Gerçek İkinci Cumhuriyet devletin güçlenmesiyle kuruluyor

M. Taceddin Kutay / Türk Alman Üniversitesi
19.11.2016

90’larda yapılan tespit doğrudur ve geçerlidir: Bu terazi bu sıkleti çekmiyor ve devletin bir dönüşüme ihtiyacı var; ancak bu dönüşüm devleti zayıflatarak değil güçlendirerek yapılıyor ve halk bu devlete topyekûn sahip çıkıyor!


Gerçek İkinci Cumhuriyet devletin güçlenmesiyle kuruluyor
90’larda Türkiye’de entelektüel olmanın hassa-i lazıme-i ğayr-ı mufârakası yelkenini liberal rüzgârla doldurmak;  meş’um bir özgürlük tasavvuruyla devletin karşısında yer alan her türlü ideale sahip çıkmaktı. Ölü Ozanlar Derneği’ni  izlerken transa geçen bu kuşak entelektüeller, zihin dünyasını ne anlama geldiğini hiçbir zaman tam olarak idrak edemediği hürriyet söylemleri etrafında şekillendirmiş; neticede tüm tasarılarını kör bir idealizm ile kar zarar hesabı yapmadan,  yalnızca devlet karşıtlığı üzerine bina etmişti. Üstüne üstlük 90’lardaki devlet pek çokların hatırlayacağı üzere eleştirilmesi son derece konforlu bir aygıttı. Fail-i meçhuller, Gazi olayları, temel hak ve özgürlük ihlalleri gibi hususlar zaten dumanı üzerinde tüten 12 Eylül’ün şokunu atlatmaya çalışan Türk insanına şok etkisi yapıyor; devlet kontrolü nâmümkün bir canavar olarak vatandaşlarını baskı altına alan ve bunu da vatandaşların kendisine sağladığı imkanla yapan bir güç aygıtı olarak lanse ediliyordu. Esasen Özal Türkiye’sinin yaratacağı aydınların başka türlü olması pek beklenemezdi. Bununla birlikte Özal politikalarıyla dahi tevil edilmesi mümkün olmayacak radikallikte bir liberal entelektüel kuşak Türk münevverinin en ideal noktası olarak topluma sunuldu. Bu dönemde kurgulanan söylemlerin en temel ortak özelliği her siyasi sorunun temelinde devletin ve devletçi politikaların görülmesi, devlete yönelik mutlak bir art niyet motifinin ön planda olması idi. Bu dönemin parlak çocukları günümüzün saçı sakalı ağarmış entelektüelleri olarak hala aynı refleksleri sergiler. Örneğin, PKK’ya ve benzeri terörist yapılara empati ile bakarak ikinci bir şans vermemizi ve kendisini ne oranda dönüştürdüğünü tarafsız bir gözle görmemizi önerirler. Öte yandan bu şans devlete pek sunulan bir şans değildir. 
 
Evet, Türk Emniyet teşkilatının sicili 90’lardaki kadrosu tarafından işkence ve benzeri yüz karartıcı suiistimaller ile kirletildi; o dönem Türk polisi savunulması çok zor işlerin altına imza attı; ancak son yıllarda kendisini revize ederek tüm kusurlarına rağmen vatandaşına güler yüzlü hizmet sunmaya çalışan; 15 Temmuz’da görüldüğü gibi gerektiğinde halk ile eklemlenen ve kendisini vatandaş için feda eden bir teşkilat haline geldi.  Ancak liberallerimiz emniyet teşkilatı ile ilgili yaptıkları analizlerde hala anakroniktir. Sık sık 90’lardan örnekler vererek yargıladıkları Türk Polisi’ne PKK’ya sundukları fırsatı sunmayan ve ne oranda kendisini revize ettiğini görmek istemeyen bu kimselerin en önemli saplantısı 90’larda şövalyece bir ruh ile Robin Hood’casına kurdukları dünyalarının yıkılmasıdır. 
 
