Gezi akademisyenleri ve ‘sivil nezaketsizlik’

Doç. Dr. Ertan Aydın - Siyaset Bilimi Uzmanı
27.07.2013

Gezi sürecinde sergilenen akademik hizipçilik, Türk sosyal bilimcilerinin kimlik ve sınıfsal önyargılarını açığa vururken, kamuoyunun şehircilik, sivil haklar ve temsili demokrasi meselelerini sağlıklı şekilde tartışmasının önüne de set çekti.


Gezi akademisyenleri ve ‘sivil nezaketsizlik’

Gezi olayları bir yandan Türkiye’nin sivil nezaketsizlik kültürü ve siyasi ahlak sorununu ortaya çıkarırken, diğer yandan bu sorunu daha vahim hale getiren bir entellektüel hizipçilik ve akademik tarafgirlik olgusunu da açığa çıkarmış oldu. Zira başlangıçtaki sosyal tepki, hızla siyasallaşıp, demokratik meşruiyet ve sivil hayatın dokusunu tehdit eder hale geldiği noktada, CHP’ye yakın akademisyen ve entelektüellerin mesleki ilkeve birikimlerini bir yana bırakıp gezi prestolarını, eylemlerin çok bariz anti-demokratik ve sivil nezaketsizliğe dayalı muhtevasını hiçe sayarak, ‘cicileştirme’ teorisyenliği yapmaya başlamaları olmuştur. Bu akademik hizipçilik, bir yandan Türk sosyal bilimcilerinin kimlik ve sınıfsal önyargılarını açığa vururken, öte yandan gezi olayları çerçevesinde kamuoyunun şehircilik, sivil haklar ve temsili demokrasi ilgili bir dizi temel meseleyi sağlıklı bir şekilde tartışmasının önüne de set çekmektedir.

Gezi sonrası sınıfsal ve kültürel kimlik temelli akademik hizipçilik meselesini tartışmadan önce Gezi olaylarının kökenleri ve evrimi konusundaki bir kaç hususu belirtmekte fayda var. Türkiye gibi çok kültürlü ve post-endüstriyel şehirleşmiş bir toplumda, metropol hayatının ve siyasetin yeni sorunlarla karşılaşması ve bu konularda canlı bir toplumsal örgütlenme ve siyasi tartışmanın olması çok doğaldır. Özellikle İstanbul ve çevresinde yaşayan 15 milyonun üstünde nüfusun, hem karmaşık bir dizi şehircilik talepleri olması ve hem de bu taleplerine karşı önerilen çözümler konusunda sert fikir ayrılığına sahip olmaları gayet normaldir. Tokyo, Paris, Berlin ve New York için geçerli olan bu durum, İstanbul içinde geçerli olacaktır. Dünyanın her büyük metropol şehrinde tecrübe edildiği gibi, İstanbul için verilen idari ve siyasi kararlara şehir sakinlerinin haklı tepkileri olabilir ve bu anlamda bir şehirde yaşayan insanlardan aynı hassasiyet ve vizyona sahip olması da beklenemez. Yine toplumsal tepkilerin aynı zamanda siyasallaşması da çok tabiidir. 

Ancak, Gezi protestolarının ayırt edici özelliği başlangıçtaki çevre ve şehir hayati ile ilgili hassasiyetin siyasallaşması değil, bir anda Türkiye’nin toplumsal nezaket problemini ortaya çıkarması olmuştur. Türkiye’nin en eğitimli ve ekonomik olarak orta/üst sınıfını temsil eden kesimlerinin, kendileri gibi düşünmeyen veya düşünmediği varsayılan insanlara karşı çok rahat küfür edebilmeleri ve hakaret içeren sloganları çok büyük güvenle Türkiye’nin her yerinde tekrarlayabilmeleri, Türkiye’deki tüm kesimlerin üzerinde düşünmesi gereken bir sorundur. Bir ülkenin seçilmiş Başbakanı’na ve ailesine hakaret ve küfür içerikli yazılar yazan kalabalıklar, veya başörtülü vatandaşları Başbakanın emrindeki “hayat kadınları” diye tanımlayan eylemciler aynı meydanlarda başka bir gün hayat kadınlarının haklarını savunan veya onlara karşı önyargılardan şikayetçi olan bir gösteriye de katılabilecek derecede kendilerini ileri görüşlü ve toleranslı addedebilirler. Yine bu kalabalıklar içinde çok büyük bir kısmının, 1990’larda Türk siyasetinin en önemli sorunu haline gelen başörtülü kadın fobilerinin devam ediyor olmaları ve eylemlerde başörtülü kadınların taciz edebilmeleri de son derece kaygı verici toplumsal nezaketsizlik örnekleri arasındadır. Türkiye’de kendilerini laiklik ile özdeşleştiren aynı grupların 2007’de olduğu gibi hükümeti Anıtkabir’e çıkarak şikayet etme veya eşi başörtülü bir Cumhurbaşkanı’nı demokrasi için tehdit gören ifadelerden vazgeçmiş görünmeleri, mütedeyyin kadınlara olan nefreti ve düşmanlığı ortadan kaldırmamıştır.

