Arendt'in “Kötülüğün Sıradanlığı” olarak tabir ettiği şekilde düşünmeme, sorgulamama ve itaat mekanizmalarını zorlayan İsrail, Gazze'deki yıkımı artık bir “olağan güvenlik politikası” ya da “zorunlu askeri tepki” olarak meşrulaştırmaya çalışmıştır. İsrail'in küresel topluma karşı sosyolojik bağlamda sürdürdüğü algı politikaları bir “doxa üretim süreci” olarak nitelendirilebilir. Buna göre İsrail'in asimetrik şiddeti; şiddetin doğal, yıkımın kaçınılmaz, kurbanın suçlu, direnişin ise terör olarak kodlandığı bir bilinçten ileri gelmektedir.
Dr. Murat Karakoyunlu/ Sosyolog-Araştırmacı-Yazar – Doç. Dr. Yusuf Sayın/ Necmettin Erbakan Üniversitesi, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü
İletişim çağının küçük bir köye dönüştürdüğü dünyada insanlık, tek tipleştirilmiş bir 'kitleler bütünü' haline dönüşme riskiyle karşı karşıyadır. Binlerce kilometre ötede yaşanan bir olay, kulaktan kulağa erişimin çok ötesinde bir hızla, yanı başımızda cereyan etmişçesine bilinmekte ve yine aynı hızla etkisini yitirerek, unutulup gitmektedir. Modası geçmeyen bir tüketim anlayışı, kapitalizmin tüketme potansiyelindeki vahşi tavırla, acıyı dahi metalaştırıp tüketilir hale getirmektedir.
Bilinen, görülen ve işitilen her şey, erişildiği andan itibaren vakayı adiyeler listesinin bir parçası haline gelmekte, benzer nitelikli olaylar silsilesindeki tekrar; katlanma eşiğinin artması, duyarsızlık ve sıradanlaşmaya dönüşerek, 'insan kutsalı' dahil önüne kattığı her şeyi öğütmektedir.
İnsanlık tarihinin hemen her evresinde yaşanmış olan olaylar örgüsünü sanki ilk defa yaşanıyormuş gibi aktarmak, normal koşullarda malumun ilamı görülüp anlamsızlaştırılabilir. Ne var ki bugünün gelişmelerini, tarihin önceki dönemlerinden farklı kılan şey; yaşananların, dünya toplumlarının gözleri önünde alenen sergileniyor olmasıdır. Filistin'in Gazze bölgesinde yaşanan gelişmeler, bu durumun açık göstergesidir.
Son Dünya Savaşı, insanlık tarihine "soykırım" (genocide) ifadesinin hukuki ve diplomatik anlamlarda yerleştiği, "Holokost" kavramı ile müşahhas getirilen bir süreç taşır. Holokost, her ne kadar sadece (Almanya'daki) Yahudi toplumu ile anılsa da aslında Romanları, engellileri, eşcinselleri, çingeneleri ve "Renland Çocukları" da denilen melez siyahileri de içine alan çok katmanlı bir imha sürecidir. Hitler yönetimindeki Nazi Almanya'sının bıraktığı iz hafızalardaki tazeliğini korumaktadır.
Elbette ki Dünya, bu tarihten sonra da birbirinden korkunç yüzlerce vahşetin yaşandığı bir sahne haline gelmeyi sürdürmüştür. Cezayir, Uganda, Vietnam, Kamboçya, Ruanda, Kongo gibi ülkelerde yaşanan örneklerle ile daha yakın tarihteki Srebrenitsa, Çeçenistan, Afganistan, Irak olayları ve son döneme etki eden Arakan, Ukrayna, Sudan ve Suriye meseleleri, büyük insani dramların gerçekleştiği; etkisi ve ölçeği gereği lokal, sıradanlaştırılma potansiyeli yüksek, bir yüz karası olarak karşımızda durmaktadır.
