Gelenekten medeniyete

Mehmet Akif Çeç / Yazar
2.10.2020

Modernist ve selefi akımların sistemli, bütüncül, tutarlı sahih çözümler ortaya koyamayışlarının sebebi gelenek ve medeniyet fikriyatından uzak oluşlarıdır. Gelenekle medeniyeti birbirinden ayıran, geleneği yok sayıp salt medeniyete vurgu yapan söylemlerin de tıkanma noktası burasıdır.


Gelenekten medeniyete

İki asırdır medeniyet meselesi etrafında dönen tartışmalarda, hem medeniyeti savunan, hem de itiraz eden/eleştiren Müslüman intelijansiyanın iddia ve tezlerindeki kafa karışıklığı ve temellendirme sorunu, İslam aleminin yaşadığı pek çok meselenin çözümünde anahtar rolü olan medeniyet meselesinin sahih bir zemine oturtulmasını zorunlu hale getirmektedir.

Müslüman intelijansiyanın, iki asır boyunca, medeniyet kavramına ilişkin çok çeşitli yaklaşım farklılıkları geliştirdiğini tespit etmek mümkün. Medeniyeti hem olumlayan hem de olumsuzlayan yaklaşımların çoğunun; kültür ve medeniyet ayrımı, medeniyetin civilization ve modernite ile eşdeğer ve eşanlamlı okunması gibi aynı temellendirmeler üzerinden üretilmiş olması da ayrıca dikkate değerdir. Bu yaklaşım farklılıkları üzerinden giderek meseleye bakış açımızı netleştirebilmemizin daha kolay olacağı kanısındayız:

Medeniyet - modernite

1. Medeniyetin modernite/Batı ile eşdeğer okunması ve modernite/batı karşıtlığı üzerinden medeniyet karşıtlığı üretilmesi. Bu yaklaşımın zihinsel arka-planında modern medeniyeti “tek medeniyet” olarak kabul etmekten kaynaklı bir yanılgının yer aldığını ifade etmek gerekir. Dolayısıyla bu bakış, batıya karşı çıkmayı aynı zamanda medeniyete (tek dişi kalmış canavara) karşı çıkmak olarak algılamaktadır. Esasen medeniyet kavramı, modernite ile eşanlamlı okunduğunda bu itirazın tutarlı ve anlaşılır bir yanının olduğunu söylemekte de bir sakınca yok. Fakat, medeniyet kavramını Batı ve modernite ile eşdeğer hale getirdiğimizde, Batı’ya itiraz ederken aynı zamanda elimizdeki medeniyet gibi kapsayıcı ve kullanışlı bir kavramı da imha etmiş ve yerine konulabilecek daha elverişli bir kavramımız da olmadığından, entelektüel anlamda kendi ellerimizle kendimizi bir tıkanıklığa mahkum hale getirmiş olmaktayız.

2. Aynı temellendirme (tek medeniyet) ile, bu yaklaşımın tam tersi de üretilmiştir; medeniyet taraftarlığı üzerinden modernite/batı medeniyeti taraftarlığı. Medeniyet/civilization kavramının modernite ile eşdeğer okunması sonucu Müslüman intelijansiyanın bir kısmında, medeniyetin insanlığın tek ve biricik evrensel ortak hasılası olduğu kabulünden hareketle bu kavram üzerinden Batı medeniyetinin ve modernitenin meşrulaştırılması ve referans olarak kabul edilmesi yaklaşımı ortaya çıkmıştır. Bu yaklaşıma göre, medeniyetin dışında kalmama, dolayısıyla geri kalmama adına tek medeniyet olan modern Batı medeniyetine intisap etmek zorunlu ve kaçınılmaz olarak görülmüştür. Modern medeniyeti insanlığın tek ortak medeniyeti olarak kabul eden, geçmiş medeniyetleri ve İslam medeniyetini bu son medeniyeti ortaya çıkartan ara duraklar olarak gören ve adeta “tarihin sonu” iddialarını doğrularcasına modern medeniyetin dışına çıkılamazlığına inanan bir kısım Müslüman intelijansiya, kaçınılmaz olarak bu medeniyeti aşmayı değil, bu medeniyete katkı sunarak, değerler katarak katılmayı/etki etmeyi İslami bir misyon olarak teklif etmektedir. Her ne kadar iyi niyetli olarak kabul edilse bile; zımnen modern medeniyetin alternatifsiz ve aşılamaz olduğuna dair ilerlemeci bakış açısının teyidinden öte geçemeyen bu yaklaşım, İslam’a modern uygarlık içinde bir yer açan İslam modernizmi/islami modernite yaklaşımını üreten ve dolayısıyla modern medeniyetin aşılabilirliği ve bir İslam medeniyetinin inşasının mümkünlüğü iddiasını ortadan kaldıran bir sonuç doğurmaktadır. Oysa modern medeniyet tarihte ne ilk ne de son medeniyettir, dolayısıyla bugün de modern medeniyetle eşzamanlı başka medeniyetler ortaya çıkabilir, en azından bunun potansiyel olarak her zaman mümkün olduğunun bilinmesi ve kabul edilmesinin bile başlı başına önemli bir zihinsel aşama olduğu açıktır.