Akademik hizipçilik

Bu toplumsal nezaketsizlik, aynı zamanda siyasi olarak net bir talebi içermediği için, eylemlerin bizatihi kendisinin kutsandığı bir siyasal nihilizme dönüşerek, temsili demokrasinin ilkelerine karşı gösterilen bir siyasi ahlak krizi de yaratmıştır. Zira her ne kadar göstericilerin bir kısmı meydanların gücüyle AK Parti iktidarının düştüğünü ve bir siyasi devrim yaşandığını iddia etseler de, üçüncü günden itibaren eylem yapan kalabalıkların Türkiye’deki seçmenlerin dörtte birine tekabül eden CHP’nin oy tabanıyla sınırlı olduğunu herkes tarafından çok iyi bilmekteydiler. İşte bu noktada, sadece meydan kalabalıkları ve onların medyadaki izdüşümleri (ve twit sayısının çokluğu) adına, demokrasinin temel ilkelerinden sayılan seçim, siyasi temsiliyet ve hukuki prosedür gibi temel değerleri hiçe sayan taleplerde bulunmaları da dikkat çekicidir. 1980’lı yıllarda, ancak çok marjinal siyasi İslam gruplarının tezleri arasında yer alan, demokrasinin halkın çoğunluğunun iradesini göstermesine rağmen Allah’ın emirlerine aykırı olduğu için haram olması gerektiği tezi, laik bir versiyonla yeniden üretilmiş gibidir. Bu kez, eğer demokratik çoğunluğun iradesi, kendisini hep üstün ve haklı gören bir azınlığın ruh hali ve endişelerini tatmin etmiyorsa, o kurallara güven olmayacağı ve iktidardaki partinin meşru olmadığı argümanları hakim olmaktadır. Toplumsal nezaketsizlik pratiklerinde hedef  seçilen ve “sivil diktatör” diye adlandırılan Başbakan, 28 Şubat sürecinde aslında CHP liderlerinin ve tabanının oluşmasına birincil derecede katkıda bulunduğu siyasi kutuplaşmanın tek sorumlusuymuş gibi lanse edilmiştir.  

