Peki unu var, şekeri var da Kütahya bu potansiyeli helvaya çevirebilmiş mi? Çok emin değilim. Bunun cevabını hemen yan komşuları Afyonkarahisar'la mukayese edip kendileri verebilir. Niye orası termal turizminin, gastromoninin ve gıda sanayinin merkezi de….?
Mustafa İsen / Yazar
Kadim şehirlerin çoğunun kuruluşu bir efsaneye dayanır. Kütahya’nın da öyle. Rivayete göre çok eski zamanlarda yörede dul bir kadın yaşarmış. Geçimini pazarda çanak çömlek yapıp satarak sağlayan. Yaptığı çanak ve çömlekler o kadar güzel olurlarmış ki diğer meslektaşları asla onunla rekabet edemezmiş. Sonunda sırrını öğrenmeye karar vermişler ve bunun özel bir topraktan kaynaklandığını öğrenmişler. Onlar da buradan toprak almaya başlamış ve böylece seramik kenti anlamına gelen Seramorum doğmuş. O Kotiyom’a, sonra da Kütahya’ya dönüşmüş. Ama Kütahya’dan önce onu farklı bir şehre dönüştüren şehzade sancaklarından söz edelim biraz.
Şehzade sancakları, Osmanlı hükümdar sülalesinin erkek çocuklarının görev yaptığı sancak merkezlerine verilen ad. Sancak ise Osmanlı idari sisteminde eyaletleri oluşturan kazalardan oluşan yönetim birimi. Bu göreve sıradan idarecilerden biri değil de şehzade atandığı zaman o yöre, şehzade sancağı adını alır.
Şehzadeler, kafesler...
Monarşi ile idare edilen sistemlerde gelecekte devlet yönetiminde çok önemli görevler üstlenecek olan kişiler olması açısından hanedanların, özellikle erkek çocuklarının, eğitimine büyük önem verilmekteydi. Onların doğumlarından itibaren hemen hemen hayatlarının bütün kademelerine dikkat edilir, en iyi hocalar elinde yetişmelerine özen gösterilirdi. Belli bir yaşa gelindikten sonra ise gelecekte üstlenecekleri görevlerin bir anlamda stajı olmak üzere ülkenin özellikler arz eden yörelerinden birine, yine yanına ülkenin alanlarında temayüz etmiş kişilerinden oluşan bir kadro ile gönderilmeleri ve orada tecrübe kazanmaları sağlanırdı. Osmanlı devletinde, özellikle kuruluş ve yükseliş devirlerinde uygulanan bu işlem, II. Selim döneminden sonra veliaht olan şehzadenin sancağa çıkması halini almış ve Manisa bu iş için sancak merkezi seçilmiş. III. Mehmet zamanında ise işlem, veliaht olan şehzadelere ismen sancak verilip bunun bir vekille idaresine dönüşmüş. 1648 yılında IV. Mehmet devrinde ise büsbütün lağvedilmiştir. Bu tarihten itibaren şehzadeler Şimşirlik kasrında kafes tabir edilen mekanda oturmaya başlamışlardır.
Başlangıçta şehzade sancak merkezleri büyük ölçüde fethedilen yeni bölgeler olmuş, İzmit, Eskişehir, Balıkesir, Isparta gibi şehirler şehzade sancağı olarak dikkat çekmiştir. Daha sonraki dönemlerde Osmanlı devleti Anadolu beyliklerini ve yeni ülkeleri sınırları içerisine kattıkça buralara şehzadeler vali olarak gönderilmeye başlanmıştır. Böylece yöre halkına psikolojik olarak siz yine hanedan mensupları tarafından idare ediliyorsunuz mesajı verilmek istenmiştir. Bunun sonucu olarak Saruhanoğullarının başkenti Manisa, Karamanoğullarının merkezi Konya, Germiyanoğullarının payitahtı Kütahya, Pontus Rum imparatorluğunun başşehri Trabzon ve bu dönemde önemli bir merkez olan Amasya sürekli şehzade sancakları olarak ön plana çıkmışlardır.
Bu konuda kesin olan kural ise Rumeli’de hiç bir şehzadeye sancak verilmemiş olmasıdır. Bunun sebebi Rumeli merkezli bir isyan hareketinin kolayca İstanbul’a ulaşabileceği ve başarılı olabilme ihtimalinin yüksekliğidir. Anadolu’dan gelecek bir isyan için İstanbul Boğazı tabii bir savunma iken Rumeli için böyle bir engel söz konusu değildir. Şehzadeler sancaklarda askeri ve idari görevler yapmaktaydılar. Fakat bir beldenin şehzade sancağı olması o yöreyi ayrıcalıklı bir bölge haline getiriyor ve bölgenin belki biraz da psikolojik desteklerle hızla gelişmesine imkan hazırlıyordu. Bir kere şehzade sancakları merkeze vergi ödemedikleri gibi Saray’dan onlara ilave tahsisat da geliyordu. Şehzadeler, sancaklardaki gelirlerin tamamını kendileri alır ve kendi sancaklarına harcarlardı.