Yaşandığı tarih, coğrafya ve toplumları sebebiyle uluslararası kamuoyu açısından biri diğerine göre daha çok önemli ya da önemsiz/sıradan sayılan bu gelişmelerin hiçbiri, İsrail'in yaklaşık iki yıldır Gazze'de ve yıllardır Filistin'in genelinde sürdürdüğü asimetrik şiddetin, soykırımın ve zulmün üzerinde değildir. Modern dünya, insani değerler açısından beklenenin aksine gitmiş ve Gazze'de siyasal düzenin çarpık gölgesi altında yaşanan ve dahi küresel toplumsal vicdanı derin ölçüde yaralayan İsrail vahşeti, küresel ortak norm ve değerleri zorlayan, uluslararası hukukun taşıyıcı kolonlarını dinamitleyen ve küresel hafıza mekanizmalarını sarsan travmalar silsilesi oluşturmuştur. Gazze'de yaşananlar, en hafif tabirle sistematik şiddet ve kurumsallaşmış kötülüktür.
Kurumsallaşmış şiddetin deney alanı: Gazze
Gazze, modern çağda yaşanan şiddet olanlarının gerçekleştiği sıradan bir savaş sahası değildir. Gazze, sistematik şiddetin kurumsallaşarak sınandığı, şiddetin rafine yöntemlerle denenerek sonuçlarının tüm dünyanın gözleri önünde test edildiği benzersiz bir mekâna dönüşmüştür. 7 Ekim 2023'te başlayan son saldırı döngüsü, zaten on yıllardır süren yapısal baskı rejimine bir tepki olarak doğmuş, buna karşı verilen yanıt, yıllara sâri olarak yaşanan şiddet sarmalının tek seferde Gazze'nin üzerine boca edilmesi ile gün yüzüne çıkmıştır. Bu nedenle Gazze'de yaşananların son bulması yalnızca çatışmanın durması değil, aynı zamanda bu kurumsallaşmış şiddetin geçici olarak askıya alınmasıdır.
13 Ekim 2025 tarihinde Mısır'da, ABD Başkanı D. Trump'ın barış elçisi(!) misyonuna soyunduğu Hamas-İsrail Ateşkes Anlaşması, küresel vicdanı sarsan bu büyük vahşetin sona erdiğini dünyaya ilan etmiştir. Her ne kadar savaştan beslenen İsrail hükümetinin bağnaz siyaseti ve ateşkes anlaşmasından bu yana gerçekleştirdiği onlarca ihlal, ateşkesin devamına dair derin şüphelere yol açıyor olsa da yardım tırlarının geçişine izin veriliyor olması ve vahşetin boyutu dikkate alındığında, ateşkes kararının bir saat için olsa bile uygulanacak olması, Gazze konusunda, azla yetinmek için çokça sebebi olan küresel toplum için bir umuda dönüşmüştür. Bu süreçte Türkiye, Mısır ve Katar gibi Müslüman ülkelerin katkısı ve diplomatik başarıları ise ayrıca dikkate değerdir.
Birleşmiş Milletler, Uluslararası Adalet Divanı ve çok sayıda uluslararası kurum ve kuruluşun verilerine göre; nüfusunun yüzde 80'i yerlerinden edilen, altyapı, sağlık, eğitim, barınma ve beslenme gibi temel insan hakkı sayılan imkanlardan yoksun bırakmak amacı taşıyan 'sistematik asimetri' niteliğindeki saldırılar Gazze'yi, Auschwitz, Ebu Gureyb, Sedyana tecrübelerinden bile korkunç bir hapishaneye dönüştürmüştür. İsrail'in Gazze'de sürdürdüğü asimetrik saldırılar, doğadan insana, canlıdan cansıza kadar her şeye karşı yürütülen; teolojik çoklu parametrelere dayandığı iddia edilen sistematik bir kimlik taşımaktadır.