Nötr bir kavram mı?

3. Kültür ve medeniyet ayrımı ve medeniyetin civilization’la eşanlamlı olduğu temellendirmesine dayalı olarak medeniyet kavramının “nötr”, dolayısıyla dindışı bir kavram olduğu iddiası. Medeniyet kavramının doğrudan Kur’an ve sünnette geçmiyor olması sebebiyle, bu kavramın, salt beşeriyet ve dünyevi hayatla ilintili, dindışı, değer yüklü olmayan bir kavram olduğu, bundan dolayı müslümanın bu dünyada medeniyet tesis etme gibi bir misyonu, görevi ve hedefi olmadığı, böyle bir idealin ve çabanın yani İslam medeniyeti iddia ve söyleminin gereksiz olduğu şeklinde yanlış temellendirmeler üzerine kurulu bu yaklaşıma göre, Müslümanlar bir İslam medeniyetine ve bir medeniyet idealine sahip olmadan herhangi bir medeniyete intisap ederek yaşamlarını sürdürebilir ve bu durum dini açıdan bir eksiklik, zafiyet ya da sorun ortaya çıkarmaz. Oysa Kur’an ve sünnette medeniyet kavramının kendisi ya da ona muadil bir kavramın geçmiyor olması ve nassların hazır bir medeniyet şablonu önermiyor olmasının, dinin medeniyete tekabül eden alanları ihmal etmesi ve boş bırakması anlamına gelmeyeceği gayet açıktır. Zira devlet, siyaset, iktisadi sistem vs. pek çok konuda olduğu gibi Kur’an ve sünnet hazır kavramsal modeller ve şablonlar sunmaz; aksine temel ilke ve kriterleri ortaya koyarak, bazı meseleleri dini gelenek içinde halletmeleri için Müslümanlara bırakır; böylece hem geniş bir insiyatif/içtihad/tecdid/yeniden inşa alanı açmış, hem de Müslümanları, her zaman daha iyisini bulma yönünde sürekli bir entelektüel cehd içinde olmaya teşvik etmiş olur. Medeniyet kavramı da böyledir ve esasen teorik olarak Kur’an ve sünnetten Müslümanlara yüklenmiş bir medeniyet misyonu ve görevi çıkarmak hiç de zor değildir. Zira, Kur’an ve sünnette Müslümanlara yüklenen okuma, faydalı ilim öğrenme ve öğretme, kainata bakıp Allah’ın ayetlerini ve hikmetlerini anlama ve keşfetme, insanlara faydalı olma, hayırlı hizmetler yapma, hayırda yarışma, yeryüzünü imar etme, yeryüzünde adaleti tesis etme, sadaka-i cariyede bulunma, her işi güzel yapma (Allah güzeldir ve güzel olanı sever) ve bunlara benzer daha pek çok görev, emir ve tavsiyelerin varlığını her zaman, Müslümanlara özgü bir medeniyet inşasının potansiyel teorik arka-planını oluşturmak için yeterli argümanlar olarak okuyabilmek mümkündür. Geçmişte bu temel dini hükümlerden hareketle üretilen dini tasavvurun (paradigmanın/İslam geleneğinin) hayata geçirilmesi, “medeniyet”e tekabül eden muazzam bir yüksek hasılanın inkışaf etmesine de zemin hazırlamıştır. Dinin müslümana medeniyet misyonu yüklemediğini iddia etmek dini salt uhrevi bir alana indirgemek olur ki, bu da sonuç itibarıyla seküler bir yaklaşımdır.