Yeniden yapılanma
 
90’ların başlarında ortaya atılmış bir kavramdı İkinci Cumhuriyet. Dönemin Türkiye’si, terazinin sıkleti çekmediği artık herkes tarafından açık bir şekilde görüldüğü bir ortamdı. Devletin yeniden bir yapılanmaya gitmesinin bir zaruret olduğu muhakkaktı. Siyasal sistem tıkanmış, ekonomi geri dönülmesi mümkün olmadığı var sayılan bir batağa düşmüş, vatandaşın genel olarak devletten yana umudu kalmamış; kalmadığı gibi sık sık yaşanan ihlaller ile vatandaş ile devlet arasına kan ve gözyaşı girmişti. Böyle bir ortamda devletin yeniden yapılanmasının yolunun demokrasiyi güçlendirmekten geçtiğini öne sürenler, demokrasinin güçlenmesinin en önemli şartı olarak devletin minimalize edilmesi, yetkilerinin ve iktidarının kısmen elinden alınması, halkın devlet karşısında daha güçlü bir noktaya çekilmesi gibi önerilerle revize edilecek olan devlete İkinci Cumhuriyet adını verdi. Söz konusu kitle hâzık Agop efendinin her derdin devasını güllaçta araması misali, çözümü yine devletin başka bir surete dönüşmesinde değil, var olanından daha küçük bir şeye dönüşmesinde aramıştır. Bu bakımdan İkinci Cumhuriyet dendiğinde pek çoklarımızın aklına gelen devlete karşıt bir şeydir. Oysa şu günlerde 90’larda nahak yere irtikap edilen bu kavrama çok daha fazla ihtiyaç duyuyoruz; zira Türkiye hem de tarif edilen yerin tam karşısında bir yerlerde gerçekten İkinci Cumhuriyetini kuruyor, hem de her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyduğu bir dönemde!
 
Kurucu başkan
 
İstanbul’un İngilizler tarafından işgali üzerine Fındıklı’da bulunan İstanbul Meclis’i Mebusanı’nın bir fonksiyonunun kalmaması üzerine vekillerin peyderpey Ankara’ya geçmeleri ve burada Cumhuriyetin nüvesini oraya koyacak ilk meclisi teşekkül ettirmeleri tarihimizin önemli dönüm noktalarından birisidir. İşgale karşı direnen ve halkı örgütleyen bu meclisin başkanı Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın işgale karşı ortaya koyduğu yegane direniş meclise riyaset etmekle kalmadı; aksine işgalcilere karşı direnen milleti organize ederek oluşturduğu bir orduya da kumandanlık ederek bin yıllık vatan toprağındaki işgale karşı bir istiklal mücadelesine de riyaset etti. Ankara’da teşekkül eden bu mecliste İttihatçıların bakiyyesi kısa bir süre öncesine kadar kanlı bıçaklı oldukları İttihad-ı Muhammedi bakiyyesi ile istiklal ve maslahat-ı vatan uğruna kol kola çalışmış, aynı unsurlar cephede yan yana harp etmiş ve şehit düşmüştür. Bu direnişe riyaset eden ve zaten sahip olduğu gazilik unvanını müekked kılan Mustafa Kemal Paşa doğal olarak işgalden sonra da devlete riyaset etmiş ve kurucu Reis olarak Cumhuriyet tarihine geçmiştir. Temel söylemini  “Abdülhamid istibdadına” karşı geliştirmiş olan İttihatçılar tarafından kurulan bu cumhuriyetin tabii olarak ilk işi devleti güçlendirmek ve içeride düzeni sağlayarak dışarıya karşı da salabetle durmaya çalışmak olmuştur. 
 
