‘Gezi ruhu’nun sosyo-patolojisi

Prof. Dr. Muharrem Kılıç/Akdeniz Ünv. Hukuk Fak.
8.06.2014

Bu Gezi-nen ruh, topyekun bir sosyolojik cinnet hali yaratma riskine sahiptir. Tarihsel kolektif aklımızın yarattığı öz bilinci, mikro kolektif çıkar öbeklenmelerinin çatışmalarına ve çıkarlarına kurban eden bir ruhtur. Çağın işleyen emperyal aklının kullandığı konvansiyonel araçlarla manipüle edilebilen bir ruhtur.


‘Gezi ruhu’nun sosyo-patolojisi

Türk siyasi tarihinde talihsiz bir tesadüfle 2013 yılının 27 Mayıs’ında ülkemiz, yaklaşık son on yıla damgasını vuran sosyo-politik, sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel alandaki dönüşüme karşı başlatılan bir direnç yoğunlaşmasına tanık olmuştur. Kimilerince çevre duyarlığı, özgürlük talebi, sivil itaatsizlik gibi savruk kavramsallaştırmalarla nitelenen bu olgu; ‘Taksim-Gezi Parkı’ olayıdır. Olgusal durumun tespitinden öte tayin edilmiş, kurgulanmış, hendesesi yapılmış bir algısallık yaratmayı misyon edinmiş çağdaş medya düzeni, günümüzün en etkin kavramsallaştırma aracıdır. Manipülatif-kudretli bir söylemsel yapıya sahip olan medyanın dili ile bu, ‘Gezi ruhu’ olarak ortaya çıkmıştır.

Siyasi tarihimiz açısından sosyolojik bir yarılmaya yol açan Gezi olayı, medyanın manipülatif dili dolayımından geçerek bir retorik üretmiştir: ‘Gezi retoriği’. Bu retoriği besleyen ruhun doğurduğu türedi kahramanlar mitolojik bir efsaneye dönüştürülerek boy göstermiştir. Bir anda türeyen bu kahramanların her ne kadar statüsel pozisyonları farklılaşsa da birbiri ile kaynaşık bir düzen içerisinde cephe oluşturmuşlardır. Farklılaşmaya rağmen, söylemsel birlik içerisinde aydınlar, yazarlar, siyasetçiler, sanatçılar, gazeteciler, din söylevcileri vd. üretilen retoriksel efsanenin kahramanları olarak arz-ı endam etmişlerdir. Bu durum, tevarüs ettiğimiz siyasal kültürü yapıbozumuna uğratacak yeni bir Türkiye sosyolojisinin üretiminin miladı olmuştur.

Yaklaşık son bir yıldır tanık olduğumuz sosyo-politik sürecin değerlendirilmesi, yaşanmakta olan bir süreçselliğin analizini ifade etmektedir. Doğallıkla bu durum, kendi içinde bir takım anlamlandırma güçlüklerini barındırmaktadır. Aktüalitenin baş döndürücü hızıyla çaresiz bir zihinsel savrulmaya duçar olan kahramanların savrukluğu, yaşananlar üzerinden öğretici dersler çıkarmayı önlemektedir. İçsel ve dışsal müdahaleler karşısında açık bir kırılganlık sergileyen Türkiye sosyolojisi açısından, bu durumu var eden aktörlere ve sosyo-politik bağlamın dinamiklerine dair çözümlemelerin yetersizliğinden söz edebiliriz. Bu meyanda yapacağımız çözümlemenin bir yetkinlik düzeyi iddiasını taşıma pervasızlığına sahip olmadığını ifade etmemiz gerekir. Bu noktada amaç, ‘algısal ile olgusal olan’ arasındaki ayırım konusunda bir farkındalık yaratmaya dönüktür. Zira ulusal ve uluslararası düzeyde farklı saiklere binaen gerçeklik bulan bir algı operasyonundan söz edebiliriz. Bugün dünyada stratejik bir aygıt olarak algısal yönetim, netice almaya matuf bir yöntem olarak kullanılmaktadır. Öncelikle, tanığı veya bizatihi aktörü olarak yaşamakta olduğumuz sürecin olgusal nitelendirilmesinin yapılması icap etmektedir. Bu doğrultuda, sahip olunan düşünsel, kültürel veya politik pozisyonlara bağlı biçimde farklı nitelendirmelerin yapıldığına işaret ettik. Bütün bu çok-değişkenli nitelemelerin varlığına rağmen, sürecin operasyonel müdahaleci bir niteliğe sahip olduğunu ifade edebiliriz. Bu ruhun, tüm dinamiklerinin ayırdında olarak sosyolojik yapıyı/dokuyu dikkate almaya cesareti olmayan veya böylesi bir kaygı beslemeyen politik ya da apolitik kimlik ve örgütlenmeler tarafından araçsallaştırıldığı görülmektedir.