Gazze'de yaşatılanlar, bu yönüyle hem bir toplumu çoluk çocuk, genç yaşlı demeden 'suçlu' gözüyle imhaya kalkmak hem de bu amaçlarına ulaşmak için hiçbir 'hukuki', 'insani', 'etik', 'vicdani' değeri dikkate almayan yöntemlere başvurmak manasına gelir. İsrail vahşetinin; toprak, su, ağaç, bitki ve hayvan demeden Gazze'ye dair her şeyi muhatap alması şu ana kadar eşi görülmemiş bir şiddettir. 'Orada bulunmanın' yok edilmek için yeterli olduğu bir saikle yapılan Gazze saldırıları; doğayı, insanı, mekânı ve biyoçeşitliliği ayırt etmeden gerçekleşmiştir. Kısaca; Gazze'de yaşanan soykırım, insanlara olduğu kadar nebatata ve hayvanata da uygulanmıştır.
Gazze'de yaşamın asgari düzeyde sürdürülebilmesi için uluslararası aktörler tarafından yürütülen insani yardım girişimleri (ör. yardım konvoyları), İsrail tarafından planlı ve bilinçli bir biçimde uygulanan kapsamlı abluka ve çok katmanlı ambargo rejimleri vasıtasıyla sistemli olarak engellenmiştir. Bununla eşzamanlı biçimde İsrail, coğrafyanın sunduğu yaşamsal kaynakları da hedef almıştır. Suya erişimin engellenmesi, tarımsal üretim alanların tahrip edilmesi, barınma altyapısının imhası gibi temel hak ve özgürlüklerin özüne yönelen yapısal ve süreklileşen ihlaller üretmiştir. Bu müdahaleler, açlık ve susuzluk kaynaklı kitlesel ölümler dâhil olmak üzere ağır insani riskleri tetikleyen sonuçlar üretmiş; böylece İsrail'in Gazze'de yürüttüğü eylemler, sıradan çatışmanın ötesine geçerek mekanize edilmiş, süreklileşmiş ve amaçlı bir yok etme niteliği kazanmıştır.
UNOSAT, ESCWA ve UNEP gibi çeşitli kurum ve kuruluşların verileri, Gazze'deki kentsel dokunun üçte birinin tahrip edildiğini, tarım alanlarının yüzde 75'inin, sulama hatlarının yüzde 80'inin, seraların yüzde 70'inin ve soğuk hava depolarının yüzde 95'inin kullanılamaz hâle getirildiğini göstermektedir. Aynı zamanda meyve bitkilerinin yüzde 97'si, otsu bitkilerin yüzde 95'i ve tohumluk mahsullerin yüzde 82'si bu süreçte ya çalınmış ya da yok edilmiştir. Ayrıca, bölgede ortaya çıkan enkazın 61 milyon tonu bulduğu tahmin edilmektedir. Uzmanlar, Gazze'de kullanılan bombaların bıraktığı etkinin, bugün için aynı bölgeye en az dört nükleer bombanın düşmesiyle eşdeğer olduğunu tahmin etmektedir. Bu itibarla Gazze'de yaşananların tek başına insani bir soykırım olduğunu söylemek kâfi gelmemektedir.
Vahşetin doğallaştırılması: Bir gerekçe inşası
Gazze'de yaşanan sürecin en çarpıcı yönlerinden biri, şiddetin yalnızca uygulanması değil; aynı zamanda sistemli bir şekilde makulleştirilmesi, normalleştirilmesi ve küresel kamuoyuna zorunlu olarak sunulmasıdır. Gazze'de yaşananlar, yalnızca askeri operasyon değil, aynı zamanda şiddetin söylemsel, ideolojik ve bilişsel düzeyde yeniden üretilmesidir.
İsrail, bölgeye yönelik herhangi bir saldırıyı düzenlerken uluslararası toplumun yaklaşık yüzyıllık bir süreçte inşa ettiği siyasi mekanizmaları da altüst etmektedir. İsrail'e göre bu saldırıların dayandığı gerekçe, içeride teolojik, dışarıda güvenlik temelli bir jeo-teo-politik meşruiyet içermektedir. Vaka, İsrail'e göre Hamas'ın 7 Ekim'de gerçekleştirdiği saldırı sebebiyle başlamıştır. İsrail bu söylemi en yüksek perdeden dile getirmiş; esir alınan İsrail vatandaşlarını gerekçe göstererek güvenliğini, Gazze'nin Hamas'tan arındırılmasına bağlamıştır. Üstelik bu bağlamda kamuoyu oluşturarak algı dönüştürmeye yönelik her türlü hamleyi denemektedir.
