Gelmiş geçmiş en ölümcül virüs

Malcolm Gladwell / The New Yorker, 22 Eylül 1997
8.05.2020

Büyük ölçeklerde yaşanan her türlü toplumsal değişim bir salgın üreme alanı olarak işlev görebilir. Muhtemelen İspanyol gribinde de böyle oldu: 1918 virüsü h1n1'e sapma sonucu olarak meydana gelmişti. Ancak bu tek başına virüsün öldürücü özelliğini açıklamaz. 1957 Asya gribi salgınında h1n1'den h2n2'ye bir sapma olmuştu ama o zaman o kadar insan ölmedi. İki salgın arasındaki fark muhtemelen Birinci Dünya Savaşı'ydı.


Gelmiş geçmiş en ölümcül virüs

I. KALICI DON (Permafrost)

21 Eylül 1918’de Norveç’in kuzey kıyısından yelken açan Forsete isimli gemi üç gün sonra Kuzey Kutup Dairesi’nin kuzeyindeki Norveç adalarından birinde küçük bir maden kasabası olan Longyearbyen’e ulaştı. Buzlar Arktik fiyortları geçilmez hale getirmeden önce yılın son gemisiydi Forsete. Yolcuların arasında Longyearbyen’in kömür madenlerinde para kazanmak için kışın kuzeye giden birkaç balıkçı ve çiftçi vardı. Ne ki yolculuk esnasında gemi içinde bir grip salgını meydana geldi.Karaya varıldığında yolculardan birçoğu hastaneye götürüldü. İki hafta içinde yedisi öldü. Bulundukları yerin mezarlığına yan yana gömüldüler. Mezar başlarına altı beyaz haç ve bir mezar taşı kondu:

• Ole Kristoffersen, 1 Şubat 1896 – 1 Ekim 1918

• Magnus Gabrielsen, 10 Mayıs 1890 – 2 Ekim 1918

• Hans Hansen, 14 Eylül 1891 - 3 Ekim 1918

• Tormod Albrigtsen, 2 Şubat 1899 – 3 Ekim 1918

• Johan Bjerk, 3 Temmuz 1892 – 4 Ekim 1918

• William Henry Richardsen, 7 Nisan 1893 – 4 Ekim 1918

• Kristian Hansen, 10 Mart 1890 – 7 Ekim 1918

Longyearbyen mezarlığı kasaba sınırlarının hemen ötesinde dik bir tepenin yamacında yer alır. Mezarlıktan yukarı baktığınızda eskiden tepenin bir yanına yuva yapmış olan kömür madeninin gri ahşap iskeletini, solunuza baktığınızda ise buzul saçakları görürsünüz. Dağın daha aşağısında sığ bir dere, yumuşak kayalardan oluşan geniş bir düzlük ve vadinin yarım mil kadar içine doğru, Longyearbyen’in kendisini görürsünüz: Kırmızı çatılı, parlak boyalı ahşap evlerden oluşan bir kümecik. Ağaç yoktur, çünkü Longyearbyen ağaç hattından millerce yüksektedir. Vadinin hemen her yerinden mezarlığı rahatça görebilirsiniz. Burada mezarlar yerden hafifçe yüksek durur ve taşlarla çevrilidirler. Sıra sıra haçların arasında aşınmış yollar görürsünüz ve mezarlığı saran bir çit vardır. Ağustos sonlarında oradaydım. Arktik yaz güneşi zemini ısıtmış, yumuşak ve süngerimsi bir doku vermişti. Üzeri turuncu, kırmızı ve beyaz likenlerle kaplıydı. Madencilerin mezarları en arka sıradaydı—altı gün içinde yedi ölüm.

Bu yedi mezarın farkı

Dünyanın hemen her yerindeki mezarlıklarda 1918 sonbaharına ait benzer kümeler bulmak mümkün. O yılın Eylül ve Kasım ayları arasında Birinci Dünya Savaşı son bulurken ölümcül, olağandışı bir grip suşu dünyayı sarmış, 20 ila 40 milyon arasında can almıştı. Birkaç ay içinde gripten ölen Amerikalıların sayısı Birinci Dünya Savaşı, İkinci Dünya Savaşı, Kore ve Vietnam savaşlarında ölenlerin toplamını geçmişti. İspanyol gribi olarak bilinen bu salgın, harita üzerinde bulunan her kıtaya ve hemen her ülkeye ulaştı. Gemilerin yelken açtığı; araba, kamyon ya da trenlerin gittiği her yere vardı. Öylesine hızlı bir şekilde o kadar çok can aldı ki bazı kentlerde tramvaylar cenaze arabası işlevi görmek durumunda kaldı. Kimileri ise tabut yetiştiremediklerinden ölülerini toplu mezarlara gömdüler. O devirde kazılan milyonlarca mezar içinde Longyearbyen’deki yedi mezarın durumu farklıdır. Orada, Kuzey Kutbu’na sekiz yüz milden az bir mesafe uzaklığında likenlerin altındaki zemin, taş gibi olup sürekli bir don (permafrost) halindedir. Yedi madencinin bedeni hiç bozulmamış olarak tundranın içinde korunmuş bir halde bekliyor olabilir. Durum böyleyse Forsete’de yakalandıkları gribin virüsü—gelmiş geçmiş en ölümcül virüs— de onlarla birlikte yerin altında bekliyor olabilir.

Önümüzdeki ayın başında, Kanadalı coğrafyacı Kirsty Duncan öncülüğünde bir grup araştırmacı Longyearbyen’e uçacak. Kilisenin mezarlığında bir iş istasyonu kuracaklar. Ekip, alanın haritasını çıkardıktan sonra bölgeyi yerin altına nüfuz eden radarla tarayacak; küçük, kara bir elektrikli süpürgeyi andıran bir aygıtla tundranın üstünden geçip cesetlerin ne kadar derinde bulunduklarını saptamaya çalışacak. Tarama sonucu cesetlerin, permafrostun aktif olan katmanının, yani yazları eriyen katmanın altında olduğu saptanırsa ekip önümüzdeki sonbaharda küçük bir morg kurmak için yeterli tıbbi donanım ve ekipmanla sahaya geri dönecek. Bölgeyi branda ve ahşap panellerle çalışmaya uygun hale getirecekler. Tundrayı kırmak için kaldırım kırıcıları (elektrikli kaya matkapları) kullanılacak ve toprak yığınları kürekle çıkarılacak. Tabutlara yaklaşınca kazıcılar koruyucu tulumlarını çıkaracaklar ve operasyon sahasına kubbe şeklinde veya standart bir çadır kurulacak.

Enfeksiyon olasılığını minimuma indirmek için cesetler bulundukları yerde, tabutlarında bırakılacaklar ve otopsiler yerin altında gerçekleştirilecek. Cesetlerin üzerindeki kumaşlar donup cilde yapışmış veya iyice keçeleşmiş bir durumdaysa ekipten biri bunları gevşetmek için, hızlıca olmak kaydıyla, üzerlerinden saç kurutma makinesiyle geçebilir. Ekip çalışanlarından Peter Lewin’in bana aktardığı üzere, “Cesetlerin buzları çözülür ve üzerlerindeki kumaş parçaları ayrılırsa bu kumaşlar eriyecektir. Bu durumda ise mikro damlacıkların yayılma olasılığı söz konusu.” Lewin, aynı zamanda tıbbi arkeolog olarak görev yapan bir çocuk doktoru. Toronto Çocuk Hastanesi’nde çalışıyor. Kendisi ayrıca Mısırlı mumyalar üzerine uyguladığı bilgisayarlı tomografilerle uluslararası nam kazanmıştır (Beşinci Ramses’in çiçek hastalığından öldüğünün saptanmasında etkin rol almıştır). “Otopsi yaptığınızı düşünün,” dedi, önündeki masanın üzerine yatırılmış bir ceset varmış gibi kollarını hareket ettirirken. “Erirse sümüksü, ikincil kan ürünleri meydana gelebilir, sıvı sızması olabilir. Kumaştan sızan sıvı, bir hata sonucu aniden asıltı haline gelip havaya karışabilir ve biri onu soluyabilir. İşi şansa bırakmamalı.”

Numuneler Longyearbyen mezarlığında kurulacak olan geçici morgdan çıkıp dördüncü dereceden bir biyogüvenlik laboratuvarına aktarılacak. Bu laboratuvar ya İngiltere’de veya ABD Ordusu’nun Maryland, Fort Detrick’teki bulaşıcı hastalıklar araştırma enstitüsüde yer alıyor olacak. Dördüncü seviye, en üst biyolojik koruma düzeyine işaret eder. Küçük de olsa şöyle bir olasılık söz konusu: Bilim insanlarının bulacakları şey, çözüldüğü takdirde hâlâ 1918’de olduğu gibi ölümcül ve bulaşıcı nitelikte canlı bir virüs olacak. Böyle bir buluşun gerçekleşmemesi durumunda en azından virüsün genetik ayak izini (buna bilim insanları RNA artığı diyor) geri kazanabilecekler. Sonra virüsten örnekler alınıp dünya üzerinde çeşitli laboratuvarlara gönderilecek. Virüsün genetik kodu bulunacak ve dünyadaki viroloji merkezlerinde bulunan başlıca grip virüsü örnekleriyle tek tek karşılaştırılacak.