Gezi’nin mimarı: Medya

Başlangıçta bu ruh, en doğal insani reflekslerden birisi olarak nitelenebilecek olan ‘çevre duyarlılığı’ gibi oldukça rafine bir toplumsal meşruiyet zemininde doğumunu gerçekleştirmiştir. Çevreye duyarlılık, mekanların insani gereksinimlerin tahripkar bir harislikle değil, doğal bir ölçülülükle karşılanmasını ifade eder. Bu duyarlılık, mekanların insan odaklı biçimde tanzimini, imarını ve kullanımını deyimler. Ancak, yaşanan süreçte bu duyarlılık üzerinden bir ‘istismar sosyolojisi’ türetilmiştir. Öyle ki, gençlik dinamizmine eklemlenen çevresel duyarlılıklar/duygular sömürülmüştür. Böylece kamu güvenliğinden sorumlu olanlarla eylemciler arasında somutlaşan bir ‘şiddet sosyolojisi’ varlık bulmuştur. Bu olgu, politik rant üretmeye meyyal olan aktörlere oldukça elverişli bir ‘ruh durumu’ yaratmıştır. Söz konusu ruh safiyetini/meşruiyetini müdahaleci aktörlerin eliyle kaybetmiştir.

Bu türetilen ruh, sosyo-politik bağlamın aktörlerince apolitik aygıtlar -dönemsel olarak değişen vesayet araçları- tarafından elverişli/kullanışlı bir ruha dönüştürülmüştür. Bu yönüyle, konvansiyonel militaristik aygıtların gayrimeşru ve hukuk dışı yöntemlerinin yerini daha rafine ve sinsice kurgulanmış bir akıl ikame etmiştir.

Modern çağda dördüncü kuvvet olarak nitelenen medyanın kendinden menkul iktidarı ile tüm sosyo-politik, sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel alanlar ile angajmanı söz konusudur. Bu, kimi zaman belirli bir gayenin istihsali için durumdan vazife çıkarmak suretiyle; kimi zaman da belirli lütuflar karşısında verilmiş bir görevin icrası şeklinde varlık bulmuştur. Modern demokratik devlet düzeninin sürdürülebilirliği adına medyadan, kontrol-denge sisteminin oldukça önemli bir aygıtı olması beklenir. Ancak çağdaş medya düzeninin, özgürlük retoriğini kullanarak, demokratik süreçlerin kurban edilmesi pahasına orantısız bir güç kullanımı yoluna gittiği görülmektedir. Gücünü özgür duruşundan değil, politik ve ekonomik gücün yarattığı/yaratacağı kazanımlardan alan etik dışı bir güç/iktidar alanına yaslanan gazeteler ve gazeteci kitlesi zuhur etmiştir. Yakın tarihimiz bu yozlaşık güç alanının, müdahalelerin/darbelerin gerçekleşmesinde nasıl kullanışlı bir işlev icra ettiğini göstermektedir. Bu yüzden, özgür olması icap eden medyanın, özgürlüğünü bizatihi kendi yapısal aktörlerine karşı koruması gerekmektedir. Yalnızca mesleki etik açısından değil, genel anlamda verili gücün itibarını koruma sorumluğu adına medyanın öz-eleştirel sorgulaması gereklilik arz etmektedir.

Bu noktada yaşanmakta olan süreçte medya, kontrol-denge merkezli örgütlü bir güç olmanın getirdiği sorumlulukla hareket etmemektedir. Ülke sosyolojisine kayıtsız davranan medya dilinin iletişimsizlik düzeyini türedi sosyal medya aygıtları ile daha bir sağırlaştırdığına tanıklık etmekteyiz. Medya tüm bu araçsal imkanlarıyla kendisini Gezi olayı ile başlayan süreçte, siyasal hendesenin apolitik aracı olarak konumlamıştır. Ancak söz konusu medya temsilcileri, bu mücadelenin olumsuz sonuçlarına katlanabilecek bir duruş sergileyememiştir.

