geleneğin olduğunu hiç kimse gizleme ihtiyacı duymuyordu. Tam aksine geleneğe karşı yapılacak olan her türlü yergi bir şekilde muktedirlerin hoşuna gidiyor ve bu sövgüleri düzenler yaptıkları işin karşılığını almakta gecikmiyordu. Buna küçük bir örnek verelim. Fransız romancı Georges Duhamel, 1950’li yıllarda Türkiye ziyaretinde geleneklere önem vermek ve geçmişle bağlarını koparmamak konusunda konuşmalar yapar. Döneminde sinemanın ancak köleler için kötü bir vakit geçirme aracı olarak imal edildiğine inanan sıra dışı bir yazar olan Duhamel bir tıp doktorudur aynı zamanda. 1954 yılında Türkiye ziyaretine denk gelen bir zaman diliminde Medeniyet adlı eseri Tahsin Yücel tarafından çevrilmiş ve Varlık Yayınları’ndan çıkmış. Gece Yarısı İtirafı aslı eserinin çevirisinde de Suut Kemal Yetkin ve Sabahattin Eyüboğlu imzası var. İnsanlığı huzura götürecek medeniyetin temel dayanaklarının sadece bilim ve teknikte aranmaması gerektiğine inanan yazarın bu görüşlerine Varlık dergisinde gene aynı zaman diliminde Yaşar Nabi Nayır’dan bir itiraz gelir. Nayır’a göre gelenek denilince çok olumlu şeyler akla gelmemelidir. Şöyle söyler: “Gelenek diye ataların manevi mirasına deniyorsa bunların arasında fes de var, çarşaf da var, Mecelle de var, Arap harfleri de var, medrese de var... Hasılı bizi son yüzyıllar boyunca bozgundan bozguna uğratıp perişan eden bütün gerilikler var.”

Geleneğin gerilikle özdeştirilmesinin en tipik örneklerinden birini teşkil eden bu kısa alıntının her dönem alıcısı olmuştur. Bu düşüncelerin yok olduğunu zannetmiyorum, sadece bir müddetliğine kullanım dışı kalmışlardır. Ancak vakti zamanı gelince yeniden, elverişli biçimde piyasaya sürüleceğinden, -hatta yakın dönemde yaşanan tecrübe birikimimizi de bunun içerisine katarak- kullanılacağından eminim. Şimdilik üzerinde durulması gereken konu bu değil. Geleneği olumsuzlama durumunu gelenek hakkında ortaya konulan iki uç bakış açısını daha kolay anlama bakımından özetledim. Yukarıda özetlediğimiz bakış açısı geleneği yanlış anlamada ortaya konan birinci yaklaşımdır. Gelenek hakkında ikinci yanlış anlama yaklaşımı ise geleneği savunma adına, geleneği sevme adına yapılan yaklaşımdır. 

Bu yaklaşıma göre geleneğin çok sağlam temelleri vardır, bu sağlam temellere geri dönüldüğünde de birçok sorunun kolayca üstesinden gelinecektir. Yeni bir sorunla karşılaştığımızda bu sorunun çözümü mutlaka gelenekte mevcuttur. Dolayısıyla düşünüp, kafa yorup, kıyas yapıp, içtihad yapıp yorulmak yerine geçmiş metinlere/olaylara/olgulara bir göz atmak yeterlidir. En iyisi, en güzeli, en mükemmeli geleneğin içerisinde mevcuttur.

Toplumsal muhayyileye baktığımızda bu inancın, birbirinden farklı biçimlerde tezahür etmekte olduğunu görüyoruz. Geleneğin nasıl anlaşılması gerektiği üzerinden tutun da, geleneğin yeniden nasıl üretilmesi gerektiğine kadar sayısız tartışmanın hararetle yürütüldüğünü izliyoruz. Geçmiş telakkilerinin birbirleri ile kıyasıya çatışırken harcanan enerjinin Türkiye’nin gelecek vizyonuna hizmet ettiği ile ilgili elimizde hiçbir somut gösterge mevcut değil. Hatta tam tersi bir biçimde diyebiliriz ki, böylesi tartışmalar enerjinin boşa harcanmasıdır ayrıca kendi başına son derece olumsuz bir durumdur.

Geleneği yok saymak kadar geleneği olduğundan çok daha fazla merkezi bir konuma yerleştirmek de sakıncalıdır. Geleneğin, uzun yıllar boyunca dokuduğu ve toplumun ruhuna işlediği kendi eğilimleri mevcuttur. Bu eğilimler zaman içerisinde kendilerini yenilerler ve içerisinde bulundukları yeni durumlara göre konum alarak, toplumun bir ihtiyacını karşılar. İnsanların bir sorununa cevap üretirler. Grupların karşılaştıkları bir problemin çözümüne hizmet ederler. Geleneğin bunu yapamayan unsurları zaman içerisinde yok olur, bireyler tarafından terk edilir. Aslında gelenek böylesi bir durumda bizzat toplumu terk etmiştir. Toplumu terk etmeyen, toplumla birlikte varlığını/yaşamını sürdüren gelenek ise dinamiktir, değişime açıktır. Kültürler ve toplumlar arası etkileşimi kendisi için yok edici bir tehdit olarak algılamaz. Kendini güncelleyen gelenek, kendini sürekli bir saldırı altında hissetmez, sürekli savunmacı bir pozisyon almaz.

Özgür düşünce nimettir

Geleneği olduğundan çok sevmek ve önemsemekle, gelenekten nefret etmek ve onu bütünüyle önemsizleştirmek arasında bir yerlerde olunmalı. Her sorunumuzun kaynağı gelenek olmadığı gibi her sorunumuzun çözüm kaynağı ve ilacı da gelenek değildir. Geleneğin, toplumumuzun bazı olumlu yönlerine etkisi olduğu kadar bazı olumsuz yönlerine de katkısı vardır. Bunları birbirlerinden ayırt etmeli ve gelenekle beslenen olumsuzluklar gözden geçirilmelidir. Geçmiş bir zaman diliminde yapılan bir uygulama o gün, o tarihte, o yerde son derece anlamlı bir eylemken, zamanının ruhunu yakalayabilmiş ve bir sorunun cevabı olabilmişken, bugün, bu tarihte, bu zaman diliminde, bu yerde aynı etkilere neden olmayabilir.

Kadın hakları konusunda, çevre bilinci konusunda, hayvan hakları konusunda, cinsel istismar hakkındaki konularda veya bugün yüzleşmek zorunda olduğumuz birbirinden farklı birçok bireysel, toplumsal ve ekonomik konularda yeni şeyler söylemeye dün olduğundan çok daha fazla ihtiyaç hissetmekteyiz. Örtbas edilen, yok sayılan, önemsiz görülen, ciddiye alınmayan, karşı tarafın iftirası diye nitelendirilen ne varsa cesur bir biçimde bu konularda kafa yoracak, söz söyleyecek, risk alacak düşünürlere/entelektüellere ihtiyacımız var. Özgür düşünce İslam’ın insanlara verdiği en büyük nimettir. Ve bu nimetten faydalanmanın önünü olabildiğince genişletmek gerekmektedir. Macit Gökberk’in de dediği gibi insan bir “iddia”dır, şu veya bu olmak iddiasıdır. İnsan hayatı, olmuş bitmiş, kapalı bir gerçeklik değil, ileriye doğru açık olan, henüz olmamış, olması istenilen bir gerçekliktir. Bu gerçekliği inşa, ikmal ve ihya etmek önemli bir meseledir.

[email protected]