Minyatür başkent
Ayrıca şehzade valiler benzer konumdaki sıradan meslektaşlarına oranla başka imtiyazlara da sahiptiler: Yazışmalarını beylerbeyleri aracılığı ile değil, doğrudan Saray’la yapmaktaydılar. Kendi bölgelerinde tayin yapabilir, dirlik verebilirlerdi. Bunun da ötesinde şehzade valiler tıpkı İstanbul’daki saray gibi bir maiyet teşekkül ettirir ve taşrada adeta minyatür bir başkent oluştururlardı. Onların da padişah gibi divanları, lalaları, kapı halkı, solak, peyk gibi görevlileri vardı. Kendi adlarına tuğra çekebilir, hüküm yazdırabilirlerdi. Bu uygulama Osmanlı bilim, kültür, hatta iktisadi faaliyetlerinin merkezden taşraya doğru yaygınlık kazanmasını sağlamış ve merkezi model alan belki giderek zayıflayan ama daima saraya bakarak kendisine bir istikamet çizen toplumsal bir oluşum meydana getirmiştir.
Şehzadelerin atandıkları merkezlere gitmek üzere başkentten ayrılışları büyük törenlerle oluyordu ve bu uygulamaya şehzade alayı adı verilmekteydi.
Şehzadelerin maiyetini teşkil eden yakın kadrosu devrin en dikkate değer kişilerinden seçilirdi. Bunların başında şehzade lalaları gelir. Lala şehzade küçükse onun adına sancağı idare eder. Diğer durumlarda da ona danışmanlık yapar. Bu yüzden sözü edilen görevlere deneyimli ve bilgili kişiler seçilmiştir. Bunun yanında diğer görevler için seçilenler de birkaç meziyeti kendi kişiliğinde toplamış olanlardan oluşur. Bunların çoğu şair ve musikişinastır. Bu arada şehzadelerin eğitimleri titizlikle gerçekleştirilir, dini ve diğer konularda almaları gereken tahsil ikmal edilir, hat, müzik ve edebiyat dersleri de tamamlanırdı. Osmanlı hanedan mensuplarının pek çoğunun dikkate değer birer şair ve musikişinası oluşları bu eğitim sayesindedir. Bunların yanında onların devlet adamı kimliğini oluşturacak ata binmek, iyi kılıç kullanmak, ok atmak, gürz kullanmak gibi askeri eğitimle ilgili bilgiler de alırlardı.
Sözü edilen Manisa, Kütahya, Amasya, Konya ve Trabzon gibi bilinen şehzade merkezlerinin seçilme nedeni olarak zaten önemli şehirler olduğu düşünülse de buralar şehzade atamalarıyla bir anlamda kendi dönemlerinde daha da bayındır şehirler haline gelmişlerdir.
Şimdi bu şehirlerin önde gelenlerinden biri olan Kütahya’yı yakından inceleyip onun, şehzade sancağı olma sebep ve kazançlarını görelim.
Her dönemde önemli şehir
Kütahya, Ege bölgesinin İçbatı Anadolu bölümü içinde yer alır. Yolların kavşak noktasındaki Kütahya, hemen hemen her uygarlığın ihtiyaç duyduğu bir merkez olarak dikkat çekmiştir. Verimli bir ova ve savunmaya elverişli jeopolitik konumu yüzünden de çok erken çağlarda yerleşmeye uygun bir mekan olarak seçilmiş ve bu özelliği yüzünden her dönemde önemli bir şehir konumu kazanmıştı.
Selçuklu devletinin dağılmasından sonra Anadolu’da çeşitli beylikler oluştu. Kütahya ve çevresinde bu konumdaki beyliğin adı Germiyanoğulları’dır. Böylece Kütahya, daha XIII. yüzyılın sonu ve XIV. yüzyılın başında siyasi merkez olarak dikkat çekti.
Fakat bu sırada aynı bölgede mücadelesini daha çok Bizans’a yöneltmiş bir komşu beyliğin, Osmanlılar’ın yıldızı parlamaktaydı. Diğer beylikler daha çok birbirleriyle mücadele ederken Osmanlılar enerjilerini tamamen dış düşmana yöneltmişlerdi. Bu anlamda Germiyanlılar komşu Karamanlılar’ın baskısını azaltmak için Osmanlılar’a yaklaştılar. Germiyan Beyi Mehmet Bey kızı Devlet Hatun’u Yıldırım Bayezid’e verdi. Bu evlilik üzerine Kütahya ve çevresi de çeyiz olarak Osmanlılara bağlandı. Yıldırım da Kütahya’ya vali tayin edildi. Böylece yörenin bu tarihten itibaren kaderi Osmanlılarla özdeşleşmiş oldu.