Siyasal-toplumsal idealite ve yönetim biçimi olarak demokrasi, yönetim erkinin el değiştirmesi için insanlığın geliştirdiği en barışçıl yöntemdir. Demokrasi, özünde halk iradesinin normatif bir düzen içerisinde kuralları tayin edilmiş biçimde tecelli edeceği bir siyaset yapma biçimidir.

Modern siyaset kuramları ve uygulamaları açısından bir idealite olarak benimsenen demokrasinin ete kemiğe bürüneceği alan, kuşkusuz bütün aktörleri ile etkinliğini inşa eden ve sürdüren siyasal alandır. Söz konusu siyasal aklın/alanın inşası ve etkin sürdürülebilirliği adına demokratik katılımın tüm imkanlarıyla üretildiği bir bağlam yaratılmalıdır. Bu noktada kolektif sorumluluk söz konusudur. Kamu erkinin politik ve bürokratik aktörlerinin yanısıra, sivil toplum ve medya gücü bu ortak sorumluluğun yüklenicisidirler. Bunlardan özellikle, iktidar ve muhalefetiyle birlikte siyasal alanın aktörlerinin sorumluluğu tayin edici niteliktedir. Siyasal aktörlerin temel varlık sebebi, millet iradesinin tecellisidir. Ayrıştırmaksızın bütün unsurları bünyesinde harmanlayan bir ‘yapı metafiziği’ olarak ‘millet iradesi’, bu iradeyi kasteden bütün/kütle karşısında birlik olmayı gerekli kılmaktadır. Millet, vatan ve egemenlikten müteşekkil olan üç kurucu unsurdan oluşan ‘devlet aygıtı’ meşruiyetini ‘millet iradesinden’ devşirmektedir.

Söz konusu iradeyi kasteden güç yozlaşmaları, makrofaj hücresinin normal doku hücresini fagosite etmesi gibi, devletin akli dokusunu yiyip tüketmesine yol açacaktır. Bu iradeyi tüketmeye dönük her mütecaviz tavır, hangi etnik, politik, sosyolojik vd. aidiyet alanlarına ait olurlarsa olsunlar, toplumun tüm birey ve kesimlerince güçlü bir söz, ses ve eylemsellikle reddedilmelidir. Zira meşru erksel alanlarını millet adına deruhte eden devlet, dahili ya da harici hiçbir güç öbeklenmesinin tasallutu altında olamaz.

Bu doğrultuda etkin bir varlık gösterebilmenin temel parametresi, toplum sosyolojisine uygunluk kriteridir. Söz konusu amacın gerçekleştirilmesi adına siyasal figürler, doğallıkla varlık buldukları zemin olan siyasal alanı etkin biçimde aktive etme çabası içerisinde olmalıdırlar.

Ruh çağırma ritüeli

Ancak, anlamlandırılması güç bir biçimde, siyasal aktörlerin kimi zaman iktidar, kimi zaman muhalefet tarafı, siyaset yapma imkanını yok ederek kendisine varlık zemini yaratma yoluna tevessül etmektedir. Yaklaşık son on yıllık dönemde tanık olduğumuz/yaşadığımız süreç, karşı tarafa siyaset yaptırmama stratejisi üzerine kuruludur. Negatif-siyaset olarak da nitelenebilecek olan bu durumu, minderden kaçan ‘güreşçi metaforuyla’ deyimleyebiliriz. Ne yazık ki, son bir yıldır yaşanan süreçte bu durum, bariz biçimde ilginç birliktelikler ve cepheleşmeler ile varlık bulmaktadır. Birbiri ile sözde düşünsel, kültürel ve kimliksel ayrışma alanlarına mensubiyetleri söz konusu olan bireysel ve örgütsel aktörlerin bir araya gelerek, siyasal alanı apolitik müdahalelerle inkıtaya uğratma çabalarına tanık olmaktayız.