Tek yol virüsü bulmak

İşin acil bir tarafı var. Bilim insanları dünyaya yayılan ölümcül grip salgınlarının en az 400 yıl önce vuku bulmaya başladığının farkındalar. 1918’den bu yana bu türden iki salgın daha gerçekleşti: 1957’de 70 bin Amerikalıyı öldüren Asya gribi ve 1968-69 kış aylarında 33 bin kişinin ölümüne neden olan Hong Kong gribi. Şansımız yaver giderse bir sonraki İspanyol gribini fazlaca kötü sonuçlar doğurmaya kalmadan öngörebileceğiz. Sorun şu ki, tam olarak ne aradığımızı bilmiyoruz. Virüse dair elimizde 1918’de alınmış bir örnek yok, çünkü virüs 15 yıl sonrasına kadar izole edilmemiş. Enflüenza da çok hızlı bir şekilde mutasyona uğradığı için günümüzde etkin olan grip örneklerine bakarak 1918 virüsüyle ilgili hemen hiçbir çıkarımda bulunamayız. 1918 virüsü hakkında bilgi edinmenin tek yolu 1918 virüsünü bulmaktır.

Peter Lewin, “Çekirdek numunelerin biyopsi yoluyla alınması için özel ekipman tasarladık,” dedi. “Ceset taş gibi olacağından içine sondaj yapar gibi gireceğiz. Bu ormancılıktan öğrendiğimiz bir teknik. Delikli testere dediğimiz bir tür boru kullanılıyor.” Bir klasörünün sırtına aletin resmini çizdi: Yüzeyinde dairesel, burgu şeklinde olukların bulunduğu, tırtıklı bir başı ve T şeklinde sapı olan uzun, içi boş bir silindir. “Uzunluğu 30 inç civarında, çapı da hemen hemen 0,25 inç,” diye devam etti. Boru şeklindeki bu alet gövdeyi delerken bir yandan kendi içine uzun bir kesiti almış olacaktı ve böylece bir doku örneği elde edilecekti. “Akciğerden muhtemelen dört çekirdek örnek alacağız,” dedi ve göğsünde her iki akciğerinin bulunduğu yerlere altlı üstlü dört noktaya işaret etti. “Beyinden bir, nefes borusundan bir, bağırsak ve karaciğerden ise belki ikişer örnek,” diye devam etti.

Lewin Mısır’da büyümüş. Babası burada görev yapan bir İngiliz subaymış. Okul arkadaşlarının arasında Adnan Kaşıkçı ve ileride Ürdün kralı olacak Hüseyin bin Talal varmış. 19. yüzyılın kolonyal kaşiflerini andıran soğukkanlı ve elegan bir havası vardı. Longyearbyen mezarlığında yapılacak ceset çıkarma işleminin ayrıntılarını market listesi okur gibi sıraladı. “Bu şeyin işe yarayıp yaramadığını görmek için dondurulmuş cisimler—önceden dondurduğumuz domuzlar—üzerinde birtakım uygulamalar yapacağız. Önce matkap kullanmayı düşündük. Ancak matkap çok hızlı işleyeceğinden aklımıza dokuyu ısıtacağı geldi, ki bu istediğimiz bir şey değil. Bunun yerine yavaşça burmak suretiyle içeri sokacağımız bir alet olsun istedik.” Bunu söylerken eliyle burma hareketi yapıyordu. “Delikli testereyi ağaçlarda, büyüme halkalarından çekirdek numune almak için kullanıyorlar. Çok da yararlı oluyor. Fakat bu alanda hiç kullanılmadı.” Gülerek devam etti: “Donmuş cesetlerden çekirdek örnek almak sıklıkla yapılan bir şey değil.”

II — İKİNCİ DALGA

Bilinen ilk İspanyol gribi vakası 4 Mart 1918’de Kansas, Camp Funston’da rapor edildi. Nisan ayına gelindiğinde virüs Amerika’daki çoğu şehre yayılmış ve Birinci Dünya Savaşı’nın son taarruzlarını gerçekleştirmek üzere o yıl ilkbaharda Atlas Okyanusu üzerinden Avrupa’ya gelen yüz binlerce Amerikan askerinin izini sürerek bu kıtaya da ulaşmıştı. Bahar dalgası ağır fakat felaketengiz değildi. Yaz ortalarına doğru salgının şiddeti azaldı. Ne ki bir ay kadar sonra İspanyol gribi yeniden ortaya çıktı. Aslında virüs aynıydı; ilkbaharda yakalandıysanız sonbaharda gribe karşı bağışıklık kazanmış hale gelirdiniz. Oysa bir şekilde yaz aylarında mutasyona uğramıştı. Artık ölümcül bir virüstü.

İkinci dalganın ilk vakası 22 Ağustos’ta, Amerikan birlikleri için önemli bir liman olan Brest’te kaydedildi. Birkaç gün içinde Boston’da ve Freetown, Sierra Leone’de eşzamanlı olarak ortaya çıktı. İlk örnekte yurda dönen Amerikan askerleri tarafından taşınan virüs, ikinci örnekte bir İngiliz donanma gemisi olan HMS Mantua tarafından taşınmıştı. Virüs birkaç hafta içinde bütün Avrupa’yı dolaştı. İspanya’ya doğudan Portekiz kanalıyla, kuzeydense Pirene Dağları’nı aşarak saldırdı. Burada İspanyol Gribi adını alacak kadar uzun kaldı. Sonradan bu isimlendirmenin hatalı olduğu ortaya çıktı. İskandinavya’ya virüsü İngiltere bulaştırmıştı. İtalya’ya Fransa’dan, Sicilya’ya ise İtalya’dan geçti. Rus Devrimi sırasında Bolşevik karşıtı güçlerin yardımına gelen müttefik askerler, gribi Rusya’nın kuzeybatısında bulunan Beyaz Deniz bölgesine taşıdılar. Ekim ortalarında Avrupa ve Amerikan gemileri gribi İzlanda’ya taşıdı. Yine bu tarihlerde Amerikan gemileri virüsü Yeni Zelanda’ya taşıdı. Hindistan’a virüs deniz yoluyla geldi ve demiryolu hatları boyunca iç bölgelere hızla yayıldı. Pandemide ölenlerin yarısından fazlası Hindistan sınırları içinde can verdi. Amerika’da tahmini 675 bin kişi öldü. Philadelphia’da 14 gün içinde 7 bin 600 kişi öldü. Çürümeye başlayan cesetler şehir morgunun koridorlarında üçer dörder istiflenmişti. Öyle pis bir koku oluşmuştu ki morgun kapıları havalandırma için ardına dek açılmak zorunda kaldı. Tarihçi Alfred Crosby, İspanyol gribinin tarihçesini nitelikli bir şekilde kaleme aldığı Amerika’nın Unutulmuş Pandemisi (1976) isimli eserinde gribin Alaska’da yayılışını şöyle anlatır:

1 Kasım veya buna yakın bir tarihte virüs, yayılmasını sağlayacak en elverişli aracı olacak olan Eskimo köyüne, yani Nome ve civarlarına ulaştı. Gribin bulaşmadığı çok az Eskimo vardı. Sekiz günde 162 can kaybı oldu. Batıl inançların tetiklediği korkulara kapılan kimi Eskimolar evden eve kaçarak salgının ve paniğin gittikçe artmasına neden oldular. Sıcaklık donma noktasının altına düştü. Kurtarma için gelenler bacasından duman çıkmayan evlere girdiklerinde hastalıktan ateş yakmaya mecalleri kalmayıp donarak ölmüş bir sürü insan, bazen topyekün aileler buldular. Bu süreçte verimli bir şekilde bakılabilmeleri için evlerinden toplanıp tek bir büyük binaya yerleştirilen Eskimolardan bazıları bunu bir ölüm hücresine atılmışlık olarak algılamış olacak ki kendilerini asıp intihar ettiler. Bu, grip deyince aklımıza gelen şey değildi. Tipik olarak enflüenza, solunum yollarının iç duvarını enfekte eder ve akciğer petekleri (alveoller) olarak bilinen, akciğerlerde bulunan hava dolu hücrelere zarar verir. Bazen zatürreye yol açar. Genelde geçer. Bu ise çok daha kötüydü. Washington, Silahlı Kuvvetler Patoloji Enstitüsü’nde patolog olarak görev yapan Jeffery Taubenberger, “En şiddetli vakaların bazılarına otopsi yapmış olsanız akciğerlerin fazlaca kızarmış ve çok sert olduğunu görürdünüz,” dedi.

“Akciğerler normalde hava dolu olurlar, yani sıkıştırılabilir bir yapıları var. Söz konusu örneklerde ise akciğerler çok ağır ve fazlaca sıkışmış olacaktır. Kuru süngerle ıslak sünger arasındaki fark gibi. Normal bir akciğer parçasını suya koysanız yüzeye çıkabilir çünkü temelde havayla doludur. Bunlar ise batar. Mikroskopik bir bakışla alveollerin sıvı dolu olduğunu, bununsa nefes almayı imkânsız hale getirdiğini görürdünüz. Bu insanlar boğuluyor, dibe batıyorlardı. Akciğerlerinin hava boşluklarına o kadar çok sıvı dolmuştu ki, bu hastaların burunlarından kanlı sıvı çıkardı. Öldüklerinde çarşafları çoğu zaman sıvıdan sırılsıklam olurdu.”