Medeniyet karşıtlığı

4. Medeniyetin Batı kültürü ile özdeşleştirilmesi ve bir yaşam tarzı olarak ele alınması. Kültür ve medeniyet ayrımına dayalı yaklaşımdaki medeniyet, burada bir kültürün, Avrupa kültürünün özelliği haline getirilmektedir. Medeniyeti, yaşam tarzına dayalı bir medenilik, görgü, adab-ı muaşeret olarak gören ve bunu da Batı ile özdeşleştiren; medeniliği/medeniyetleşmeyi alafrangalaşmak/garplılaşmak/batılılaşmak olarak okuyan bu taklitçilere karşı, bir kısım Müslüman intelijansiya da medeniyete yine aynı anlam çerçevesi üzerinden karşı çıkmıştır. Oysa batı kültürü/batılılaşma/taklitçiliğin medeniyetten tamamen ayrı bir kapsamda ele alınması uygun düşerdi.

5. Topyekun medeniyet karşıtlığı. Bu yaklaşım, temelde medeniyet olgusunun ve medeniyetleşmenin yıkıcı, yok edici, dejenere edici bir vasfının olduğu ve dolayısıyla her medeniyetin benzer neticeler üreteceği kabulünden hareketle medeniyet kavramını reddetmektedir. Medeniyetin ve medeniyetleşmenin doğaya ve insanın doğallığına bir müdahale ve onlar üzerinde otorite kurarak özgürlüğü ortadan kaldırma anlamına geldiği yani bir tür asıldan/orijinden uzaklaştırma ve yabancılaşma getirdiği şeklindeki iddialarla medeniyete karşı çıkan Rousseau ve bir kısım anarşist söylemlerle benzeşir şekilde bazı Müslüman entelektüellerin (İsmet Özel mesela), medeniyetin zorunlu olarak şa’şaa, şatafat, zümreleşme gibi sonuçlar ürettiği, bunların da İslam’ın özünden uzaklaşma ve ahlaki yozlaşmaya sebep olduğu şeklindeki bir takım gerekçelerle medeniyet kavramına getirdikleri eleştirilerini iyi niyetli bir uyarı olarak almak her zaman mümkün olmakla birlikte, medeniyeti reddetme gerekçelerini sosyolojik bir yasa gibi algılamanın da doğru olmadığı kanaatindeyiz. Müslümanların tarihsel tecrübesinde ortaya çıkan bazı gayr-ı İslami durumlar ve ahlaki dejenerasyon örneklerine dayanarak bunun sorumluluğunu acaba medeniyetleşmenin kendisinde mi yoksa insanda/müslümanda mı aramak uygun düşmektedir? Ya da yaşanan olumsuzluklar bir genellemeyi mi yoksa istisnayı mı temsil etmektedir? Bir medeniyet perspektifi olmadan, hayatın her alanına dair bütüncül (tevhidî) bir bakış nasıl tesis edilecektir? Medeniyetsiz bir toplumu savunmak, dini, sığ, neşvesiz ve hatta şiirsiz (sanatsız/estetiksiz) bir toplumsallığa indirgeyen selefi-harici okumadan farksız değil midir?

6 . Modernite/Batı medeniyeti karşıtlığı üzerinden “İslam medeniyeti” söylem ve savunusu üretilmesi. İki asırdır oksidentalist bir yaklaşımla Batı’da üretilen her şeyin bir “anti”sinin ve alternatifinin/muadilinin üretilmesini medeniyet mücadelesi olarak gören Müslüman intelijansiya, bizzat civilization kavramının karşıtı olarak da “İslam medeniyeti” kavramını/söylemini üretmiştir. Ortaya konulan teklif özgün bir İslam medeniyeti değil, Batı’dakinin İslamileştirilmiş şeklidir yani bir bakıma Batı’nın/modernitenin ürettiği bilimsel, teknolojik, architectural müktesebata bir “besmele” elbisesi giydirmekten ibarettir. İslam medeniyeti kavramının, bir yanıyla taklitçi ve içi boş, diğer yanıyla da nostaljik bir söylem olarak yaygın biçimde ve hatta bonkörce kullanılması, kavramın hayli aşınması ve küçümsenmesine yol açmış olsa da, esasen bu kavram, modern medeniyetten tamamen bağımsız bir çerçevede yeniden üretildiğinde, iki asırlık İslamcılık düşüncesinin ortaya koyduğu en özgün kavram ve tasavvurlardan biri olmayı hak edecek mahiyettedir.