Nitekim Gazze saldırılarının ilk başladığı dönemde İsrail, işgale gelen İsrail askerlerine karşı, Kassam Tugayları tarafından yürütülen direniş mücadelesini ortaya koyan görüntülerden ciddi ölçüde rahatsız olmuştur. Özellikle X platformu üzerinden dünyaya servis edilen orantısız şiddet görüntülerinin engellenmesi amacıyla X sosyal medya platformunun sahibi Elon Musk İsrail' tarafından önce siyasi söylemlerle tehdit edilmiş, akabinde Musk, İsrail'e davet edilerek, 'görünürde' 7 Ekim olaylarının gerçekleştiği yer ve mağdur aileler gösterilmek suretiyle 'gerçekleri anlaması' sağlanmıştır. Aslında aynı konuya ilişkin olarak İnsan Hakları İzleme Örgütü'nün raporu somut unsurlara dayanmaktadır. Instagram ve Facebook'un sahibi olan Meta'nın, içerik denetleme politikalarının "Gazze" paylaşımlarını sistematik olarak sansürlediğini ifade etmektedir. Bu konularda paylaşım yapan sosyal medya kullanıcıları Gazze'deki şiddet olaylarına ilişkin paylaşımlar ve yorumların silindiğini aynı zamanda "shadowban" (görünürlüğün gizlice azaltılması) uygulamalarına maruz kaldıklarını ifade etmektedir.
Arendt'in "Kötülüğün Sıradanlığı" olarak tabir ettiği şekilde düşünmeme, sorgulamama ve itaat mekanizmalarını zorlayan İsrail, Gazze'deki yıkımı artık bir "olağan güvenlik politikası" ya da "zorunlu askeri tepki" olarak meşrulaştırmaya çalışmıştır. İsrail'in küresel topluma karşı sosyolojik bağlamda sürdürdüğü algı politikaları bir "doxa üretim süreci" olarak nitelendirilebilir. Buna göre İsrail'in asimetrik şiddeti; şiddetin doğal, yıkımın kaçınılmaz, kurbanın suçlu, direnişin ise terör olarak kodlandığı bir bilinçten ileri gelmektedir.
Ahlak ve isyanın kesişme noktası: Gazze travması
Artık "dünya toplumu" kavramı yalnızca ekonomik küreselleşmenin işaret ettiği karşılıklı bağımlılığı değil, aynı zamanda ortak bir vicdanı ve müşterek bir etik zemini ifade etmektedir. Bu etik zemin, her şeye rağmen; İnsan Hakları Evrensel Bildirisi'nden iklim rejimine, Uluslararası Adalet Divanı'nın normatif işleyişinden savaş suçlarına ilişkin uluslararası düzenlemelere, mültecilik ve göç rejimlerine kadar uzanan kapsamlı bir küresel ahlak mimarisi üretmiştir.
Ne var ki Gazze'de yaşananlar, bu mimarinin dayandığı normatif ilkeleri her düzeyde ihlal etmiş; uluslararası etik düzen sistematik biçimde tahrip edilmiştir. Burada söz konusu olan yalnızca bir bölgesel yıkım değil, dünya toplumunun kendisini tanımladığı ahlaki çerçevenin derin bir biçimde sarsılmasıdır.
Gazze, bu nedenle, dünya toplumunun kolektif bir travması haline gelmiştir. Çünkü tahrip edilen yalnızca fiziki yapılar değil; uluslararası toplumun kıymet atfettiği değerler, normlar ve ahlaki iddiaların kendisidir. Yaşananlar, ortak insanlık fikrinin taşıyıcı sütunlarını zayıflatmakla kalmamış; küresel toplumun kendi ahlaki konumunu, normatif tutarlılığını ve ortak değerler sistemini yeniden sorgulamak zorunda kaldığı bir kırılma hattı yaratmıştır. Bu bağlamda Gazze, uluslararası etik düzenin temellerinin sarsıldığı ve dünya toplumunun kendi vicdani bütünlüğünü yeniden sınamak mecburiyetinde kaldığı çarpıcı bir milattır.
