Gelenek 'geçmiş' değil, geçmemiştir

Mehmet Akif Çeç / Yazar
14.04.2018

Geleneğin iyi yanlarını ‘alma’ yaklaşımı, gelenekçi değil modernist bir yaklaşımdır. “Geleneğin iyi yanları” yoktur; zira, yanlışlardan ayıklanmış ‘iyiler’ toplamına biz gelenek demekteyiz. Geleneği, istifade edilmesi gereken bir ‘kültürel miras’ olarak görmek, olumlayıcı bir yaklaşım gibi görülse de, esasen gelenekle kurulması gereken sahih ilişkiyi ortadan kaldıran bir bakıştır.


Gelenek 'geçmiş' değil, geçmemiştir

Aynı zamanda ‘zamansal’ bir boyutu da olan gelenek-modernlik dikotomisi çerçevesinden bakıldığında, geleneğin, ‘geçmiş’e eşdeğer, miadını doldur-muş bir kavram/olgu konumuna indirgenerek ele alındığını gözlemlemek mümkün. Modernitenin, zamanı kompartımanlara ayırarak bağımsızlaştıran ‘zaman’ kavrayışı üzerine inşa edilen bu bakış açısı, gelenekle modernlik arasında zamansal bakımdan ‘nasih-mensuh’ ilişkisine benzer ‘öncelik’ ve ‘sonralık’ ilişkisi olduğuna dair bir temellendirmeye dayanmaktadır. Modernitenin seküler, tarihsel, ardışık zaman kavrayışı ve buna dayalı lineer, ilerlemeci tarih anlayışının bir ürünü olan bu bakış açısına göre gelenek; zamansal olarak, modern tarihle birlikte artık geçmişte kalmış, geçmişe ait, tarihsel bir olgu durumuna düşürülmektedir. Dolayısıyla, gelenek ve moderniteye dair pek çok yanlış önkabul ve önermeler, modernitenin bu zaman kavrayışı üzerine inşa edilmektedir. Bu perspektiften bakıldığında, modernite, ‘bugün/şimdi’yi temsil ederken, gelenek ‘dün/geçmiş’i temsil etmekte;  modernite ‘çağdaşlık/ilericilik’ olarak okunurken, gelenek de doğal olarak ‘çağdışılık/gericilik’ olarak okunmak durumunda kalmaktadır. Geleneğin modern zihinle okunmasına tekabül eden bu yaklaşımın modernist İslamcılara yansıması da, İslam geleneğinin; geçmişe ait, devrini tamamlamış, zamanın ruhuna uymayan, bugünün değerleri ile uyuşmayan, zamanın bir kesitinde donmuş ve kalmış, demode tarihsel bir dönem (pre-modern) olarak okunması şeklinde tezahür etmektedir.

Tarihüstü bir nitelik 

Oysa gelenek, ‘geçmiş’ değil, geçmemiştir. Geleneğe, modern zihinle değil, geleneğin kendi ontolojisi, kozmolojisi, epistemolo-jisi içinden, kendi zaman kavrayışı çerçevesinden bakıldığında, modern zaman kavrayışının geleneğe dair ürettiği önerme ve yargıların yanlışlığı da kendiliğinden ortaya çıkacaktır. Zamanın döngüsel/çevrimsel olduğu esasına dayanan geleneksel kavra-yışa göre, zamanın her yıl on gün geriye gelmesi, bir yandan belirli periyotlarda fiziksel bir çevrim meydana getirirken; bir yandan da bu döngüyle geçmiş-bugün-gelecek, zamanın üstünde, metafizik bir boyutta/alemde bütünleşmekte, böylelikle zaman salt fiziksel, tarihsel bir nesne/süreç olmaktan çıkıp aynı zamanda zamanötesi ve tarihüstü bir nitelik kazanmaktadır. Buna göre; dün, bugün ve yarın; geçmiş, şimdi ve gelecek, birbirinden kopuk, bağımsız, ardışık zaman kesitleri değil, birbiriyle bağlantılı ve irtibatlı, birbirinin devamı mahiyetinde bir bütünün parçasını meydana getiren zaman kesitlerini oluşturmaktadır. Bu dairevi fiziksel bütünlük ve devamlılık, geçmişi bugüne ve yarına taşıyarak, aynı zamanda zihinsel/paradigmal bir bütünlük ve devamlılığa da eşlik etmektedir. İşte geleneğin aurası budur. O halde, modern zihinden sıyrılıp geleneğin kendi kozmolojisinden baktığımızda; gelenek denilen o büyük hakikat sisteminin; sadece geçmişe ait, geçmişte kalmış, modernitenin start almasıyla tarihin dışına atılmış, tarihsel bir olgu olamayacağı anlaşılacaktır. Gelenek, bugün de, modern zamanla paralel olarak varlığını sürdüren ayrı bir zamansallık olarak kendi kozmik düzenine ait zamanı yaşamaya devam etmektedir.