Özgüven meselesi

7. Önerimiz; sahih İslam geleneği üzerine temellendirilen özgün İslam medeniyeti tasavvuru. “Medeniyet” kavramının, modern dönemle birlikte Batı’da kullanılmaya başlanan civilization kavramına karşılık olarak üretilip kullanılmaya başlanmış olması, bu kavrama karşı bazı rezerv ve çekincelerin de ortaya konulmasına yol açmıştır. Fakat geçmişte İslam ümmetinin kendine özgü dini tasavvurunun, toplum ve hayat sahasındaki yüksek hasılası olarak ortaya çıkmış olan ve tarihin bundan sonraki devresinde de yeniden inkışaf etmesinin tüm insanlık için hayırlı ve zaruri olacağına inandığımız bu olguya, batı düşüncesinden bağımsız ve İslami literatüre özgü bir çerçeveden bakıldığında, bir isimlendirme/kavramlaştırma ihtiyacı ve bu bağlamda medeniyet kavramını modernite ve civilization’dan ayrı ve özgün bir çerçevede ele almanın gerekliliği de anlaşılacaktır. Ya da bu olgunun varlığına değil de kavramın kendisine bir itiraz söz konusuysa bile, sonuçta bu ihtiyacı karşılayacak bir kavramın gerekliliğinin kaçınılmaz olduğu ortadadır. Dolayısıyla geçmişte bu kavrama tekabül edecek mahiyette temeddün, hadara, umran gibi farklı kavramların üretilmiş ve kullanılmış olmaları da göstermektedir ki, böyle bir kavram her şeyden önce bir ihtiyaca matuftur ve bizzat medeniyet kavramının kendisinin veya muadil bir kavramın yokluğunun ya da yok sayılmasının doğuracağı eksiklik ve boşluğu telafi etme ya da başka şekilde doldurma imkanı sözkonusu değildir. Her ne kadar modern dönemlerde kullanılmaya başlanmış olsa da, bu ihtiyacı karşılamaya yönelik olarak “medeniyet” kavramının, mevcutlar içerisinde en isabetli seçim olduğunu iddia etmek için yeterince haklı gerekçelerimiz olduğunu da belirtmiş olalım.

Dolayısıyla “medeniyet” kavramı, civilization ve moderniteden tamamen ayrı ve bağımsız, İslamî literatüre özgü bir kavram ve olgu olarak, kendi anlam ve zihniyet dünyası çerçevesinde ele alınmalı ve değerlendirilmelidir. Medeniyet, gerek etimolojik ve semantik içeriği, gerekse tarihsel tecrübe içerisinde tekabül ettiği anlamsal karşılık açısından civilization’un taşıdığı şehirleşme, imar, bilimsel-teknik gelişme gibi hendesî ve architectural faaliyetlerin daha üstünde ve ötesinde bir anlam boyutuna sahiptir. Bu meseleyi biraz açımlamakta yarar var:

Her yol Medine’ye gider

Medeniyet kavramının, nev-zuhur ve nötr bir sözcük olmadığını, bir arka-planının da olduğunu ve onunla aynı kökten gelen Medine gibi yakın akraba kavramlar üzerinden medeniyet kavramına ulaşmanın hiç de zor olmayacağını rahatlıkla iddia edebilmek mümkündür. Arapça “tedeyyün” ve “temeddün” kavramlarının bir bileşkesi olarak ortaya çıkan ve hem “din” kavramının türetildiği “d-y-n” (dâne), hem de şehir kavramının türetildiği “m-d-n” kökünden türetilebilen medeniyet kavramı ve onun etimolojik ve literal öncüsü ve kaynağı olan “Medine” kavramının, yaygın kullanıldığı gibi salt “şehir kurmak” kökünden türeyen ve Yunanca’daki “polis” kavramına tekabül eden bir içerikten ibaret olmadığı, etimolojik olarak da din’le ilişkili bir boyuta sahip olduğu açıktır. Zira, bize göre Yesrib’in Medine olması, şehir kimliği kazanması ile değil, “dini” bir kimlik kazanması ile yani Hz. Peygamber’in hicretiyle birlikte dinin yurdu/vatanı/yatağı ve hayat bulduğu yer haline gelmiş olmasıyla alakalıdır. Nitekim Yesrib, hicretten önce de zaten şehirdi; köy iken, hicretle birlikte bir günde şehir olmuş değildi; dolayısıyla zaten şehir olan bir yere Medine denilmesi, bu kavramın şehir anlamıyla olan irtibatının ötesinde din’le ilgili anlamıyla irtibatı sebebiyle olmalıdır. Bu öncüllerden hareketle nötr ve dindışı bir sözcük olarak görülemeyecek kadar din’le ilişkili olan “medine” kavramını daha etraflıca ele aldığımızda şu sonuçları çıkarmamız mümkün olabilir: İlk Medine, dinin ve dini geleneğin menbaı, kaynağı, orijini ve pratize edildiği (yaşandığı) yerdir. Dolayısıyla Medine-i Münevvere, diğer tüm medine’ler ve İslam milleti için teorik bir öncü/orijin (gelenek) ve aynı zamanda pratiğiyle de örneklik teşkil eden kurucu bir model (medeniyet) demektir. İlk Medine’den türeyen diğer medineler de, her biri ayrı ayrı ilk Medine ile irtibatlı ve aynı zamanda dinin yurdu ve hayat sahası olan mekanlardır. Bu bağlamda İmam Malik’in, Medine pratiğini (amel-i ehl-i Medine) içtihadi bir kaynak olarak kabul etmesi ve onu tüm medine’ler ve İslam milleti için bir rol-model alması, İslam geleneği açısından anlamlı bir vurgudur. Said Halim Paşa’nın, “İslam alemi için her yol Mekke’ye gider” uyarlaması ise gelenek ve medeniyet ruhunu yeterince kavrayamamış ve özümseyememiş bir zihnin arada kalmışlığını yansıtması bakımından dikkate değerdir ve bu uyarlamayı “Her yol Medine’ye gider” şeklinde tashih etmek uygun düşer. Bir tanım yapmaya cüret edersek, medeniyet; Medine’den doğan ve orada hayata geçirilen teori ve pratiğin (sünnet-i seniyye), tüm İslam medinelerine yayılması ve aynı paradigmal çizgi (icma) üzerinde, kuşaktan kuşağa tevarüsle sahih İslam geleneği (sünnet-i hasene) olarak kendini sürekli üreterek ve inşa ederek sürdürmesi esnasında ortaya çıkan büyük hasıladır. Kısaca ifade etmek gerekirse, medeniyetin köklerini “şehir”(medine)’de aramak yetmez; Medine-i Münevvere’de de aramak gerekir. Ez-cümle; “medeniyet” kavramı ve “İslam medeniyeti” söyleminin meşruiyeti tartışmalarına son verilmeli; bu kavramların Müslümanlar ve insanlığa dair gelecek tasavvurları için anahtar kavramlar olduğu ve hiçbir komplekse girmeksizin bu kavramların isabetli bir seçim olduğu kabul edilmelidir. Civilization’a tekabül eden hadara, umran, uygarlık kavramları diğerlerini; medeniyet ise İslamî olanı ifade etmek için kullanılmalıdır. Sezai Karakoç’un, “hakikat medeniyeti” olarak tavsif ettiği İslam medeniyetini tek medeniyet olarak ifade etmesini de bu bağlamda anlamak mümkün olabilir.