Batı Anadolu’daki beylikler içinde şehirleşme sürecini önde götüren örnek, Germiyanlılar olmuştur. Bu yüzdendir ki sadece kültürel faaliyetler açısından değil, başta ekonomi olmak üzere pek çok bakımdan Germiyan birikimi, Osmanlılara örneklik etti.
Kütahya, Osmanlıların elinde önce sancak merkezine dönüştü. Fakat sahip olduğu coğrafi konum onu sıradan sancaklardan ayırmaktaydı. Şehir kısa bir süre sonra Osmanlı şehzadelerinin gönderildiği şehzade sancağı statüsüne dönüştü. 1433 yılında II. Murad’ın oğlu Şehzade Alaaddin burada sancak beyi idi. Sonra Kanuni’nin oğlu Şehzâde Bayezid buraya vali olarak gönderildi. Fakat adı geçen Şehzade ile Selim arasındaki taht çekişmeleri üzerine Bayezid, Amasya’ya tayin edildi. İstanbul’a yakın olduğu için Kütahya’ya atanan şehzade bir anlamda veliaht sayıldığı için Bayezid Amasya’ya gitmek istemedi. Zorlanınca da babasına isyan etti. Konya yakınlarında yenilince İran’a sığınmak zorunda kaldı ve orada öldürtüldü. Yerine ağabeyi Şehzade Selim atandı ve burada beş yıl boyunca şehzade vali olarak görev yaptı. Şehir, II. Selim’in tahta çıkışından sonra eyalet merkezi oldu. Bir siyasi merkez olarak Kütahya’nın sahip olduğu bu farklı konum, onun pek çok sanat eserine sahip olmasına imkan hazırlamıştır. En çok imar faaliyetine Germiyanlılar döneminde sahne olan şehrin bu nitelikteki yapıları günümüze az kalmıştır. II. Yakup Çelebi külliyesi, Analcı Mescit, Kurşunlu Cami, Çatalçeşme Mescidi ve İmaret Mescidi bunların başlıcalarıdır.
Kütahya’da daha sonraki dönemlerde klasik Osmanlı mimarisinin güzel örneklerine rastlanacaktır. Karagöz Ahmet Paşa’nın geniş bir külliye olarak planlanan, ancak onun Şahkulu isyanında ölümüyle kısmen tamamlanabilen camii bunlardan biridir. Önemli bir şehir olarak Mimar Sinan’ın Kütahya’da bir eserinin olmaması düşünülemez. Lala Hüseyin Paşa külliyesi onun imzasını taşımaktadır. XVIII. yüzyılda Ali Paşa Camii, XIX. yüzyılda önemli bir külliyenin merkezi konumundaki Molla Bey camii şehri süsleyen önemli yapılardır. Bu eserlerde genellikle kesme taş kullanılmış, örtülerde tuğla uygulanmıştır.
Kütahya tasavvuf kültürü açısından da önem taşımakta ve dikkate değer bir mevlevihaneye sahip bulunmaktadır. Kütahya mevlevihanesi, Konya ve Afyorkarahisar’dan sonra erken dönem mevlevihaneleri içinde bilinir. Bu geleneğin pek çok önemli isminin yetişmesine katkı sağlamıştır: Ama buradan yetişenlerin en tanınmışı Ergun Çelebidir. Sultan Veled’in kızı Mutahhare Sultan ile evlenen Germiyan beyi Süleyman Şah’ın oğlu Burhaneddin İlyas Paşa’nın çocukları olan bu ünlü mevlevi, bu yörede geleneğin süratle gelişip serpilmesini sağlamıştır.
Suları ve kaynakları bol olan Kütahya’da tarihi kaplıcalar da önemli bir yer tutmaktadır. Evliya Çelebi bunların sayısını dokuz olarak verir.
Bir iktisadi merkez olarak da dikkat çeken Kütahya, çarşı, bedesten, han ve kervansaraylar açısından zenginlikler taşır. Kütahya çarşısı Ulu Cami ile Timurtaş Paşa camii arasında yoğunluk kazanmıştır. Caminin hemen yanında Küçük Bedesten, Gedik Ahmet Paşa’nın vakfı olan Büyük Bedesten, Çukur Han, Pirinç Hanı, Biber Hanı, Kapan Hanı, Menzilhane, Merkez Hanı bunların başlıcalarıdır.
