Gerçeklik ve hiper-gerçeklik arasında Barış Pınarı Harekatı

Hilmi Daşdemir / Optimar Araştırma
27.10.2019


Gerçeklik ve hiper-gerçeklik arasında Barış Pınarı Harekatı

Günümüz dünyasında insanların algıları şekillenirken rasyonel gerçekliğin payı her geçen gün azalıyor. İnsanlar yalnızca baktıkları/durdukları yerden olaylar hakkında kanaat geliştiriyorlar. Bir süre sonra da bu kanaatlerin yayılması için çaba sarf ediyorlar. Yakın zamanda çokça konuşulup tartışılan bir kavrama burada atıf yapmak konumuz için oldukça faydalı olacaktır.  Ralph Keyes’in ortaya koyduğu “post truth” kavramından bahsediyorum.  Post-truth kavramı “Nesnel hakikatlerin belirli bir konu üzerinde kamuoyunu belirlemede duygulardan ve kişisel kanaatlerden daha az etkili olması durumu” şeklinde tanımlanıyor. Türkçeye ‘gerçek-ötesi’, ‘gerçek-sonrası‘ olarak çevrilebilen bu kavram, esasında doğruların, hakikatlerin ve nesnel olguların önemini yitirdiği bir ortamı işaret ediyor. 

‘Kontrollü’ yalan haber 

Günümüzde politikadan spora uzanan çok çeşitli alanlarda bu fenomenin izlerine rastlamak mümkün. Kavramın işaret ettiği durum aslında yeni bir durum değil. Buna mukabil sosyal medya kullanımı, içerik üretimindeki hızlı artış ve yine haber üreticilerinin kontrol edilebilir olmaktan çıkması gibi faktörlerin etkisi ile post-truth gerçekliği daha da tahkim olmuş bir gerçeklik olarak karşımıza çıkıyor. Hakikatten uzak bilgi akışı her geçen gün artmakta ve kişilerin kaynaksız, yalan haberlere erişimi kolaylaşmakta. Bir taraftan da belli bir amaca yönelik özellikle ‘kontrollü’ yalan haber üretimi sürmekte. 

Artık nesnel hakikatler insanlar için oldukça kısıtlı bir anlam ifade ediyor. Bu konuda yapılmış çok sayıda çalışma da var. Keyes öncesinde de bu konuda çeşitli çalışmalar yapılmıştı. Bunların bir kısmı sosyal bilimler sahasında uzun süre tartışılan ve ses getiren çalışmalardı. Bu çalışmalara en tipik örnek ise çağdaş sosyolojinin başlıca isimlerinden olan Jean Baudrillard’ın ortaya koyduğu “hipergerçeklik” kavramıdır. Baudrilard Körfez Savaşı sürecinden yola çıkarak, gerçekliğin medya tarafından yeniden inşa edildiğini ve kişilerin zihninde yalnızca gerçek dünyanın simülasyonları olduğunu öne sürmüştü. Baudrillard “hipergerçek” kavramıyla artık gerçekliğin geri dönüşü olmayan bir kuşatılma altında olduğunu söylemiş, hipergerçeklikten sonra artık gerçekliğe herhangi bir ihtiyaç kalmadığını iddia etmişti. Baudrillard şöyle demektedir; “Günümüzde gerçek artık minyatürleştirilmiş hücreler, matrisler, bellekler ve komut modelleri tarafından üretilmektedir. Bu sayede gerçeğin sonsuz sayıda yeniden üretimi mümkün olmaktadır. Bundan böyle rasyonel bir gerçeğe ihtiyacımız olmayacaktır; zira “gerçek” ideal ya da negatif süreçlerle başa çıkabilecek (boy ölçüşebilecek) bir durumda değildir.” 