Bu sebeple Gazze'de yaşananlar, siyasi otoritelerden bağımsız olarak dünyanın dört bir yanında günlerce, hatta haftalarca süren kitlesel protestolara sahne olmuş; farklı coğrafyaların toplumsal ve siyasal hafızasında derin bir vicdani sarsıntı yaratmıştır. İspanya'nın Madrid ve Barcelona kentlerinde on binleri bulan yürüyüşlerde "Bu bir soykırım" sloganları atılırken, Hollanda'da "Draw the Red Line" eylemleri kapsamında Lahey ve diğer kentlerdeki on binler, hükümetlerinden daha sert bir tutum talep etmiştir. İngiltere'de sokak hareketleri parlamentoya taşınmış, Commons'ta ateşkes tartışmaları sürerken binlerce kişi hükümetin silah satışları ve dış politika tutumunu protesto etmiştir. İtalya'da liman işçileri ve farklı sendika grupları, İsrail'le bağlantılı gemilerin boşaltılmasını reddederek sembolik ve pratik bir direniş geliştirmiştir.
Benzer bir tepki İskoçya'daki liman işçilerinden de gelmiş, Filistin'e yönelik dayanışma eylemlere yansımıştır. Türkiye ve diğer İslam dünyası ülkelerinde de geniş katılımlı yürüyüşler düzenlenmiş, Latin Amerika ve Güney Afrika'da sendikalar ve üniversite toplulukları ortak açıklamalarla hükümetlerini kınamış; Japonya ve Endonezya'da gençlik örgütleri şehir merkezlerinde yüksek katılımlı protestolar gerçekleştirmiştir. Bu sokak eylemlerinin parlamentoya, yerel yönetimlere ve uluslararası kurumlara yansıması da dikkat çekmiş; birçok ülkede milletvekilleri ateşkes çağrılarını ulusal ve uluslararası kürsülerden ifade etmiş, sivil toplum baskısı ise çeşitli hükümetleri, tutumlarını yeniden gözden geçirmeye zorlamıştır.
Sivil tepkiler kültür-sanat ve spor alanlarına da taşmıştır. Dünyanın pek çok yerinden müzisyen, sanatçı ve gruplar 'No Music for Genocide' kampanyalarına destek vererek, konserlerini dayanışma mekânlarına dönüştürmüş; bazı sanatçılar sahnede Filistin'e yönelik saldırıları doğrudan eleştiren performanslar sergilemiştir. Spor dünyasında ise dayanışma daha görünür bir hâl almıştır: Hâkim Ziyech, Noussair Mazraoui, Mohamed Elneny, Karim Benzema ve Nabil Fekir gibi futbolcular Filistin'le dayanışma mesajları paylaşmış; bazıları bu tutumları nedeniyle kulüp yönetimleriyle gerilim yaşamıştır. İskoçya'da Celtic'in Green Brigade grubu tribünleri Filistin bayraklarıyla donatmış, "Free Palestine" pankartları açarak uluslararası kamuoyunun dikkatini çekmiştir. Türkiye Ampute Milli Takımı'nın İsrail karşısındaki galibiyet sonrası sergilediği sembolik protesto da sporun etik ve politik bir ifade alanına dönüşebileceğini göstermiştir. Tüm bu örnekler, sporun yalnızca rekabet alanı değil, küresel vicdanın görünürlük kazandığı bir sahneye dönüştüğünü ortaya koymuştur.
Sivil toplumun insani girişimleri ayrıca Gazze ablukasını aşma çabalarıyla yeni bir boyut kazanmıştır. Global Sumud (Sumud/Soumoud) filosu gibi girişimler, ablukanın kırılması amacıyla deniz yollarından insani yardım ulaştırmayı hedeflemiş, filonun engellenmesi Avrupa'da yeni protesto dalgalarını tetiklemiştir. Böylece sokaklardan limanlara, sahnelerden stadyumlara ve dijital mecralara kadar yayılan bu geniş tepki hattı, devlet siyasetinin kimi zaman çekimser kimi zaman ikircikli kaldığı anlarda, toplumların küresel bir vicdan ve adalet talebiyle ayakta durabileceklerini göstermiştir.