Yeterli oksijen olmadığından hastalar siyanoz olurlar, ciltleri renk değiştirirdi. O tarihte Camp Devens, Massachusetts’da salgını aktaran bir doktor şunları yazmış: “Hastaneye yatırıldıktan iki saat sonra elmacık kemiklerinin üstünde maun rengi benekler oluşmaya başlıyor. Birkaç saat içinde siyanozun kulaklardan başlayıp bütün yüze yayıldığını görürsünüz. Öyle ki siyah adamı beyaz adamdan ayırt etmek zor hale gelir.” O günlerde hemşireler, gelen hastaların ayak rengine bakarak aciliyet sıralaması yaparlarmış. Ayakları siyah olan hastalara ölü gözüyle bakarlarmış.

1918 suşuyla ilgili tuhaf olan bir şey daha vardı: Kurbanlarını nasıl seçtiği. Grip salgınları çoğunlukla demografik yapının uç noktalarında kalanları öldürür—yaşını hayli almış olup bağışıklık sistemleri en zayıf olanlar ve yaşı çok küçük olanlar. Bunların dışında kalan yetişkinler de hastalanır, fakat nadiren hastalıktan ölürler. Halbuki 1918’de olağan ölüm seyri tersine işlemekteydi. Örneğin Longyearbyen’deki yedi kişi 19-28 yaşları arasındaydılar ve bu durum yalnızca onlara mahsus değildi. ABD’de İspanyol gribinden ölen 25-29 arası yaşta erkeklerin sayısı 70-74 yaşlarında ölenlerinkinden birkaç kat fazlaydı. Bu sadece ölümcül bir bulaşıcı hastalık değildi. Yaşlı ve güçsüzlerden ziyade genç ve sağlıklı olanları öldürmek gibi görülmemiş ve korkutucu bir özelliği olan ölümcül bir bulaşıcı hastalıktı.

III — ELEME SÜRECİ

Longyearbyen keşif heyetinin başkanı Kirsty Duncan bir iklimbilimci ve tıbbi coğrafya uzmanı. Windsor ve Toronto üniversitesilerinde görev yapmakta. Onunla ailesinin evinde buluştuk; Toronto banliyösü Etobicoke’de tek katlı bir ev. Yemek masasının bir ucunda o, diğer ucunda ben oturuyordum. İkimizin arasında Duncan’ın donmuş grip mağdurlarını arayarak geçirdiği dört buçuk yıl içinde elde ettiği sonuçlarla dolu beş adet, içleri tıklım tıklım dolu kara klasör vardı. Arkamızdaki mutfakta Duncan’ın annesi öğle yemeği hazırlıyordu. Telefon çaldığında, mutfaktaki tıkırtılar yükseldiğinde veya hikayesinin kritik bir kısmına geldiğinde Duncan, sesininin volümünü o kadar düşürüyordu ki söylediklerini duymak için öne doğru eğilmem gerekiyordu. Duncan’ın büyük, koyu gözleri ve sırtına kadar uzanan düz koyu kahverengi saçları var.Öyle uzun ki saçları, bir seferinde ayağa kalktığında sandalyeye dolandılar. Otuz yaşında ama çok daha genç görünüyor. Eve ilk geldiğimde çiçekleri sulayan bir kadına yaklaştım ve “Profesör Duncan?” dedim. Kadın, “Ah, hayır. Ben annesiyim. Kirsty içeride,” dedi.

‘Nedenini bulacağım!’

Duncan İspanyol gribi üzerine kafa yormaya Crosby’nin pandemiyle ilgili kitabını okuyunca başlamış. “Tam anlamıyla büyülenmiştim. Dahası, dehşete kapılmıştım: Hastalığa neyin neden olduğunu bilmiyorduk!” dedi. “Eşime, İspanyol gribinin nedenini bulacağım, dedim.” İlk etapta işe Alaska’dan başlamak mantıklı gelmiş. Alaska Nüfus İstatistikleri bürosuna yazıp 1918 kayıtlarını istemiş. “Binlerce ölüm belgesinin üzerinden geçtim ve türlü türlü İspanyol gribi vakası buldum,” dedi.“Mesele permafrostun nerede olduğuydu.” 1951’de ordu, gizli bir keşif kapsamında 1918 cesetlerine ulaşmak için Nome’daki Marks Hava Kuvvetleri Üssü yakınlarında bir mezarlıkta kazı başlatmıştı. Ancak kod adı Proje George olan bu misyon tam da bu nedenle başarısız olmuştu: Cesetler permafrost halinde olmadıklarından erimiş, çürümüşlerdi. Alaska’dan sonra Duncan, İzlanda’yı düşünmüş. “Ama onca jeotermal enerjiyle orası fazla sıcak kalırdı,” dedi. “Sonra Norveç’ten dönen bir arkadaşım permafrosttan bahsetti. Heyecanlanmıştım; gribin Norveç’i de etkilediğini biliyordum.”

Duncan’ın odak noktası, Norveç’in yaklaşık altı yüz mil kuzeyinde, Svalbard olarak bilinen takımadalardı. Bunların içindeyse özellikle yüzyılın büyük bir kısmı boyunca Svalbard’ın ana limanı olarak işlev gören, binin üzerinde insanın yaşadığı Longyearbyen kasabasına yoğunlaşmıştı. “Eskiden Svalbard’da kömür madenciliği yapıldığını biliyordum,” dedi. “Norveç Kutup Enstitüsü’yle temasa geçtim. Gerçekten zor bir iş üstlendiğimi söylediler. Hastane İkinci Dünya Savaşı’nda bombalandığı için ellerinde tıbbi kayıt yoktu. Kilise kaydı da yoktu, çünkü ilk papaz 1920’lerde tayin edilmiş. Hiçbir hükümet kaydı da bulunmuyordu, çünkü Svalbard 1925’e kadar resmî olarak Norveç’e bağlı değildi. Ancak kömür şirketinin tutmuş olduğu kayıt defterleri olduğunu söylediler.” Duncan kömür şirketini aradığında onu Longyearbyen’deki bir öğretmene yönlendirmişler. Öğretmeni aramış. Öğretmen 1918 kayıtlarında yedi genç madencinin İspanyol gribi nedeniyle öldüğü bilgisine ulaşmış. Duncan, “Artık yedi adet cesedin varlığını ve bunların Longyearbyen’deki kilise mezarlığında bulunduklarını biliyordum,” dedi. “Papazla temasa geçtim. Mezarların isim taşıyıp taşımadığını öğrenmek istediğimi söyledim. Evet, dedi.”

Yedi madencinin cesetleri muhtemelen tamı tamına korunmuş bir halde olmayacaktır. Uzun süren dondurulma hali yumuşak dokuyu kurutur. Ekibin burada en iyi ihtimalle bulacağı şey aslında yedi doğal mumya olacaktır. Pennsylvania Üniversitesi’nde antropolog olarak görev yapan, aynı zamanda bir mumyalama uzmanı olan Michael Zimmerman bana durumu şöyle açıkladı: “Vücut dondurulduğunda içindeki sıvılar buharlaşır. Bu sürece uçunum (süblimasyon) denir. Sıvı bir hal almaksızın katı olma durumundan gazlaşma haline geçiştir. Dondurucunuza bir tepsi buz küpü koysanız iki hafta bekledikten sonra küçüldüklerini farkedersiniz. Demek istediğim şey bu.” Zimmerman Longyearbyen’deki yedi ölünün muhtemelen, eğer doğru bir şekilde gömülmüşlerse, hayattayken oldukları ağırlığın yaklaşık yarısını, hatta daha çoğunu kaybetmiş olacaklarını tahmin ediyor. Bu durumda cesetler, derileri kemiklerinin üzerine sımsıkı gerilmiş bir halde bulunacaktır ve kaburga kemiklerinin her biri uzun bir süre aç kalmışlar gibi çıkık olacaktır. “Gözler çöker çünkü gözün arkasında çoğunluğu su olan büyük bir yağ yastığı bulunur ve kuruduğunda göz, sokete düşer,” dedi. “Başka her şey gibi dudaklar da muhtemelen gerilemiş olacaktır; dişler daha belirgin bir halde bulunacaktır.” Yine de Zimmerman’a göre eksiksiz bir otopsi gerçekleştirmek mümkün. “Bir sorun görmüyorum,” diye devam etti. “Özellikle bu cesetlerin yalnızca seksen yıl önce gömüldüğü göz önünde bulundurulduğunda. Dokular muhtemelen hâlâ hayli esnektir. Mısırlı mumyalar gibi olmayacaklardır. Eski deri gibi, çok eski bir kitap gibi olacaktır dokular; dikkatli davranmadığınız takdirde ufalanacaktır. Yine de donmuş cesetlerin tamamen kurumaları bin yıl sürdüğü için bu cesetler hâlâ esnek olacaktır. Bunlardan kolayca büyük parçalar çıkarılabilir.”

Yine de bir engel var. Yaz aylarında permafrostun en üst tabakası çözülür. Longyearbyen’de bu katman 1-1,2 metre derinliğindedir. Madenciler bu katmana gömüldülerse—1918’de mezarları kazanlar tundranın derinliklerine doğru, patlatma veya kazma yoluyla, ilerleme zahmetine girmedilerse—cesetler şimdiye unufak olmuştur. Duncan, “Norveç’li yetkililerle temasa geçtim,” dedi. “Cesetlerin ne kadar derine gömülmüş olabileceklerini sordum. Bilgimiz yok, dediler.” Devam etti: “O zamanlar bu topraklar sahipsizdi. Yine de yetkililer o devirde uygulanagelen kazı pratiklerini uygulamış olabileceklerini söylediler, bu da yaklaşık iki metre eder. Papaz iki metre derinlikte olacaklarını söylüyor.”