Bir yamacın eteklerinde kurulmuş olan Kütahya, bu yamaçtan çıkan suların yerçekimi ile şehre akmasından dolayı bir su cennetidir ve bu yüzden de çeşmeleriyle ünlüdür.
Fakat Kütahya denince bizim hatırladığımız nesne, her şeyden önce seramik ve çinidir. Kütahya demek de bir anlamda çini demektir zaten. Çünkü, başta söylediğimiz gibi, şehrin kuruluşu da çini ile ilgili bir efsaneye dayanır:
Kültür tarihinin bu somut görüntüleri dışında kalan alanlarında da Kütahya önemli bir merkezdir. Bir başka ifade ile şehir, adeta bir büyük portreler galerisidir. Daha Germiyanlılar zamanında Batı Türkçesi’nin ilk dikkate değer dil verimlerini üreten sanatçıları yetiştiren Kütahya, sonradan bu toprakların Osmanlılara bağlanmasıyla da Osmanlı edebiyatının çekirdek kadrosunu oluşturan yöre olarak dikkat çeker. Ahmedî, Ahmed-i Daî, Şeyhoğlu Mustafa, Şeyhî, Cemâlî gibi şairlerle Abdü’l-vâcid ve İshak Fakih gibi bilginler bu öncü kadronun bazı adlarıdır. Bunlara Osmanlılar’ın sonraki dönemlerinde de niceleri katıldı. En önde gelenlerini şöyle saymak mümkün: Arif, Cenâbî, Firâkî, Keşfî, Gaybî Sun’ullah, Askerî, Sakıp Mustafa Dede. Bunlara Türk musikisinin önde gelen ustalarını ve diğer klasik sanat mensuplarını da katacak olsam liste uzayıp gidecektir. Elbette bu isimler çok önemlidir ama kültürel birikimin bu şehirdeki bir numaralı temsilcisi Evliya Çelebi’dir.
Kibrit yangın çıkarmadı
Bütün bu birikim, yani istisnai coğrafi konum, zengin bir şehircilik geleneği, eşsiz bir mimari görüntü, olağanüstü termal potansiyeli, zengin gastronomi, başta seramik olmak üzere çok zengin bir el sanatları çeşitliliği ve bunun ekonomiye dönüşmüş örnekleri, eski bir başkent ve şehzade sancağı konumu ve bütün bunların üstüne Evliya Çelebi gibi dünyada da örneği az bulunur bir marka, bulunduğum görevler çerçevesi içinde benim de dikkatimi çekti. Çeşitli vesilelerle yolumu düşürdüm bu şehre. Katkılarda bulunmaya çalıştım. Bu amaçla düzenlediğimiz Kütahya Tanıtım ve İndirim Günleri, bir kibrit çaktı belki ama, işi bir yangına dönüştüremedi.
Elbette bir takım şahsi hatıralarım da var. Daha önceki yazılarımda da belirttim, bu tür kadim şehirlerde otantik helvacılar ararım. Daha ilk gidişlerimin birinde Ulu Cami karşısında salaş bir lokantada tepeleme bir tepsi irmik helvası dikkatimi çekmişti. Sonraki resmi ziyaretlerin birinde fırsat bulup çarşıya daldım. Çok geçmeden Helvacı Hakkı diye bir tabela gözüme çarptı. Çoğu yerde gördüğüm gibi ürünün ulusal markalardan birisi olması endişesi ile bunlar kendi imalatınız mı diye sordum, genç sahibine. Beyefendi siz yüz otuz dokuz yıllık Hakkı markasına hakaret ettiğinizin farkında mısınız diye bir cevap aldım. Karşımda hal ehli biri olduğunu anlayınca ben de tatmadan inanmam diye karşılık verdim. Küçük bir parça ikram etti. O arada içeriye giren bir müşteri bir kilo irmik helvası istedi. Doğrusu memleketim olan Adapazarı’nda da irmik helvası güzel yapılır ve çok tüketilir ama sadece lokantada ve yemeğin üzerine. Siz irmik helvası da mı satıyorsunuz, soruma, bir taraftan alışveriş yapan dükkan sahibi biz hanımlarımıza kıyamayız diye karşılık verdi. Onun da tadına bakıp öbür helvadan biraz satın alarak işi tatlıya bağladık.
Peki unu var, şekeri var da Kütahya bu potansiyeli helvaya çevirebilmiş mi? Çok emin değilim. Bunun cevabını hemen yan komşuları Afyonkarahisar’la mukayese edip kendileri verebilir. Niye orası termal turizminin, gastromoninin ve gıda sanayinin merkezi de….?