Kendi gerçeğimizi yaratıyoruz 

Konuyu günümüze getirmeden önce bu kavramlara ilişkin yakın tarihten bir örnek verebiliriz. Emperyalist güçlerin gerçeğin önüne geçerek dünyayı nasıl manipüle ettiklerini bu örnek yardımıyla görebiliriz: Eski Amerikan başkanlarından George W. Bush’un iletişim danışmanlarından biri, köşe yazarı Ron Suskind’i gerçeklere dayanarak yazmakla eleştirmiş ve şöyle söylemişti: “Sizler gerçeklere tapan bir topluluksunuz. Gözlemlenebilen gerçeklere dayandırılan muhakemelerden bir sonuç çıkarmaya çalışıyorsunuz. Ama artık dünyada işler böyle yürümüyor. Biz bir imparatorluğuz. Ve bir imparatorluk olarak hareket ettiğimizde kendi gerçeğimizi yaratıyoruz. Siz o gerçeği etüt ederken, biz tekrar harekete geçiyoruz ve yeni gerçekler yaratıyoruz. Yani tarihin aktörü olan biziz.” 

Konumuza Baudrilard’ın teorisi kadar katkı sağlayacak bir diğer teori de Leon Festinger’in “bilişsel çelişki” teorisidir. Söz konusu teoriye göre, insanlar önceki inanç ve değerlerine bağlı kalır ve yeni bilgiler karşısında davranış ve tutumlarını değiştirmeyip, sahip oldukları sabit deneyim ve değer yargılarıyla hareket ederler. Servis edilen yalan haberler de (fake-news) kişilerde bir algı yaratmakta ve sonrasındaki gerçek haberler bu algıyı yıkmakta yeterince başarılı olamamaktadır. 

Geri tepme etkisi 

2006 yılında Brendan Nyhan ve Jason Reifler bu konuya ilişkin bir çalışma ortaya koydu. İkilinin çalışmasına temel olarak yaptıkları deney oldukça basittir: İki makale hazırlanmıştır ve ilk makalede Irak’ta kitle imha silahlarının bulunduğu yazmaktadır.

Ancak bu makale tamamen gerçek olmayan bilgilerle kaleme alınmıştır. İkinci makalede ise Irak’ta kitle imha silahı olmadığı yazmakta ve gerçek bilgilerle desteklenmektedir. İki gruba ayrılan kişilere her iki makale de sırasıyla okutulur. Öncesinde savaş karşıtı olan kişiler ilk makaleye şüpheyle yaklaşmış ve ikinci ve gerçek olan makaleyi okuduktan sonra uydurma makaleyi reddetmişlerdir. Savaş yanlısı kişiler ise uydurma olan ilk makaleyi kabul etmiştir. Ayrıca bu kişiler gerçek bilgilerden oluşan ve Irak’ta kitle imha silahı olmadığını söyleyen ikinci makaleyi okuduktan sonra Irak’ta kitle imha silahı olduğuna dair kanıları daha da güçlenmiştir. Yanlış inançlara sahip kişilerin gerçek bilgiyle karşılaştığında, yanlış inançlarından vazgeçmek yerine kimi zaman daha da bağlandıkları görülmüştür. Buna” geri tepme etkisi” denmektedir. 

Bu uzun giriş sayesinde Barış Pınarı Harekatı hakkında yapacağımız tespitlere bir zemin teşkil ettiğimizi söyleyebiliriz. Zira tüm bu kuram ve kavramlara baktığımızda, Barış Pınarı gündemi dahil olmak üzere ülkemiz gündemine yönelik okumalarda kullanışlı olduklarını görürüz. Nitekim Türkiye Cumhuriyeti Devleti, haklı gerekçelerle Barış Pınarı Harekatı’nı başlatmış ve kararlılık içinde sürdürmekteyken, dezenformasyon çabaları gerek yabancı basında, gerekse Türkiye’de terör yandaşlarınca ilk günden itibaren hız kesmeden devam etmiştir. 

Yapılmaya çalışılan dezenformasyonlara ilişkin Anadolu Ajansı’nın hazırladığı karşılaştırmalı içeriklere bakabiliriz: 

1)Terör örgütüne yakın hesaplar, çocuklarına sarılmış bir annenin fotoğrafını Barış Pınarı Harekatı’nda çekilmiş gibi servis etti. Oysa söz konusu fotoğraf 2014 yılında Halep’te çekilmişti. 

2) Aynı hesaplar, Temmuz ayında İdlip’te yaşanan hava saldırısında yaralanan bir çocuğun fotoğrafını ise Türk ordusunun saldırısı sonucu gerçekleşmiş olarak paylaştı. 