Gezi eylemlerinin daha ilk haftasının sonunda bu vahim manzara ortada iken, Türkiye’deki laik ve sol akademisyenlerden beklenen makul müdahale, kendi haklı gördükleri tezleri savunurken, karmaşık gezi protestolarının patoloji ve sorunlarına da eleştirel bir ayna tutmak ve Türk sivil hayatı ile demokrasisini güçlendirecek analitik müdahalelerde bulunmaları olabilirdi. Ancak, tam tersine, CHP tabanına yakın entellektüel ve akademisyenler, adeta soğuk savaş döneminin entellektüel hizipçiliğini yansıtan bir ruh haliyle, kendi gözleri önündeki ciddi sorunları inkar ederek, gerçekliği çarpıtıp, gezi eylemlerini çok kültürlü ve barışçı göstermeye yönelik ülke içinde ve ülke dışında yoğun bir kampanya başlatmışlardır. Halk TV gibi ulusalcı ve şovenist bir televizyon kanalını kendi temsilcisi olarak gören, sosyal medya’da Başbakan’a küfür ve hakarete sempatiyle bakan ve yüz milyonlarca dolarlık kamu malına zarar verip, başörtülü kadınların Türkiye’deki çoğulcu demokrasiye ve CHP tabanına olan güvenini kökten sarsan taciz dolu eylemler, Nilüfer Göle gibi seçkinci akademisyenlerin kaleminde bir çoğulculuk, demokrasi ve tolerans şölenine dönüşmüş oldu. Yurt dışı medyasına ve akademik dünyasına, hiç bir temeli olmayan mesnetsiz argümanlarla Türkiye’nin bir diktatörlüğe doğru gittiği tezini aşılayan bu grup, gezi aşırı uçlarının yaptığı Nazi Almanyası mukayesesine veya dinci bir hükümetin diktatörlüğü altında laikliğin tehdit edildiği gibi basmakalıp yalanlara da bilerek hiç bir itirazda bulunmamaktadırlar. Kendi disiplinlerinin birinci sınıf ders kitaplarında yer alan metodoloji ahlakından yoksun, yerli oryantalizm kokan bu analizlerde, Taksim meydanı ve CHP tabanı demokrasiyi gösterirken, Kazlıçeşme Meydanı ve Ak Parti tabanı cahil sokakları ve homojen kızgın kitleleri ifade etmekteydi. Türkiye’nin kendileri gibi düşünmeyen yüzde 75’ini ikna etmek gibi bir kaygıları olmayan ve sadece Türk’ün Türk’e ve yurtdışındaki önyargılı kesimlere propagandası işlevine sahip bu sosyal bilim diliyle yapılan iddialar, Gezi eylemi sempatizanlarının üzüm yemek yerine bağcı döven tavırlarını meşrulaştırıp, kendilerini avutmasına da yardımcı olmaktadır. Türkiye gibi dünyanın en çoğulcu ve politize ve ekonomisi en dinamik ülkelerden birinin yaşadığı sorunların kaynağını tartışmak yerine kolaycı ve tembel bir şekilde tek bir siyasetçinin, Başbakan Erdoğan’ın, kararlarına atfetmenin kendisi bile, her şey bu kadar basitse on binlerce akademisyenin görev yaptığı sosyal bilim fakülteleri ve kitapları ne işe yarıyor sorusunu da akla getirmektedir. Kendi öz kızları başörtüsü ile bir devlet kurumunda çalışma hakkı bulunmayan bir başbakanın nasıl diktatör olabildiği sorusunu kimse gündeme getirmemektedir mesela. Yine uluslararası eğitime sahip entelektüellerin ve akademisyenlerin her gün “Başbakan şöyle hata yapıyor, böyle davranmalı” gibi akıl vermeleri, hem bir ülkede siyasetin nasıl çalıştığına dair cahilliği ve hem de Türkiye’yi bir kabile reisinin yönettiği küçük bir köy gibi gören zihniyeti ifşa etmektedir. Amerikan basınının köşe yazarlarını ve sosyal bilimcilerinin aynı rahatlıkla her suçu Obama’ya atfedip akıl vermesi veya Almanya’da ciddi bir akademisyenin Angela Markel’i Almanya’nın tüm sorunlarının kaynağı olarak resmetmesi düşünülemez. Gezi eylemcilerinin terörize etmeye çalıştığı toplum kesimlerini ikna etmekten uzak bu analizler, twitter ve facebook yoluyla Türkiye içinde belli bir kesimin kendi kendini doğrulayıcı sloganlarını üretirken, Türkiye dışındaki kamuoyunda Oryantalizm ve aktivist sosyal bilim teorisi sentezi ile gezi eylemlerine yaygın bir uluslararası destek sağlamayı da kısmen başarmış oldu. Bu uluslararası desteğin çok zor olmamasının sebebi ise, Avrupa ve Amerika kamuoyunun zaten bilimsel ve akademik dile bürünmüş oryantalist önyargılara çok alışık ve hatta tiryaki olmaları idi. Dindar Müslüman bir siyasetçinin Avrupa siyasetçileri gibi demokratik olamayacağı ve doğu despotizminin kodlarıyla eninde sonunda diktatörlük eğilimi göstereceğini ima eden yorumlar, son on yılın Türkiye gözlemcilerinin sürekli canlı tuttuğu bir tezdi. Asıl şaşırtıcı olan, başka konularda bu oryantalist önyargıların fevkalade farkında olan Türk entelektüellerinin, kendi kimlik ve sosyal sınıflarının önyargılarını yansıtan yerli oryantalist tezleri eleştirme konusundaki dirençleridir.

Yerli oryantalizm körlüğü

Şimdi Türkiye’nin önündeki asıl sorun, kimlik temelli ve hizipçi bir entellektüel ve akademisyen camiasının kutuplaştırıcı ve boğucu dilinin örttüğü sivil nezaketsizlik ve siyasi nihilizm ortamının bulandırdığı suları durultup, Gezi olayının başlangıcındaki asıl meselelerin akli selim ile tartışılabilip, Türkiye’nin karşılaştığı sorunlara demokratik ahlak ve sivil haklar çerçevesinde çözüm bulunabileceği bir ortama nasıl geçilebileceğidir.

İstanbul’daki yoğun konut yapılaşması, sadece AK Parti belediyelerinin olduğu bölgelerde değil Beşiktaş ve Kadıköy gibi yıllardır CHP belediyelerinin yönetiminde olduğu bölgelerde de yaşanmaktadır. İhtiyacımız olan şey, Amerika’daki neo-con grupların Obama’ya yaptığı gibi hür türlü problemin suçunu basitleştirerek tek bir siyasetçinin üzerine atmak değil, ekonomisi hızla kalkınan Türkiye’nin büyük metropollerindeki toplumun her kesiminin ortak dertlerinin aklıselimle tartışılıp ortaklaşa çözüm bulunabilecek bir siyasi kültürü kurmak olmalıdır. Böyle bir ortam, iktidardaki hükümet ve belediyelere de yapıcı eleştirilerden ders alma fırsatı vererek, sosyal talepleri ve hareketleri kendi mantığı içinde siyasi manipülasyonlarının izdüşümlerine bakmaksızın anlamalarına yardımcı olacaktır. Sosyal bilimcilerin ve entelektüellerin hizipçi ve kimlik temelli twitter ruh halinden çıkıp, toplumun onlara atfettiği görevi yapmaları, onları sorunun değil çözümün bir parçası olmasına da yardımcı olacaktır.

[email protected]