Bu öylesine bir tahmin değildi. Permafrost söz konusu olduğunda aktif katmanda gömülü olan herhangi bir şey zamanla yüzeye çıkar, yani zeminin süregelen daralma-genişleme hareketiyle yüzeye doğru itilir. Bu nedenle Longyearbyen civarındaki tepelerde iskeletlere rastlamak nispeten yaygındır.

Kasabanın gayri resmi tarihçisi olarak görev yapan Longyearbyen’li lise öğretmeni Kjell Mork der ki, “Avcıların gömüldüğü yerlere giderseniz tabutları sıklıkla toprağın üstünde belirgin bir şekilde bulabilirsiniz.” Duncan’a kömür şirketinin kayıtlarını Mork vermiş. Bu adam, romancı Robertson Davies’ın hık demiş burnundan düşmüş. Evinde neredeyse bütün duvarı kaplayan bir kutup ayısı postu var. “Hep rastladığım bir şey,” dedi.“On altıncı, on yedinci ve on sekizinci yüzyıllarda avcı gruplar 2-3 kişiden oluşurlardı. Cesetleri yeterince derine gömecek durumları olmazdı. Eskiden fiyortun kuzeybatıda kalan köşesinde böyle çok vardı. Ama şimdi yeni bir uygulama etiği var; üstleri tekrar kapatılıyor. Galiba kutup ayıları gidiyordu oraya.” Oysa Longyearbyen kilise mezarlığında yüzeye çıkan bir şey olmamış. Haçlardan birinin yanında, çitlerin sadece birkaç metre ötesinde (insan hacminde bir uyluk kemiği gibi görünen bir parça da dahil olmak üzere) oldukça büyük bir beyaz kemik yığını gördüm. Ancak bunu Mork’a sorduğumda başını salladı. “Ren geyiğidir tahminimce,” dedi. “Ölmek için dağdan inip geliyorlar.”

Duncan’ın çözmesi gereken bir sonraki mesele, gömülmeden önce cesetlere ne olduğuydu. Sonuçta grip virüsü, malum, istikrarsız bir şey. DNA değil, RNA virüsüdür. Yani tek zincirli bir genetik koddan oluşur, çift zincirli değil. Bu yüzden çok daha hassastır. Birisi öldüğü anda vücudu, bu nükleik asitleri ve taşıdıkları genetik bilgiyi parçalamaya başlayan enzimler salar. Herpes veya hepatit gibi bir DNA virüsü, tamamen yok edilmeden önce bir vücutta muhtemelen birkaç gün kalabilir. Ancak grip gibi bir RNA virüsü en fazla on iki ile yirmi dört saat arası kalabilir. Kömür şirketinin müdürü tarafından tutulan raporlar, Longyearbyen’deki yedi cesedin 17 Ekim’e (yani hepsi öldükten on gün sonrasına) kadar gömülmediklerine işaret ediyor. O on günde ne oldu? Cesetler gömülmeden çürümeye başladı mı? Duncan’a, Longyearbyen hastanesindeki temizlik çalışanlarının cesetleri mezarlar kazılıncaya dek dış alanda bulunan bir morga götürmüş olacakları söylenmiş. Cesetlerde RNA artığı bulunması için o yıl Ekim’in ilk iki haftasında havanın yeterli soğuklukta olmuş olması gerekir ki, RNA çözücü enzimler harekete geçmiş olmasın. Hava kayıtlarını kontrol etti. Ekim ayı başında ortalama sıcaklık eksi beş dereceydi. Duncan aradığı örnekleri bulmuştu.

IV — BALMUMU MÜZESİ

İspanyol gribi virüsü yalnızca bir kez ucundan mercek altına alınabilmiş: İki yıl önce Silahlı Kuvvetler Patoloji Enstitüsü’nün bir bölümü olan Ulusal Doku Deposu’nda bulunan bir parça akciğer doku örneği. Depo Maryland’de, Columbia Bölgesi hattının hemen karşısındaki Walter Reed Ordu Tıp Merkezi’ne ait bir ek binanın içinde, eski bir ilkokulun arkasında penceresiz, oluklu çelik sacdan yapılma bir binada bulunuyor. Yanda bir otopark ve bir yükleme iskelesi var. Önde ise bakımsız bir bahçe bulunuyor. Endüstriyel bir antrepoya benziyor. İçeride, en büyüğü küçük, kahverengi karton kutularla dolu yüksek metal raf sıralarıyla donanmış üç oda var. Bu kutuların her birinde formaldehit içinde korunmuş, şeffaf bir parafin kalıba yerleştirilmiş, bir tırnak büyüklüğünde insan dokusu parçaları bulunuyor. Depoda Birinci Dünya Savaşı’ndan daha eskilere uzanan asker otopsilerinden kalma, kimi cam slayt içinde, kimi kutularda, kimi ise bütün olarak korunmuş organlar halinde iki buçuk milyondan fazla numune bulunuyor. Burası dünyanın en büyük ölüm arşivi.

Deponun amiri Al Riddick kırklı yaşlarının ortasında yapılı bir vücudu olan siyahi bir adam. Kel, gözlüklü ve boynunda altın zinciri var. Yaz sonunda depoyu gezmeye gittiğimde Riddick beni ana bölümün arka kısmına götürdü ve rafların birinden bir karton kutu çıkardı. İçinde kabaca 1x1x½ inç ölçülerinde on yedi parafin kalıp vardı. “Bunlar 1958’de yapılan bir otopsiden,” dedi. Balmumunun içinde gömülü benekli, parlak turuncu, şerit biçiminde bir doku örneğini görebilmem için kalıplardan birini yana eğdi. “Bu kalıpta bir beyin örneği var,” dedi. Kutudan başka bir kalıp çıkardı; içinde kurumuş bir kabuk gibi duran koyu kırmızımsı, kabarcıklı bir dikdörtgen bulunuyordu. “Bence karaciğer,” dedi.

Ardından yan odaya girdik. Burada ordunun organ koleksiyonu vardı. Bir laboratuvar tezgahının üstünde kilitli bir poşet duruyordu. İçinde keten bir kumaş parçasına sarılı, ağır gibi duran bir nesne vardı. “Burada büyük bir cerrahi işlem yapılmış,” dedi Riddick. “Bir meme olabilir. Akciğer olabilir. Büyük bir şey. Akciğer gibi görünüyor.” Kaldırdı; olgunlaşıp olgunlaşmadığını anlamak için bir mangoyu tartıyormuş gibi nazikçe elinde evirip çevirdi. “Yok, burada kemik var,” dedi. Yüzünde Peter Lewin’in donmuş bir cesedin içinde testereyle delik açılma işlemini anlatırken gördüğüm soğukkanlı ifade vardı. Riddick’e, ceset parçalarıyla dolu bir yerde çalışmak seni hiç ürküttü mü, dedim. Kafasını hayır anlamında salladı. “Evlat,” dedi. “Ben bir Vietnam savaşçısıyım. Beni hareket edebilen insanlar rahatsız ediyor.”

Mart 1995’de, enstitünün moleküler patoloji bölümü başkanı Jeffery Taubenberger, İspanyol gribi kurbanlarından herhangi bir doku örneği olup olmadığını öğrenmek için depoyu aramış. Taubenberger’inbir “grip adamı,”olduğu söylenemez; yaşamlarını grip araştırmalarına adamış olan bir avuç bilim insanından biri değil. Ancak kendisi, korunmuş doku örneklerinden genetik bilgi geri kazanımı sanatında dünya çapında bir uzmandır. Dondurulmuş ceset arayan bilim adamlarının İspanyol gribini ne kadar bulma şansları varsa kendisinin de o kadar bir ihtimale sahip olduğunu görmüş. Arşiv görevlileri Taubenberger’e ellerinde yüz yirmi adet grip kurbanının otopsi örneği bulunduğunu bildirirler. Fakat doku örneklerinden bazıları cam slaytlar arasında mikroskopik dilimler halindedir ve yeterli malzeme sunmazlar. Taubenberger’in istediği, balmumu kalıpta olanlardır;bu da sayıyı yetmişe düşürür. Projede onunla birlikte çalışan bir teknisyen olan Ann Reid’le birlikte yetmiş vakanın içinden rastgele otuz tane tıbbi kayıt seçerler. Bunların içinden, hastalıkları hızlı bir şekilde ilerlemeyen vakaları elerler. İzledikleri teoriye göre bu askerler öldüklerinde virüsün ciğerlerinde olma ihtimali daha azdır. Böylece ellerinde yedi vaka kalır. Başlamaya hazırdırlar.