3) Terör örgütü YPG/PKK yandaşları, Arap Baharı döneminde Libya’da çekilen fosfor bombası kovanının fotoğrafını, sosyal medya hesapları üzerinden paylaştı ve harekat sırasında uluslararası savaş hukukuna aykırı mühimmatların kullanıldığı şeklinde yalan haberler yaymaya çalıştı. 

4)Yine İdlib’de, Rusların hava saldırısı sonucu yüzü kanlar içinde kalmış bir çocuğun fotoğrafı benzer bir dezenformasyona alet edildi. Oysa bu fotoğraf Ağustos 2016’da ve zikrettiğimiz üzere İdlib’te çekilmişti. Buna rağmen bu fotoğraf da İngilizce açıklama ile Barış Pınarı Harekatı sırasında çekilmiş gibi gösterildi ve uluslararası camiaya bu şekilde servis edildi. 

Bu gibi dezenformasyon faaliyetlerinin çok sayıda örneğini yabancı basında da görmek mümkündü. Örnek olarak sayacak olursak, bir atış poligonunun Amerikan ABC kanalı tarafından Suriye olarak gösterilmek istendiğini, İngiliz The Times gazetesinin ise askeri harekâtta bazı noktalarda uluslararası anlaşmalarca yasaklanmış fosfor bombası kullanılmış olabileceğini öne süren paylaşımlarını sayabiliriz. 

Servis edilen bu yalan haberlerin amacı içeride ve dışarıda algı yaratmaktı. Bir yandan ülkemiz kamuoyu etkilenmeye çalışılırken, diğer yandan Türkiye Cumhuriyeti’nin haklılığı dezenformasyon ile sorgulanılmak istendi. Bunu yaparken operasyon sırasında kimyasal silah kullanıldığı, operasyonun hedefinin Kürt halkı olduğu gibi argümanlar kullanıldı. 

Aynalı odanın konforu 

Karşı karşıya bulunduğumuz durum gayet basit aslında: Süreç içinde Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı tarafından yürütülen etkin enformasyon çalışmaları görmezden gelinerek, hiç olmamış hadiseler üzerinden bir yapay gerçeklik üretilmekte. Bu haberlerin ortaya koyduğu durum ise “post-truth”a tipik bir örnek oluşturmakta. Oluşturulan bu ‘yapay gerçeklik’leri insanlar görmek istedikleri gibi maksatlı bir şekilde paylaşmakta. Buna karşın yapılan haberlerin motivasyonu da aynı şekilde görmek ve göstermek istenen şey. Gerçekle arasındaki ilişkiyi cep telefonu ve bilgisayar üzerinden kurmaya çalışan bireyler adeta bir aynalı odaya hapsolmuş durumda. Bu aynalı odaya mahpus olan kişi sürekli olarak eline geçen bilgileri teyit eden bilgileri beklemekte ve bunlar ile çelişen bilgileri aynalı odanın konforunu bozan bilgiler olarak görmektedir. Aynalı odanın konforunu bozmayan bilgiler ise mahpusun kanaatini pekiştirmektedir. 

Sonuç olarak; nesnel gerçekliklerin sınırlı etkisinin olduğu post-truth çağında haklı davamızı sadece konvansiyonel mecralarda değil, alternatif mecralar olan sosyal medya ortamlarında da savunmak gibi bir yükümlülüğümüz var. Bu konuda maalesef çok iyi değiliz. Optimar Araştırma’nın Ekim Ayı Türkiye’nin Nabzı araştırmasında, Barış Pınarı Harekatı’na destek vermeyenlerin oranı yüzde 13,9 iken, sosyal medya kullanıcıları arasından sadece yüzde 19,1’inin konuyla ilgili paylaşımda bulunmuş olması düşündürücüdür. Bir taraftan konvansiyonel olarak cephede askerle mücadele edilirken, bir taraftan da oluşturulan dezenformasyonlara karşı enformasyon savaşı sürüp gitmekte. Bunun en önemli cephesi ise hiç kuşkusuz sosyal medyadır. Bu konuda farkındalık geliştirip paylaşımlarla haklı davamıza destek olmak elzemdir. Bu adeta hepimiz için çıkmış bir sefer görev emridir. Mehmetçik cephede mücadele ederken, en azından bu desteği hak ediyor. 

[email protected]