Politik düzlemin her ne pahasına olursa olsun iktidarı yok etme adına, ciddi biçimde zemin kaybına uğratıldığı görülmektedir. Bu noktada tebarüz eden a-politik hırsın değişken aktörleri, tarihsel bir köke ve mirasa sahip olan devlet kültürünü deforme etmeyi ve/ya imha etmeyi göze alacak biçimde hareket etmektedirler. Bu yüzden içinde yaşadığımız sürecin tüm politik aktörlerinin ve aydınlarının üzerine düşen sorumluluk, siyaset alanının tüm taraflarını erdemlerle kuşanmış bir siyasal alana çağırmak olacaktır. Yapılması gereken şey, siyasi tarihimizde farklı formlarda ortaya çıkan ‘ruh çağırma’ ritüelleri düzenlemek değildir. Tek çaremiz, sürecin politik veya politik olmayan tüm sahiplerinin, süreçsel zemine yani mindere çağrılmasıdır.

Politik figürleri, negatif-siyaset yapma refleksi ile otoriteryen veya totaliter olarak nitelendirmek, sosyolojik etkisi açısından oldukça elverişli bir durum yaratmaktadır. Ancak unutulmamalıdır ki, totalitarizm eleştirisine muhatap olacak tek aktör siyasal figürler değildir. Yanısıra devlet aygıtı, yargı mensupları, medya, aydınlar ve diğer toplumsal güç odakları da totaliter bir yapıya dönüşebilirler.

Nitekim bu meyanda bir ‘aydın despotizminden’ de söz edilebilir. Özellikle modern toplumun düşünsel ve eylemsel aklını temsil eden aydın kesiminin niteliği, statüsel değer ve algısı temel bir değerlendirme ölçeği teşkil etmektedir. Bu açıdan bakıldığında, mevcut aydıntipolojisi üzerine yapılacak olan sosyoloji, toplumsal yapının yorumlanmasında esaslı bir yere sahip olacaktır. Bugün aydın tipolojisi üzerinden tabiri caiz ise, bir postür analizi yapmak gerekirse, duruş bozukluğundan, skolyozile maluliyetten söz edebiliriz. Süreçsel olarak Gezi ruhu, yedeğine iç ve dış hegemonik güçlerin operasyonel nüfuzlarını alarak, siyasal alanı dönüştürmeyi amaçlayan sosyo-patolojik bir sürece dönüşmüştür. Ülkemizin mevcut sosyo-politik gidişatına dair öngörü, bu sürecin yaklaşık gelecek bir yıllık süreçte meşru politik araçların apolitik ve gayri meşru-gayri hukuki ve gayri-ahlaki biçimde sabotaja uğrayacağına işaret etmektedir.

Bu sosyal mühendisliğin başvuracağı temel araçların başında -tanık olduğumuz üzere-, toplumsal duyarlılıkların, aidiyet, kimlik ve değer alanlarının incitici ve tahrik edici biçimde istismarı gelmektedir. Ne yazık ki, bu ruh hali, hangi hesaba, plana hizmet sunmuş olduğunun bilincinden uzak bir ruhtur. Kendisini/sosyolojik bütünlüğünü ve dokusunu kemirerek tüketen bir ruhtur. Bu Gezi-nen ruhun dili, tüm sistematik algısal çarpıtmaların tezkiye ediciliğine rağmen, otoritatif, propagandist, ajitatif ve kategorik bir dildir. Neresine dokunsanız ontosu bulanık bir dildir. Buna bağlı biçimde, bu ruhun ürettiği söylem ekonomisi, tüm içkin toplumsal dokuyu tahrip edici, derin köklere sahip ontolojik bağları yok edici bir söylemdir.

Yazık ki bu ruh, topyekun bir sosyolojik cinnet hali yaratma riskine sahiptir. Tarihsel kolektif aklımızın yarattığı öz bilinci, mikro kolektif çıkar öbeklenmelerinin çatışmalarına ve çıkarlarına kurban eden bir ruhtur. Görüldüğü üzere, çağın işleyen emperyal aklının kullandığı konvansiyonel araçlarla manipüle edilebilen bir ruhtur. Bu noktada temel yaşamsal gereksinimimiz; Gezi’nen ruhun değil, kökleri ile toplumsallığımızı kuran ruh ve aklın çağrılmasınadır.

[email protected]