Dış kaynaklı işgal
 
Yukarıdaki hikâyede geçen şahısların, partilerin ve hadiselerin isimlerini değiştirerek 15 Temmuz süreci Türkiye’sine uyarladığımızda mutlak bir benzerlikle karşılaşırız. Dış kaynaklı bir işgal ve karışıklık planının bir parçası olduğu hakkında kimsenin şüphesi olmayan 15 Temmuz ihaneti bu bakımdan İstiklal Harbi yıllarında yaşanan karmaşanın bir benzerini bizlere yaşattı. Elbette İstiklal Harbi ve 15 Temmuz düşmana karşı verdiğimiz yegâne mücadele değildir. Ancak Anadolu topraklarında düşman silahına karşı halkın direndiği iki hadise olarak tarihe geçmiştir. Polatlı’ya kadar gelen Yunan ordusunun tehdit ettiği meclis bu defa FETÖ ordusu tarafından bombalanmış, meclisini ve demokrasisini koruma uğruna sokağa çıkan halk Yunan askerleri tarafından katledilen Anadolu köylüsü misali katledilmiş, kağnı arabasının yerini kamyon almış, ancak şoför değişmemiş Anadolu kadını yine düşmana karşı direnmiştir.  Güvenli bir yere götürülme teklifini reddeden Cumhurbaşkanı Erdoğan halka çağrıda bulunmakla kalmamış, direnişi de bizzat koordine etmiştir. Birkaç ay öncesine kadar birbirini yiyen Ak Parti’li ve MHP’li vekiller birbirlerine kol kanat germiş, Devlet Bahçeli o gece meydana koyduğu şecaat ile tarihe geçmiştir. Velhasıl-ı kelam “Gazi Millet, Gazi Meclis, Gazi Başkan” yeniden sahne almıştır. 
 
Yazı kaleme alındığı saatlerde MHP ve Ak Parti tarafından müşterek olarak hazırlanan anayasa değişiklik taslağı henüz açıklanmamış, bununla birlikte sızan haberler Erdoğan riyasetinde kurucu cumhurbaşkanlığı formülü ile mevcut meclisin Türkiye’yi başkanlık sistemine götüreceği bir sürece işaret etmişti. İstiklal harbi sonrası kurucu meclis ile paralel olarak okuduğumuz bu meclise ve kurucu cumhurbaşkanına karşı bir Damat Ferid elbette çıkacaktı. Sağolsun Kılıçdaroğlu  bu pozisyonu boşta bırakmadı. 15 Temmuz’un kaçak pehlivanı, Damat Ferid gibi müesses nizam namına gazi milletle ve gazi meclisle farklı istikametlere gitmeyi tercih etti. İşgal edilmek istenen ve güneyinde sürekli bir tasallut tehlikesi bulunan Türkiye’nin devleti güçlendirdiği ve bunu da vatandaşların temel hak ve hürriyetlerinin rağmına yapmadığı bir dönemde anakroni çamuruna saplandı. Öne sürdüğü iddialardan verdiği misallere kadar hemen her şey 15 Temmuz’da neyin yaşandığını anlamamış bir siyasinin saplantılı dünyasını ortaya koyuyor. Devlet Bahçeli’nin gösterdiği feraset ve düşmana karşı devletle eklemlenme refleksinin bir benzerinin Kılıçdaroğlu tarafından ortaya konamayışının sebepleri açık: Siyasi ikbal uğruna ittifak kurduğu ve kendisine akıl veren hemen herkes kendisini devlet karşısında bir yerlerde konumlamış akıl erbabı. FETÖ ile eklemlenen liberallerden PKK ile eklemlendiğini zaten hiçbir zaman gizlememiş HDP bağlantılı Tanrıkulu benzeri siyasilere, DHKPC angajmanlı milletvekillerine kadar Kılıçdaroğlu’nun etrafını saran ve kulağına üfleyen kitlenin kahir ekseriyeti devletle sorunlu; çözümü devletin rağmına arayan kimseler. Bu kimselerin öncelikli marifetlerinin ulusalcı kanadı partiden uzaklaştırmak olması zaten meseleyi analiz etmek isteyenler için kılavuz niteliğinde ipuçları sunuyordu. Söz konusu kitlenin yön verdiği siyasi akıl elbette Ak Parti ve MHP gibi devleti sahiplenen ve devleti devlete yaraşır bir biçimde dönüştürmek isteyen iki siyasi irade ile müşterek hareket etmeyecekti ve etmiyor. Evet, 90’larda yapılan tespit doğrudur ve geçerlidir: Bu terazi bu sıkleti çekmiyor ve devletin bir dönüşüme ihtiyacı var; ancak bu dönüşüm devleti zayıflatarak değil güçlendirerek yapılıyor ve halk bu devlete topyekûn sahip çıkıyor!