Sonuç:
Tüm bu gelişmeler, Gazze'de yaşananlara ilişkin itirazın, en köklü bir biçimde dünya toplumlarınca dile getirildiğini göstermek açısından önemlidir. Ne var ki daha önemli olan, bugün için somut şahidi olduğumuz bu mezalimin, geleceğe nasıl aktarılacağıdır. Zira Gazze meselesi, bir Genocide'ten bir Holokost'tan çok öte bir konumdadır. Bu sebeple de unutulmamalıdır. Gazze'de yaşananları unutmamak, dünya toplumlarının 'bir daha asla', feryadına sahip çıkmak ve tekrarını yaşamamak için, Gazze olaylarının akademik camia için kavramsallaştırılmasına ihtiyaç duyulmaktadır.
Yazının başlığında ifade edilen ve titiz bir çalışma neticesinde geliştirilmiş bir kavram olan "GazaKost", işte tam da bu amaca hizmet etmesi amacı ile önerilmektedir. Bir başka kavram önerisi olarak ortaya koyulan Gazacide; modern çağın en çıplak biçimiyle yeniden sahneye konduğu soykırımın adı iken "GazaKost" ise bu soykırıma karşı insanlığın kolektif vicdanında yükselen itirazın, "artık yeter" diyen çığlığın adıdır.
GazaKost Küresel toplumun dünya siyasetine yönelttiği varoluşsal bir "yeter" çığlığıdır. GazaKost, İsrail'in yüzünü ona yansıtan bir insanlık aynasıdır. Bu aynada görülen; sistematik bir şiddet, top yekün bir vahşet ve Holokost'u unutturur bir zulümdür. GazaKost, bir yanda yıkımın vahşeti, diğer yanda sessizliğin sıradanlığıdır. GazaKost, insanlık için yalnızca bir soykırımın değildir. Aynı zamanda doğanın canlının tabiat ananın vahşete ortak kılınışı, normların, değerlerin ve vicdani çöküşün adıdır.
Gazze'de yaşananlar bize şunu hatırlatmaktadır: Bir kötülük sıradanlaştığında, insanlık sıradanlaşır. Ve insanlık sıradanlaştığında, artık hiçbir felaket olağandışı değildir. Dolayısıyla "GazaKost", yalnızca bir coğrafyanın değil, dünya toplumunun kendi vicdanıyla hesaplaşmasıdır.
Görünen o ki, zulmün mimarı İsrail, dün olduğu gibi gelecekte de Filistin'de olanları, Gazze'de yaşananları olağanlaştırmak ve unutturmak için her şeyi yapacaktır. Nitekim 7 Ekim sürecinden itibaren takınılan askeri, siyasi ve toplumsal tutum, bu çabayı açıkça göstermektedir. Bölge ülkelerinin tehdit edilmesi, işgal girişimleri, yabancı topraklarda gerçekleştirilen suikastlar, uluslararası yardım kuruluşu yetkililerinin, gazetecilerin, sağlık çalışanlarının hedef alınması, insani yardımların engellenmesi ve "yerleşimci" adı altında yürütülen iskân politikaları, bu imha stratejisinin nereye evrileceğine ilişkin fikir vermektedir. Unutulmamalıdır ki, süreç henüz tamamlanmamıştır. Gazze'de yaşananlar, bir ateşkes anlaşmasıyla veya Filistin'in tüm devletlerce tanınmasıyla son bulmayacaktır. Gazze'nin siyasi savaşı bitebilir; ancak insanlık onurunun aldığı yara, uzun süre kapanmayacaktır. Gazze, tarihe yalnızca bir trajedi olarak değil, unutulmaması gereken bir hakikat olarak geçmelidir.