Gelenek olmadan medeniyet olmaz

Medeniyet meselelerine kafa yoran düşünce adamları, her medeniyetin arka planında bir “kurucu” zihnin, dünya görüşünün ya da Elias’ın Batı medeniyeti için kullandığı tabirle “ben-idraki”nin mevcut olduğunda hemfikirdir. Esasen bu yaklaşım medeniyetin değerden bağımsız, nötr bir olgu/kavram olmadığının da izahıdır aynı zamanda. Teosentrik medeniyetlerde bu kurucu dünya görüşü, dinin en sahih anlaşılma biçimi olan “gelenek”tir. Burada gelenek vurgumuzun merkezi bir öneme sahip olduğunun altını çizelim. İslam medeniyetinin yeniden teşekkül ettirilmesinin imkanları söz konusu olduğunda gerekli olan kurucu paradigma, Hz. Peygamber’den ve Medine’den günümüze kadar aynı paradigmal bütünlük ve tutarlılık içinde, ümmetin kolektif ittifakı ve büyük konsensüsü ile sürekli kendini inşa ederek ve yenileyerek tevarüs eden büyük İslam geleneği’dir. Modern ve post-modern ortamda türeyen modernist, yorumsamacı, tarihselci, öznelci marjinal, heterodoks akımların dini anlayışları üzerine bir İslam medeniyeti inşa edilemeyeceği gayet açıktır. Açıkçası, medeniyetin arka-planındaki ben-idrakinin “gelenek” (İslam geleneği) olarak adı konulmadığı ve sadece “Kur’an ve sünnet” şeklinde bir yuvarlama ile geçiştirildiği sürece, burası soyut, flu ve müphem kalmaya devam edecektir. Fakat maalesef Müslüman düşünce adamlarının, yanlış anlama ve anlamlandırmalar sebebiyle gelenek kavramını telaffuz etmede ciddi çekince yaşadıkları da bir gerçektir. Hatta gelenek dememek için, esasen hiçbir surette tam olarak geleneğin yerine geçmesi mümkün olmayan “tarih” ya da “tarihsel tecrübe” gibi kavramların arkasına sığınılması da bu eksiği gidermeye yetmemektedir. Bu sebeple, medeniyet çalışma ve arayışlarında geleneğe bir türlü varılamadığı içindir ki, bu çalışmalar tıkanıp akamete uğramakta, somut ve özgün medeniyet tasavvurları ortaya konulamamaktadır. Zira gelenek dediğimizde ortak bir dini anlayıştan, ortak akıldan, ortak anlamlar dünyasından ve orjinle (sünnet- Medine) bugün arasındaki paradigmal bütünlük ve süreklilikten söz ediyoruz demektir ki, bunlar olmadan, türedi dini anlayışlarla medeniyet tasavvuru inşa edilemez. Gelenek fikriyatına ulaşılmadan, medeniyet tasavvuruna ulaşılamaz; gelenek olmadan medeniyet olmaz. Sahih bir İslami paradigmanın (geleneğin) olmadığı/oluşmadığı, herkesin heva ve hevesine, siyasi ve ideolojik pozisyonuna göre bir dini tasavvur üretmeye çalıştığı kaotik zeminlerden medeniyete/medeniyetleşme sürecine geçiş yapılamaz. Medeniyet tasavvuru çalışmalarında tıkanıklığı, muğlaklığı ve müphemliği ortadan kaldırarak düşüncede büyük bir açılım sağlayabilmek için geleneği merkeze yerleştirmek kaçınılmaz bir önem taşımaktadır. Gelenek ve medeniyet ekseni üzerine oturtulmadan, İslam ümmeti ve insanlığa dair bir sistem ve gelecek projeksiyonu üretebilme imkanı yoktur. Modernist ve selefi akımların sistemli, bütüncül, tutarlı sahih çözümler ortaya koyamayışlarının sebebi gelenek ve medeniyet fikriyatından uzak oluşlarıdır. Gelenekle medeniyeti birbirinden ayıran, geleneği yok sayıp salt medeniyete vurgu yapan söylemlerin de tıkanma noktası burasıdır. İslam medeniyetinin yeniden inşasının imkanı ancak geleneğin yeniden hakim paradigma haline gelmesi ile mümkün olabilir. Bunun için de, tüm İslam aleminde, medeniyet yürüyüşüne öncülük yapabilecek sahih gelenekçi okulun/ekolün teşekkül etmesi zarureti vardır.

[email protected]