V — VİRAL SEKS

Taubenberger ve Reid hepsinden akciğer örnekleri alarak işe koyulurlar. Her kalıbın bir kenarından mikroskopik incelikte bir dilim kesilir. Taubenberger bunu bana anlatırken, “Dilimi alıp bir test tüpüne koyar, balmumundan da bir şekilde kurtulursunuz,” dedi. “Tüpün içinde dokuyu hızlıca döndürürsünüz ki bütünüyle dibe yerleşsin. Zarları ve proteinleri yok etmek için kimyasal karışımlar içinde dijeste olmalarını sağlarsınız. Bir dizi kimyasal arıtma işleminden geçirirsiniz. Sonunda elde ettiğiniz şey RNA ile dopdoludur.” Bir yıl boyunca Taubenberger, Reid ve ekibinin diğer üyeleri, doğru malzemeyi izole edebilecek ve ellerindeki küçük doku parçalarını mümkün olduğunca esnetebilecek bir genetik analiz yöntemi bulup bu yöntemi kusursuzlaştırmak için çalışırlar. RNA’nın hassas yapısı göz önüne bulundurulduğunda bu kolay bir iş değildir. Hiç kimse bu kadar eski bir örnekten RNA geri kazanım işlemi gerçekleştirmemişti. Geçen yılın başlarında bu yedi örneği test etmeye başlarlar. Biri pozitif çıkar.

Taubenberger’ın vücut yapısı sırım gibi, kasları gergin. Gür koyu kahverengi saçları var. Sakin, dikkatli bir tavır sergiliyor. Eksiksiz cümleler kuruyor, bunları eksiksiz paragraflar içine yerleştiriyor. En çapraşık mevzuları dahi apaçık bir şekilde anlaşılır hale getirene dek bunu yapmaya devam ediyor. Taubenberger’i Reid’le birlikte enstitüdeki ofisinde gördüm. Başlangıçta Başkan Eisenhower için nükleer bir sığınak olarak inşa edilen enstitü binası bodur, beş katlı beton bir barınaktı. Binada pencere yoktu, hırpalanmış beton bir kapı vardı sadece. İç duvarlar kafa karıştıran, sarı fayanslarla kaplıydı. Taubenberger, Reid ve ben bir çember halinde oturduk. Oda o kadar küçük ve dağınıktı ki ayaklarımız neredeyse birbirine değiyordu. Taubenberger, “Yirmi bir yaşında bir er,” dedi. “Güney Carolina, Fort Jackson’da öldüğünü biliyoruz. New York’dan geldiği kanısındayım. Öncesine ait tıbbi geçmişi yok. Fort Jackson’da pandeminin tırmandığı dönemde hastalığa yakalanmış. Hızlı bir çöküş yaşamış. Hastaneye ağır bir zatürre halinde başvurmuş. Altı gün sonra, 26 Eylül günü sabah altı buçukta ölmüş. Otopsisi öğle saatlerinde yapılmış.”

Askerden alınan numuneyle İspanyol gribiyle ilgili soruların çoğuna cevap bulunabileceğini düşünebilirsiniz. Bir anlamda bu doğru da. Taubenberger ve Reid şimdiye kadar askerdeki virüste bulunan genlerin yaklaşık yüzde on beşini deşifre ettiler. Yaptıkları çalışmalar sayesinde İspanyol gribi hakkında bazı ön sonuçlara ulaşıldı. Örneğin İspanyol gribinin—en azından kısmen—bir kuştan (muhtemelen bir yaban ördeğinden) kaynaklandığı hipotezine ulaşıldı. Su kuşları, virüs için virologların “rezervuar” dediği şeyi temsil ediyor. Bilinen enflüenza alt tiplerinin çoğunu—belirgin bir kötü etki olmaksızın—taşırlar ve hepsini dışkılarıyla birlikte atarlar. Böylece bunları toprak ve su yoluyla sair hayvan krallığına yaymış olurlar. Gribe yakalanan bütün hayvanlar—atlar, dağ gelincikleri, foklar, domuzlar ve diğerleri—ve de insanlar, hastalığı muhtemelen temelde kuşlardan alıyor.

Memphis, St. Jude Çocuk Araştırma Hastanesi’nde görev yapan öncü virolog Robert Webster, “Kanada’da yılın bu zamanında kış öncesi güneye göç etmek üzere olan yaban ördeklerine bakacak olursak, yüzde otuz kadarı muhtemelen griptir,” dedi. “Gribi suya boşaltıyorlar. Kanada’daki göllerden numune alacak olursanız envai çeşit kuş gribi bulursunuz.” Bu durumda 1918 baharından önce bir tarihte, grip taşıyan bir ördek dünyadaki yerleşim yerlerinden birinin üstünden uçarken veya burada yuva yaparken bir yerlere dışkısını bırakmış olmalı. Aslında pandemi, ilk vakanın rapor edildiği yerde (CampFunston) başladıysa, tetikleyici durum muhtemelen Kansas veya civarında bir yerde gerçekleşmiştir.

Bu kuş virüsü, muhtemelen doğrudan bir insanı enfekte etmedi, çünkü insanlar genelde gribi doğruca kuşlardan kapmaz. Virüslerin böyle bir özelliği var. Virüs bir hücreye, reseptör olarak adlandırılan parçaya yapışmak suretiyle bulaşır ve onu ele geçirir. Ancak—bildiğimiz kadarıyla—insanlarda kuş gribi için bir reseptör yok. Peki 1918 virüsü ördeklerden insanlara nasıl bulaştı? Taubenberger’e göre bir olasılık, gribin domuz vasıtasıyla bulaşmış olması—incelediği genlerden biri klasik domuz gribi gibi görünüyormuş. Bu mantıklı, çünkü domuzlar istisnai bir şekilde hem insan hem de kuş gribi reseptörlerine sahipler; bu da onları türler arası mükemmel bir köprü kılar. Öyleyse belki de gribe yakalanan ördek, dışkısını bir ahıra bıraktı, bir domuz da toprağı burnuyla eşelerken enfekte oldu, sonrada virüsü bir çiftçiye geçirdi.

Yine de bu kadar basit değil, çünkü Taubenberger tarafından analiz edilen bir başka grip geni, insan gribinden aktarılmış gibi görünüyor. Diğer bir deyişle bu sadece bir domuzun bulaştırdığı kuş gribi değildi. İspanyol gribi pekâlâ, bir şekilde birbirine karışmış olan kuş, domuz ve insan griplerinin toplamı olabilir. Domuz, birine yakalandığında diğerine zaten yakalanmış olmalı: Çiftçiye geçirdiği şey melez bir şeydir.

Bu göründüğü kadar zorlama bir tahmin değil. Bir grip virüsü, bir torbanın içine atılan yapboz parçaları gibi çok gevşek bir şekilde toplanmış sekiz adet gen segmentinden oluşur. Bir domuz aynı anda kuş ve insan gribi ile enfekte olmuşsa, ördekten gelen sekiz yapboz parçası ve insandan gelen sekiz yapboz parçası birlikte aynı torbaya atılmış, ortaya tamamen yeni bir bulmaca çıkmış demektir.

Bazı bilim insanları iki virüsün böylece birleşmesine, “viral seks,” diyor; ki bu yerinde bir adlandırma, çünkü insan türünün üremesinde olduğu gibi burada da yavrular anne ve babadan geçen genleri paylaşırlar. Birçok grip uzmanı ayrı türlerin böyle beklenmedik bir şekilde etkileşimini, dünyayı periyodik olarak kırıp geçen neredeyse bütün pandemi suşlarının ortaya çıkma nedeni olarak değerlendiriyor. Örneğin Hong Kong gribi, normal bir insan virüsünden yedi adet genin bir adet ördek geniyle bir domuzda birleşerek yeni ve çok fena bir melez oluşturmasından ibaretti. Asya gribi de aynı türden bir yapı değişimi sonucu ortaya çıkmıştı.

Taubenberger elindeki örnekten yola çıkarak herkesin bilmek istediği, İspanyol gribini bu kadar yıkıcı kılan şeyin ne olduğu sorusunu yanıtlayamazdı. Yerli kümes hayvanlarında ölümcül olduğu kanıtlanmış grip suşlarına bakıp ölümcüllük nedenlerini neredeyse tamamen, genlerden birinde gerçekleşen bir insersiyon mutasyonu işleminden bahsederek açıklamak mümkündür—virüsün hemen her hücreye saldırmasına olanak tanıyan tuhaf bir genetik arıza. Öne sürülen bir düşünce İspanyol gribinde de aynı mutasyonun söz konusu olduğunu savunuyordu. Ancak Taubenberger durumun böyle olmadığını kanıtladı. Asker virüsünün ilgili parçası bu tür bir anomali göstermemiş. Bu demektir ki İspanyol gribinin ölümcül olmasının sırrı muhtemelen başka bir yerde saklı. Belki Taubenberger ve Reid’in henüz incelemedikleri genlerden birindedir. Ya da tek bir mutasyon değil, algılanması güç bir şekilde birleşmiş birden fazlası söz konusu.