Bunun anlamı şudur: Gelenek, esasında bugün için, normal şartların ortadan kalkmış olmasına ve araya korsan bir zamansallığın girmiş olmasına bağlı olarak ortaya çıkan arızî bir durum sebebiyle kenara çekilmiş/itilmiş olmakla birlikte, normal şartların yeniden oluşması ve arızî durumun giderilmesi ile kaldığı yerden yoluna devam edebilecek şekilde hayatiyetini sürdüren, tarihin içinde, var olmaya devam eden canlı bir yapıdır. Bugün yaşadığımız sorunlar; geleneğin, bir dini aura olarak, hayatiyetini sürdürürken, kendi olağan zamansallığının ve sürekliliğinin, araya sokulan olağandışı, harici bir paralel zamansallıkla inkıtaya uğratılmak istenmesinin doğurduğu ‘de facto’ durumlardır. Yani bugün İslam toplumunun karşısına çıkan tüm sorunlar, araya giren bu fiili durumun ürettiği sorunlardır. Aslolan bu fiili durumu kanıksamak ve meşrulaştırmak değil; bu fiili durumu ortadan kaldırarak, aurayla, yeniden zamansal ve zihinsel bağlantıyı kurabilmek; geleneği kendi mantalitesi, dinamikleri ve paradigmasıyla yeniden inşa edebilmektir. Bu fiili durumun ortadan kalkmasıyla bu sorunlar da ortadan kalkacaktır. Gelenekten ve gelenekçilikten irtica çıkmaz. İrtica, geleneğin kozmik düzeninde, geleneğin inşa ettiği bir toplumsal ve zihinsel düzlemde, ilkesel olarak var olamaz. İrtica, ancak tarihi düz bir çizgi olarak gören modern düşüncenin üretebileceği ve modern toplumlarda ortaya çıkabilecek bir durumdur.

Geleneğin bagajı

Geleneğin, geçmişle eşanlamlı okunması; vaktiyle geleneğin ayıklamış olduğu geçmişe ait tüm şaz ve apokrif literatürün yeniden geleneğin baga-jına yüklenmesi için modernistlere iyi bir fırsat sağlamaktadır aynı zamanda. Dolayısıyla geleneksel dönem olarak kabul edilen modern öncesi tarih-sel zaman kesiti içindeki tüm dinden/gelenekten sapmalar, modern dönemde, geleneğin bir parçası olarak yeniden bir okumaya tabi tutulmakta, gelenek bunlar üzerinden modern zihinle yeniden üretilmekte ve bunlar üzerinden yargılanarak suçlu ilan edilmektedir. Bu sebeple mevzu (uydurma) rivayetler, hurafeler, İsrailiyyat, ezoterizm, okültizm namına ne varsa hepsi topyekun geleneğin sırtına yüklenmektedir. Eğer bir kasıt içermiyorsa, bu dil ve bu zihin, gelenekten de modernlikten de bîhaber demektir. Çünkü, bütün bunlar, geleneğin rafinasyon mekanizmaları tarafından, geçmişte kritize edilmiş, tanımlanmış, ayıklanmış ve sahih olanlar bize tevarüs ettirilmiştir. Sahih olmayan bu şaz ve apokrif çöpler ise, sadece atıldıkları çöp-lüklerde durmaktadır. Bugün eğer ‘mevzu’ rivayetlerin varlığından haberdar isek ve bunları ‘mevzu/uydurma’ olarak tanımlayıp mahkum ediyorsak, bu, bugün keşfettiğimiz bir yenilik ve buluşun neticesi değil, gelenekten devraldığımız sahih birikimin bir neticesidir. Aynı şekilde hurafe, İsrailiyyat gibi kavramlar bugünün modernist İslamcılığı tarafından tespit edilmiş ve tanımlanmış kavramlar değildir; bunlar gelenek tarafından her dönem tahkik, tespit ve tarif edilen, sonrasında ayıklanarak çöpe atılan, tarihin bir kesitinde öylece bırakılmış çöplerdir. Gelenek, geçmişe ait olan her şey değil, ‘sahih sertifikası’ alarak bize tevarüs ettirilen hakikatler bütünüdür. Dolayısıyla, bugün yaşadığımız sorun, modernistlerin suçladığı gibi, sözde gelenek-ten tevarüs ettiğimiz din adına üretilmiş yanlışların İslam toplumunun önünü tıkıyor olması değil; asıl sorun, hem geçmişin çöplüğüne ait yanlışların ‘gelenek’ kategorisi içerisinde yeniden üretilmesi, hem de bugüne ait karşımıza çıkan yanlışları ayıklayacak sahih bir gelenekten ve onun ayıklama metod ve mekanizmalarından mahrum kalmış olmamızdır. Bu noktada, modernistlerin, geçmişe ait tüm yanlışları geleneğin bagajına yüklemeleri ile; gelenekçi olduğunu iddia eden gelenekten bihaber bazı kimselerin, geçmişe ait bir kısım yanlışlara, sırf geleneğe ait oldukları sanısıyla sahip çıkıyor olmaları arasında hiçbir fark yoktur, bu da geleneği anlayamamaktır. Geleneğin işe yarar unsurlarını ve iyi yanlarını ‘alma’ yaklaşımı da gelenekçi değil modernist bir yaklaşımdır. Açıkçası geleneğin iyi yanları yoktur; zira, yanlışlardan ayıklanmış ‘iyiler’ toplamına biz gelenek demekteyiz. Gelene-ği, istifade edilmesi gereken bir ‘kültürel miras’ olarak görmek, her ne kadar geleneği olumlayıcı gibi görülse de, esasen gelenekle kurulması gereken sahih ilişkiyi ortadan kaldıran bir bakıştır. Gelenekle kurulacak sahih ilişki ancak içerden, geleneğin paradigmasıyla bakmakla mümkün olacaktır.