Webster, “Unutmamalı ki Taubenberger’in elindeki virüs yalnızca bir öncü olabilir,” dedi. “Şimdiye kadar elimizde bir tane virüs var. Bu, pandeminin evrim sürecinin başlarında etkin olan bir virüs olabilir. Lavuğu ele geçirdik mi ki? Birden fazla virüse ihtiyacımız var. Bir tane yetmez.” Elinde öncesine veya sonrasına ait bir örnek olsa, Taubenberger virüsün yaz boyunca onu öylesine ölümcül bir hale getiren ne tür değişikliklere maruz kaldığını öğrenebilir. Yine başka bir coğrafyaya ait, birazcık farklı bir evrim geçirmiş bir suş bulmak da çok iyi olur. Bu sayede Taubenberger farklılıkları eleyip virüslerin yalnızca ortak olarak taşıdıkları özelliklere odaklanabilir. Ancak böyle bir virüsü bulmanın çetin iş olduğu görüldü:Anlaşılan o ki Birinci Dünya Savaşı’ndan kalma otopsi örneklerine sıkıca tutunma konusunda böylesine bir gayreti yalnızca Amerikan Ordusu sergilemiş. Almanya’da ünlü bir patoloji arşivi vardı, o da İkinci Dünya Savaşı’nda tahrip edildi. İngiltere’de bulunan bir avuç örnekten henüz bir şey çıkmadı. Taubenberger İspanya’da ve İtalya’da biraz nabız yoklamış, bir şey bulamamış. Ona Rusya’yı sordum, çünkü Ruslar da tıbbi kayıt tutma konusunda öncülerdi. Reid’le birlikte kahkahayla gülmeye başladılar. Taubenberger, “Hastalık Kontrol Merkezleri’nde Rus bir epidemiyolog var. Oradayken ona biraz meseleyi anlattım,” dedi. Bu noktada, kalın bir Rus aksanı çıkarabilmek için sesini bir oktav düşürdü ve, “Ekim 1918,” dedi. “Rusya için çok kötü bir dönemdi. Çok kötü.”

Bu bahar Taubenberger, Atlanta’daki Hastalık Kontrol Merkezleri’nde (CDC) İspanyol gribi konulu bir konferansta Duncan’la tanışmış ve ekibine katılmayı kabul etmiş. Duncan’ın topladığı her tür dondurulmuş numune Taubenberger’in laboratuvarında analiz edilecek. Birinci örneği anlamaya yardımcı olacak ikinci bir İspanyol gribi virüs örneği için en iyi fırsat, Longyearbyen permafrostunda bekliyor olabilir.

VI — KAYMA VE SAPMA

Her yıl kışın başında Gıda ve İlaç İdaresi (FDA), Grip Toplantısı olarak da bilinen etkinliğe ev sahipliği yapar. Toplantının amacı, İspanyol gribi tekrar edecek olursa buna hazırlıksız yakalanmamamızı sağlamak. Bu yıl toplantı 30 Ocak’ta Maryland, Bethesda’da Holiday Inn,Versailles Balo Salonu’nda gerçekleşti. Sabah sekizde başlayıp dörtte bitti. Oditoryumun ön kısmında yirmi kadar tıp uzmanı uzun bir masanın arkasına geçip oturdu. Yan tarafta Hastalık Kontrol Merkezleri ve Dünya Sağlık Örgütü (WHO) yetkililerinin gün boyunca sunum yaptıkları bir kürsü vardı. Geniş bir seyirci kitlesi bulunuyordu—yüzün üzerindeydiler. İçlerinde dünyanın dört bir yanından gelen kamu sağlık görevlileri ve önümüzdeki sonbaharda grip aşısının ne tür grip suşları içereceğine dair devletten bilgi almaya hevesli aşı üreticileri bulunuyordu. Kameralar toplantıya katılamayanlar için gelişmeleri kayda aldı. FDA’nın her yıl düzenlediği, günboyu süren düzinelerce konferanstan hiçbiri bu kadar önem taşımıyor.

Bu yılki toplantının ilk iki konuşmacısı CDC grip şubesi, gözetim bölümündendi—bu şube grip dünyasının gözü-kulağı niteliğindedir. Grip gözetimi büyük önem taşır çünkü grip virüsü çok çeşitlidir. Bütün grip virüslerinin dışında koruyucu zar bulunur—hemaglütinin (h) ve nöraminidaz (n) olarak bilinen iki proteinden oluşan bir kılıf. Mikroskop altında bir grip virüsünü böyle tanıyabilirsiniz. Ancak en az on beş çeşit h ve dokuz çeşit n vardır ve bir gruba ait olan herhangi bir protein çeşidi öteki gruptan bir protein çeşidiyle birleşip farklı bir virüs ailesi oluşturabilir. Son yirmi yıldır dünyaya iki grip ailesi hakim: 1968 Hong Kong gribi soyundan gelenler ve 1977 Rus gribi. Bunlar her yıl düzinelerce yavru doğuruyor. Ayrı ayrı virüsler halinde meydana gelen genetik varyantlar kişiden kişiye yayılıyor. İnsan bağışıklık sisteminin hep bir adım önünde olmak için de sürekli değişiyorlar. Böylece yavrulamak suretiyle yeni bir virüs oluştuğunda virologlar ana virüste “kayma” (drift) olduğundan söz ederler. Bununla birlikte her zaman, başka bir kuş türünün bir domuzun içindeki insan suşuyla karışması ve büsbütün yeni bir ailenin ortaya çıkması olanak dahilindedir. Bu gibi durumlar için virologlar virüste “sapma” (shift) olgusundan bahsederler.

Gribi öylesinde tehlikeli yapan, bu biteviye kayma ve sapma durumudur. Grip her yıl aynı kalsaydı çocuk felci aşısında olduğu gibi hayatınızda bir kez aşı olmanız yeterli olurdu. Grip sürekli değiştiği için Dünya Sağlık Örgütü geniş kapsamlı bir uluslararası gözetim ağı kurmak durumundaydı. Her gün Moskova, Berlin, Iowa City veya uzak bir Çin eyaletinde doktorlar, grip hastalarından boğaz ve burun örnekleri alıyor, bunları plastik vial şişelere koyuyor ve test edilmek üzere laboratuvarlara gönderiyorlar. Laboratuvarlar en ilginç vakaların izolatlarını CDC’ye veya Tokyo, Melbourne ve Londra’da WHO ile çalışan üç ulusal laboratuvardan birine gönderiyorlar. Bunu virüs aile ağaçlarının çıkarılmasını sağlayan detaylı analizler takip ediyor.

Bilinen her h ve n alt tipi tanımlanmış ve numaralandırılmıştır. Bilinen her suş da ilk izole edildiği şehir veya yerin adıyla etiketlenmiştir. Örneğin geçen kış grip olduysanız muhtemelen h3n2 A/Wuhan/359/95 virüsüne yakalanmışsınızdır: 1995 yılında Çin’in Wuhan bölgesinden izole edilen üç yüz elli dokuzuncu örnek olan tip-3 hemaglütinin ve tip-2 nöraminidazlı bir virüs. (Wuhan’lar geçen yıl bayağı hacimliydiler.) Öte yandan gribe iki yıl önce yakalandıysanız muhtemelen h3n2 A/Johannesburg/33/94’e çok yakın bir şey geçirdiniz.

Grip Toplantısında CDC, virüsün geçen yıl nerelere gittiğini ve hangi şekillere büründüğünü gösteren bir yol haritası sundu. Harita fevkalade ayrıntılıydı. Grip virüsünün gidişatını, durakladığı yerlerde insanları enfekte edip yoluna devam eden kötü niyetli bir otostopçunun hikayesini dinler gibi takip ettik. CDC’nin gözetim bölümü başkanı Helen Regnery, toplantıda yaptığı açıklamada h3n2 suşunun geçtiğimiz yıl Amerika’da seyrini anlatırken, “Şubat ayında USS Arkansas gemisinde öyle beter bir salgın meydana geldi ki, gemi limana geri dönmek zorunda kaldı,” dedi. “Gemide bulunanların neredeyse yüzde yüzü, farklı derecelerde hastalığa yakalanmıştı.” Ekrana yansıtılan sunumda Amerikan h3n2 ailesinden geldiği bilinen bütün yavru virüslerin bir listesi vardı. Regnery bir başka suşa işaret etti. “Alaska/02, Temmuz’da izole edilmiş. Sporadik bir vakadan geliyor, dizileme işlemi tamamlandı ve ağaç haritasında yerini alacak. Hawaii’de Temmuz ayında bir huzurevi salgını meydana geldi ve virüsün faaliyetinde artış gözlemlendi. . . . Wisconsin’de bir üniversitede Eylül ayında bir salgın yaşandı. New York/43 Kasım ayında HIV pozitif bir hastadan yayılmıştır.” Bunu New Jersey, ardından da Indiana ve Texas izledi.

Regnery’nin yol haritası FDA’ya ve aşı üreticilerine gelecek grip sezonu için bir rehber sunmayı amaçlıyordu. Aşılar temelde kimyasal olarak etkisiz hale getirilmiş belirli dozda bir virüsten oluşur. Etkisiz halde olan bu virüs bağışıklık sistemini, hastalığa neden olmadan stimüle eder. Hangi virüs suşunun kullanılacağına dair karar vermelerine yardımcı oluyordu. Ancak yüz milyon insanı aşılamak istiyorsanız, yüz milyon grip aşısı hazırlamaya yetecek kadar virüs üretmeniz gerekir, bu da zaman alır. İlaç şirketleri virüsü tavuk yumurtalarında üretiyor. Embriyonun ve yolkun üstünde bulunan hava kesesine mikroskobik bir damla grip virüsü enjekte ediyorlar. Keseden içeri, besin dolu zar içinde virüs büyümeye başlıyor. İki-üç gün sonra o ilk damlacık bir çorba kaşığı miktarına gelmiş oluyor. Bu noktada yumurtaların tepeleri kesiliyor ve virüs dışarıya çekiliyor. Ülkenin en büyük grip aşısı üreticilerinden Wyeth-Ayerst’te yönetici olarak çalışan Mary Ritchey, şirketinin tek seferde yüz elli bin yumurta kullanabildiğini, bundan iki yüz elli galon saf virüs elde edilebildiğini söyledi. Bütün ülkeye yeterince virüs sağlamak için aşı üreticilerinin bu partilerden (batch’lardan) düzinelerce yapmaları gerekiyor. Bu da toplamda milyonlarca yumurta ister. Daha sonra virüsün arındırılması, test edilmesi, FDA tarafından işleme sokulması gerekiyor. Sonrasında paketlenmeli, etiketlenmeli ve ülke çapında kliniklere gönderilmeli—en az altı aylık bir süreç.

İlaç şirketlerinin ellerinde sonbahar grip sezonu için hazır bir grip aşısı olacaksa, Şubat veya Mart aylarına kadar hangi suşların kullanılacağını öğrenmiş olmaları gerekiyor. Bu demek oluyor ki WHO’nun uluslararası gözetim ekipleri, bir önceki kış mevsiminde yaptıkları gözlemlere dayanarak sonbaharda neler olacağını tahmin etmek zorundalar. On veya yirmi yıl önce böyle tahminler hatalı olmalarıyla meşhurdu: Yaz aylarında bir grip aşısı hazırlanır, hazırlanan aşı ise sonbaharda ortaya çıkan grip suşlarına karşı çok düşük koruma sunardı. Geliştirilmiş bir gözetim sistemi ve daha sofistike genetik analiz süreçleri sayesinde durum artık değişti. CDC her yıl Grip Toplantısı’nda yapılan tahminlerin sonbahardaki gerçek gribe ne kadar yakın olduğuna bağlı olarak kendini notlandırır. Son dört yıldır bu notlar mükemmel.

İspanyol gribi türünden bir şeyle yeniden karşılaştığımızda bizi koruması için başvuracağımız sistem budur. Günümüzde dünya nüfusu üzerinde etkin olan bütün grip türleri h1n1 veya h3n2’dir. Grip Toplantısı’nda CDC tarafından sunulan yol haritası neredeyse tamamen bu iki aile içindeki genetik kaymayı anlatıyordu. WHO laboratuvarı veya CDC, h1n1 veya h3n2 ailelerinden olmayan bir grip bilgisi alacak olursa dakikasında alarm sesleri duyulacaktır. Gözetim sistemi ayrıca, dünya üzerinde gribin yaygın olduğu, pandemi suşlarını yaratan, türlerarası hareketin gerçekleşme olasılığının yüksek olduğu bölgeler üzerinde özellikle yoğunlaşır. Aslında Çin üzerine odaklanır: İnsan sayısınca ördek bulunan, domuzların sıklıkla yabani ve evcil kümes hayvanlarına yakın çiftliklerde yetiştirildiği ülke. Son iki pandeminin kaynağı Çin’di. Çoğu gözlemci bir sonrakinin de buradan başlayacağını düşünüyor. Muhtemelen ülkenin doğu kıyısı boyunca, bir de iç kısımda Gansu eyaletinden güney sahildeki Guangxi’ye uzanan kavisli bir bölgede, ördeklerin dinlenme yeri olan bataklık alanlarda meydana gelecek. Son birkaç yıldır Hastalık Kontrol Merkezleri, Çin’de on adet grip laboratuvarı için fon sağladı. Çin’den CDC’ye her sene gönderilen suşların sayısı birkaç yıl önce bir düzine civarındayken şu an iki yüze ulaşmış durumda.

Belki daha da önemlisi, grip gözlemcileri ne zaman yeni ve kötü grip suşları için teyakkuz haline geçeceklerini hissedebiliyorlar: Büyük ölçeklerde yaşanan her türlü toplumsal değişim bir salgın üreme alanı olarak işlev görebilir. Muhtemelen İspanyol gribinde de böyle oldu: 1918 virüsü h1n1’e sapma sonucu olarak meydana gelmişti. Ancak bu tek başına virüsün öldürücü özelliğini açıklamaz. 1957 Asya gribi salgınında h1n1’den h2n2’ye bir sapma olmuştu ama o zaman o kadar insan ölmedi. İki salgın arasındaki fark muhtemelen Birinci Dünya Savaşı’ydı.

Amherst College’de biyolog olarak görev yapan Paul Ewald’ın, 1994 tarihli şahane kitabı Bulaşıcı Hastalıkların Evrimi’inde ifade ettiği gibi, normal şartlar altında herhangi bir grip ailesinin en ılımlı suşları her zaman galip çıkar. Çünkü ağır gribe yakalanan insanlar eve gidip yatağa giderler. Hafif suşların enfekte ettikleriyse işlerine devam ederler, otobüse binerler ve sinemaya giderler. Başka bir deyişle, ağır bir grip hastasındansa virüsü, hafifçe hasta birinden yakalama olasılığınız daha yüksektir, çünkü hafif grip geçiren birine rastlama olasılığınız ağır bir grip hastasına rastlama olasılığınızdan daha yüksektir. Ewald der ki, 1918’de savaş bu durumu terse çevirdi. İspanyol gribi yaz sonunda Fransa’da kötü bir hal aldı. Siperlerde bulunan askerler arasında yayılan hafif bir grip suşu siperlerde kaldı, çünkü askerlerin hiçbiri görevini bırakmak zorunda kalacak kadar hasta değildi. Oysa elden ayaktan düşüren bir suş nedeniyle, buna yakalanan asker, içi kalabalık bir birlik taşıma aracıyla denizaşırı sevk edilmiş, ardından daha da kalabalık bir hastaneye yatırılmıştı. Burada başkalarını enfekte etmek için her türlü fırsat vardı. Savaşlar, mülteci kampları ve kalabalık kentler en ağır grip türlerine çok büyük evrimsel avantaj sağlar. Çin’de bir daha iç savaş olacak olsa, grip gözlemcileri tam teyakkuz haline geçer.

Bununla birlikte, salgın hazırlığımızın kusursuz olmadığını görmek hiç de zor değil. Örneğin yeni suş ilkbaharda değil de yaz ortasında ortaya çıkarsa ne olacak? Bu koşullar altında sonbahara nasıl aşı yetiştirilebilir? Belirli olmayan nedenlerden ötürü ılıman bölgelerde bütün grip türleri en okkalı vuruşlarını sonbaharda yapma eğiliminde oluyor. Peki ya virüs, iyi bir gözetimin söz konusu olduğu Çin’de değil de, ne CDC’nin ne de başka bir WHO merkezinin grip suşlarını izlemelerine olanak sağlayacak altyapıya sahip olmadığı bir yerde, mesela Afrika’da ortaya çıkarsa? En rahatsız edici şeyse, bir virüsün türünü ve kaynağını bulmanın size yeterli bilgi sunmaktan hâlâ uzak olduğunu bilmek.

Mesela bu yıl 10 Mayıs’ta Hong Kong, Yeni Bölgeler’de üç yaşındaki bir çocuk grip oldu. 21 Mayıs’ta öldü. Görünen o ki bu, Reye sendromuyla birleşmiş, alışılmadık ve şiddetli bir viralpnömoni vakasıydı. Çocuğun vücudundan rutin bir solunum örneği alındı ve Hong Kong, Kraliçe Mary Hastanesi’nde analiz edildi. Alınan örnek h1n1 ya da h3n2 gibi durmuyordu. Buna şaşıran doktor, örneği Temmuz başlarında Hastalık Kontrol Merkezleri’ne, bir de Hollanda ve Londra’daki diğer grip laboratuvarlarına gönderdi. CDC’den Helen Regnery dedi ki: “Doktor, elinde deneklerde farklı reaksiyon gösteren bir virüs olduğunu söyledi. Böyle durumlar bazen olur. Uslu durmayan bütün virüsler hemen buraya gönderilir. Ama o zaman tepkinin yapısı bize bunun bir insan suşu olabileceğini düşündürmüştü. Sonra Hong Kong’dan aynı şekilde tepki veren bir parti geldi. Artık durum tehlike sinyali veriyordu: Doktor iki tane daha tespit etmişti. Bana bir e-mail gönderip o spesifik izolatı saptayabilir miyiz diye öğrenmek istedi.” Ağustos ayının ilk Cumasıydı. Laboratuvar personeli hafta sonu boyunca çalıştı. Regnery Pazartesi günü Hollanda’daki grip laboratuvarı araştırmacılarından bir telefon aldı. Çocuğun virüsünü tanımlamışlardı. Daha önce insanlarda görülmemiş saf bir kuş gribi türüydü: h5n1. “Hasta tavuklarla doğrudan temas etmiş olabilir,” dedi Regnery. “Anaokulunda tavuklar varmış. Bunu geçen gece bir konferans bağlantısında öğrendik. Oradaki epidemiyologlar kreşi buldular ve bazı hasta tavukların varlığını saptadılar.”