Gelenek fosil değildir

Geleneğin paradigması içinden baktığınızda, dışarıdan aldığınız kimi “yararlı” unsurları, geleneğin kendi rafinasyon süreçleri ve süzgeçlerinizden geçirip önce nötralize ederek sonra da kendi dünya görüşünüze ait “değer”leri içine yerleştirerek dönüştürür, kendinize mal edebilirsiniz. Aksi durumda siz bu unsurları ve süreçleri değil, onlar sizi dönüştürür. Geleneğin bünyesi, tıpkı sağlıklı bir insanın bünyesi gibidir; dışarıdan aldığı faydalı unsurları (gıdaları) dönüştürerek bünyenin bir parçası haline getirir, dışardan gelen yabancı unsurlara (bakteriler, mikroplar, virüsler) karşı bünyeyi korumak için mücadele eder, kendi mekanizmalarıyla kendi hücrelerini yenileyerek bünyeyi yeniler. Ne zaman ki bünye dayanıklılığını, harici unsurlara karşı direncini ve kendini yenileme yeteneğini yitirirse o zaman çöker. Geleneğin kendi paradigması içinde, eklenen yeni sünnet-i hasene’ler ve içtihadlar bünyenin kendini yenilemesi anlamında tecdidi; sünnet-i seyyie’ler ise bid’ati, dolayısıyla dalaleti ve yok olmayı beraberinde getirir. Bid’at, geleneğin kendi içinde üretilen fakat geleneğin “sahih sertifikası” vermediği yeniliklerdir. Modernite ise, bid’atten farklı olarak tamamen geleneği ortadan kal-dırmaya yönelen topyekun bir harici sistemdir. Geleneğin canlı bir yapı olduğu kavranıldığında; sanıldığı gibi köhnemiş, statik, skolastik, ölü bir fosil olmadığı, aynı şekilde körü körüne taklitçilik, ezbercilik olmadığı da apaçık anlaşılabilecektir.

Geleneğe bakışın, geleneğin kendi zaman kavrayışı üzerinden temellendirilmesinin gerekliliğine karşın, gelenekselci ekol’ün bu çerçevede geleneğe yaklaşımı modernlerinkiyle neredeyse aynıdır. Modernliği zamansal bir kopuş olarak ele almaları, geleneği, pre-modern, kadim dönemlere ait bir olgu olarak görmeleri ve sadece geçmişte aramaları, ezoterizm, okültizm gibi kadim dönemlere ait her şeyi gelenek kategorisi içinde adeta kutsamaları, geleneği özlemle yadedilen nostaljik bir olgu gibi anlamaları Sofia Perennis Okulu’nu adeta fosilci, ölüsevici bir konuma sürüklemektedir. Geleneği, bugünün paradigmasına uymayan geçmişe ait tarihsel kalıntılar olarak okuyan modernistlerin, gelenek karşıtlığına argüman olarak, Kur’an’ın genel-likle müşrikler için kullandığı “atalar dini” tanımlaması üzerinden temellendirme girişimleri de fosilciliğin zıddı bir biçimde köksüzlüğü, nevzuhurluğu işaret etmektedir. Bu bağlamda gelenekselcilik de, modernistlik de, iki farklı ucu temsil eden modern okuma biçimleridir. Dolayısıyla, sahih İslam geleneğini yeniden inşa etme çalışması olarak anlaşılması gereken gelenekçiliğin, gelenekselcilik üzerinden değerlendirilmesi de bu konudaki ciddi yanlışlıklardan biridir. Öte yandan modernist İslamcılığın sembol şahsiyetlerinden Fazlur Rahman’ın, oryantalist Schacht’ın “yaşayan gelenek” kav-ramlaştırmasından mülhem olarak ürettiği “yaşayan sünnet” kavramı, esasında tam da gelenekçi bir kavramlaştırmaya karşılık gelmektedir. Fakat ne yazık ki Rahman’ın hem sünnete, hem de geleneğe yüklediği anlamlar ve içerikler, bu kavramın uyandırdığı çağrışımları karşılamaktan çok uzaktır.

Sonuç itibarıyla, geleneği doğru anladığımızda, 200 yıldır yaşadığımız sorunların aslında ne olduğunu da, bu sorunların sahih çözümlerini nereden ve nasıl üretmemiz gerektiğini de kavrama imkanı ortaya çıkmaktadır.

[email protected]