Geçenlerde CDC’yi ziyaret ettiğimde, Regnery ve konuştuğum diğer kıdemli CDC yetkilileri, olayı tartışırken panik havası yaratmamaya özen gösteriyorlardı. Hong Kong’dan buna müteakip olarak gelen iki izolatın insan gribi olduğu ortaya çıkmış. Anaokulundaki diğer çocukların hiçbiri de hastalanmamış. Çocuk ölmeden hemen önce ailesinden bazı kişilerin hafif solunum rahatsızlıkları varmış, ancak hiçbiri aynı gribe yakalanmamış. Kısa süre önce üç epidemiyolog ve bir virologdan oluşan bir CDC ekibi,üç haftalığına gittikleri Hong Kong ve Çin anakarasına yaptıkları yolculuktan döndü.Yerel sağlık yetkililerinin araştırma yapmasına ve başkalarının maruz kalıp kalmadığını görmek için serum örnekleri toplamasına yardımcı olmak için gitmişlerdi. Şimdilik ortaya çıkan bir şey yok. CDC’de üst düzey bir epidemiyologolan Nancy Arden, “Bir pandemi olması için, nüfusun tamamının veya çoğunun bağışıklığı olmadığı ve insandan insana yayılabilen bir suş olmalı,” dedi. “Şimdiye kadar bu durum ikinci kriteri karşılamış değil.”

Bununla birlikte, durum biraz rahatsız ediciydi. Ördekler dünya üzerinde hemen her kıtanın üstünden uçuyor ve kara kütlelerini, dalış bombardımanı uygulayarak grip virüsüne maruz bırakıyorlar. Virüsü tavuklara geçiriyorlar. Tavuklarsa her gün insanlarla yakın temas halindeler—çiftliklerde, tavuk pazarlarında, tavuk işleme tesislerinde. Elbette kuş gribi insanları enfekte edemediği müddetçe bu durum konumuzun dışında kalır. Peki ya Hong Kong vakası artık insanları doğrudan enfekte edebilecek kuş gribi suşlarının var olabileceği anlamına geliyorsa? Arden diyor ki, “Kuş suşlarının, insanlarda üreyebilecekleri ve kuştan insana bulaşabilecekleri şekilde evrilipevrilmeyeceği hâlâ cevap bekleyen bir soru. Bir kuş virüsü bir memeliye ulaşırsa evrimin hızlanması imkân dahilindedir. Kimse bunun bir sonraki salgınının başlangıcı olduğunu söylemiyor; bu yönde bir panik durumu söz konusu değil. Yine de bu kimsenin ilgisiz kalmak isteyeceği bir şey değil.”

Sonra, çocuğun kaptığı grip türü var. H5 tipi kuş gribi 1983’de Pennsylvania’daki evcil tavuklara (görünen o ki yaban ördeklerinden) geçen suş olarak virologlar arasında iyi bilinir. Başlangıçta zararsızdı. Ancak dev ticari tavuk depolarında tavuktan tavuğa hızla geçerken alışılmadık bir mutasyon geçirdi. Virüs yalnızca tavukların bağırsak yolu hücrelerine bulaşmak yerine, bir tavuktaki tüm hücreleri enfekte edebilecek şekilde sistemik bir hal aldı. Tavukların gözleri şişti. Nefes almakta zorluk çekiyorlardı. Artık yumurtlamıyorlardı. Zayıfladır. Bazı vakalarda gözlerde ve bacaklarda kanlı benekler oluştu. Otopsi yapıldığında boydan boya iç kanama geçirdikleri ortaya çıktı. Birkaç ay içinde on yedi milyon tavuk ya ölmüştü ya da imha edilmeleri gerekmişti. Grip uzmanı Robert Webster, “Tavuk Ebolasıydı,” dedi. O çocuğun h5’i, insanlar üzerinde aynı yıkım gücüne sahip görünmüyor. Ama öyle olan başka bir h5 türü var mı? Varsa, bu virüsteki hangi genetik ipuçları bize yardımcı olur? Bir sonraki pandemi için yaptığımız hazırlıkların arkasında yatan cevaplanmamış büyük soru budur. Elbette İspanyol gribi arayışının arkasındaki cevaplanmamış büyük soru da budur. Tam olarak öğrenmek istediğimiz şu: Gribi katile dönüştüren nedir?

Longyearbyen’e varmak için Oslo’dan havalanıp yaklaşık bir buçuk saat uçtuktan sonra Norveç’in kuzey kıyısındaki küçük bir kasaba olan Tromsø’ya gelirsiniz. Ardından Norveç Denizi’ni aşarak doksan dakika daha uçup Longyearbyen havaalanına inersiniz. Gezinin ikinci ayağı Forsete’nin yetmiş dokuz yıl önce takip etmiş olduğu rotanın, hava yoluyla üstünden geçiyor. Bu olağanüstü bir yolculuk. Önce Norveç Denizi’nin dalgalı, buz gibi suları. Ardından Arktik sisi yarıp çıkan ürkütücü dağlar ve Svalbard’ın buzulları. Longyearbyen, Svalbard’ın en güneyinde bulunur—Spitsbergen adasının saçaklarına sıkışmış, beyaz bir battaniye üzerinde küçük, gri bir leke. Gökyüzü açıksa, havadan bakınca sanki Kuzey Kutbu’nu seçebilirmişsiniz gibi görünüyor.

İspanyol gribini böylesine tuhaf kılan da bu—sen onca kişiyi öldür sonra izini dünyanın bir ucunda arasınlar. Crosby, pandemi üzerine yazdığı kitabın son bölümünde bu durumun Amerika’nın belleğinden silinmiş olmasına karşı hayretini belirtiyor. Diyor ki, 1919-21 Periyodik Yazını seçkisinde beyzbol hikayelerinden alıntılara 13 inç uzunluğunda bir alan ayrılmış. İçki Yasağı’na 47 inç, Bolşevizme 20 inç ve gribe 8 inç uzunluğunda bir yer verilmiş. Atlas Okyanusu’nu, içinde her gün askerlerin İspanyol gribinden öldüğü bir asker gemisi üzerinde aşan John Dos Passos, 1919 isimli romanında gribe sadece bir kez atıfta bulunuyor. Kurgu diliyle aktardığı, savaş anılarını anlatan Üç Asker isimli eserindeyse pandemiden kısaca bahsedip geçiyor. Salgın, durumun vehametine ilk elden tanıklık etmiş olmalarına rağmen Fitzgerald, Faulkner ve Hemingway’in yazılarında da büyük ölçüde kayıp. “1918 sonrası dünyaya gelmiş olan ortalama bir üniversite mezunu on dördüncü yüzyılın Kara Veba’sı hakkında I. Dünya Savaşı pandemisinden daha fazla şey biliyor,” diye yazıyor Crosby. Bunun için bazı açıklamalar sunuyor. Sonunda virüsün mecazen ortadan kaybolmasının fiilen ortadan kaybolmasına paralel olduğu neticesine ulaşıyor: Virüsü hatırlamıyoruz çünkü ortada yok. Longyearbyen keşif seferi başka hiçbir şeye yaramasa dahi, İspanyol gribine hafızalarımızda tekrar yer açmak için gösterilen bir çabadır.

Kirsty Duncan geçen baharda Svalbard’a ilk yolculuğunu gerçekleştirdi. Bu tarihten yedi ay önce Svalbard valisine yazmıştı. Vali de Norveç’te medikal araştırma yapan çevrelerle, Longyearbyen kilisesiyle, kilise konseyiyle, piskoposla, belediye meclisiyle ve kurbanların aileleriyle temasa geçmiş, her birinden onay almıştı. Mayıs’ta Norveç’e uçtu. “Papazı görmeye gitmeden yaklaşık bir gün önce Longyearbyen’a gelmiştim. Yardımını isteyeceğim şey yüzünden onunla yapacağım görüşme beni hayli endişelendiriyordu,” dedi. “Kendimi tanıttım,‘Sizi veya kiliseyi hiçbir şekilde rencide etmemiş olduğumu umuyorum,’ dedim. ‘Hayır,’ dedi.‘Bu heyecan verici, bu önemli bir çalışma. Yapılması gerekir.’Sözleri beni çok rahatlattı. Ardından mezarlığa gidip gitmediğimi sordu. Hayır; sizinle konuşmadan oraya gitme hakkım yoktu, dedim.‘Git,’ dedi.”

Mezarlık, kiliseden çıkınca dağa paralel bir şekilde uzanan çakıllı bir yolda on dakikalık yürüyüş mesafesinde bulunuyor. Suyu ve rıhtımları arkanızda bırakıp buzullara doğru yürüyorsunuz. Yol boyunca mezarlık dümdüz karşınızda görünüyor—dağın bir tarafına doğru tırmanan ıssız bir haç öbeği. Duncan kiliseden mezarlığa kadar yaptığı yürüyüşten bahsederken bakışlarını kaçırdı. Gözleri buğulanmış, sesi de duygularına ayak uyduruyordu. “Aylardan Mayıs’tı. Her şey tamamen buzla kaplıydı. Bembeyazdı her şey. Longyearbyen bir vadinin içinde yer alır; mezarlık da biraz yukarıda, vadi tabanının kenarındadır. Araştırma konum olan yedi mezarın, en tepedeki son yedi mezar olduğunu biliyordum. Oraya doğru yürümek,” dedi. Bir an durdu. “Oraya doğru yürümek benim için gerçekten zor oldu. En büyüklerinden yalnızca bir yaş büyüktüm. Onlara doğru yürürken reşitliğe henüz yeni adım atmış olduklarını fark ettim. Aklınıza, hayatlarının henüz başlangıcında oldukları geliveriyor. Sonra o haçları görüyorsunuz.”

Çev. Sare R. Öztürk