Gezi sosyolojisi: Bir gençlik ve hayat tarzı güzellemesi

Nazife Şişman - Sosyolog Yazar
6.07.2013

Türkiye toplumunda ayrıcalıklı kesimlerin ‘estetik incinme’ potansiyeli dikkate alındığında, protesto dilinin epikten estetiğe, ideolojiden hayat tarzına evrilmesinin, otomatik olarak demokrasi kültürünü geliştireceği şeklinde bir ham hayale kapılmamalıyız.


Gezi sosyolojisi:  Bir gençlik ve hayat tarzı güzellemesi

Gezi olaylarıyla ilgili yorum yapmaktan özellikle uzak durmaya çalıştım, ilk haftadan beri. Çünkü toz duman içinde gördüğümün ne olduğundan emin değildim. İhtiyacım olan şey, geriye çekilmek, durmak ve düşünmekti. Çünkü tam olarak ne olmakta olduğunu bilmediğimiz kanaatindeydim. Yaşananları günübirlik açıklamalara sığdırmaya çalıştık/çalışıyoruz. Bir noktaya kadar tamam. Ama iş teoriye gelince çok da isabetli yaklaşımlar serdedildiğini söyleyemeyeceğim. 

Esasında teoriye her zamankinden fazla ihtiyacımız var. Bir tarafta internetin ifade dilini değiştirmesi, diğer tarafta ise protesto dilinin ideolojiden hayat tarzını korumaya evrilmesi, en dikkati çeken tespitler. Yeni bir demokratik dilin, dijital demokrasinin, estetik bedensel performansa dayalı protestonun, siyasal meta anlatıdan uzak bir hayat tarzı savunusunun yükselişini iştiyakla karşılayan sosyal bilimci söylemi, gazetecisinden twitter ve facebook kullanıcısına kadar herkes itirazsız benimsedi. Bu söylemin bel kemiğini gençlik güzellemesi teşkil ediyordu desek abartmış olmayız.

Değil mi ki siyasi bilinçten yoksun olduğundan şikayet ettiğimiz Y kuşağı gençler “kahrolsun bazı şeyler” kıvamında da olsa muhalefet ediyordu, internetin açtığı bilgi otoyoluna demokratik taşlar döşeniyor demekti. Malumunuz her Mayıs ayında gençleri dilimize doluyorduk son yıllarda. “Ne olacak bu gençlerin hali?” sorusunda yoğunlaşan bir hayıflanma haline girmeyi adeta itiyat haline getirmiştik. 19 Mayıs Gençlik Bayramı münasebetiyle geleceğimizi emanet ettiğimiz gençlerin hali pür melali konuşuluyor; 68 gençlik hareketinin yıldönümü vesilesiyle de eski solcu, yeni liberal büyükleri tarafından apolitik olmakla suçlanıyordu gençler. Gezi protestoları özellikle sol geçmişe sahip orta yaş kuşağın eleştirilerine bir cevap gibi kabul gördü.

Bir taraftan böyle bir eleştirinin muhatabı olurken diğer taraftan yeni teknolojilere adaptasyon kabiliyetleri nedeniyle de başta aile olmak üzere okulda, iş yerinde hiyerarşileri alt üst eden bir  avantaj kazandıkları için adeta kutsanıyordu gençler. Dijital teknolojinin içine doğan kuşak tabii ki bir önceki kuşağa nazaran daha hızlı uyum sağlıyor yeni teknolojilere. O yüzden internete öğretmeninden, anne-babasından, patronundan daha fazla hakim gençler, hatta  çocuklarla karşı karşıya olmamız normal. Ama bu durumu “şimdiki çocuklar çok zeki” ifadesinde kendisini gösteren ebeveyn egosunun dışına çıkarak değerlendirmek gerekir. Twitter kullanımı üzerinden bir gençlik anjelizmi yapmak bize ne kazandırır? “Gençler bozuldu” yaklaşımı ifratsa, “Şimdiki gençler harika” söylemi de tefrit olarak değerlendirilebilir ancak. 

Yeni teknoloji, yeni bir dili ve yeni davranış örüntülerini beraberinde getiriyor. Amenna. Ama bunun daha iyiye doğru bir değişim olduğunu nereden biliyoruz? 

İnternet birbiriyle yakın düşüncelere sahip insanları buluşturan bir araç. Sivil toplum örgütleri internet üzerinde daha kolay organize olabiliyor. Haksızlıklardan haberdar olmak ve onları engellemek için örgütlenmek açısından teknolojik bir kolaylık sunuyor. Bu avantajları nedeniyle, Arap baharı protestolarında oynadığı rolün abartılmasından da ivme alarak internet, daha doğrusu facebook ve twitter gibi sosyal mecralar, demokrasinin garantisi ve adeta özgürlüğün tecessüm ettiği alanlar olarak görülmeye başlandı. Ama nasıl ki telgraf ve telefon, iletişimi kolaylaştırmalarına rağmen ne savaşları durdurabilmiş ne de zulme son verebilmişse internet teknolojisi için de durum aynı. 

Bölüşüm’den tanınma’ya

Zira kabul etmeliyiz ki tıklamakla savaşı engelleyemeyiz. Haberdar olmakla bilgiye ulaşamayız. Enformasyon özgürlüğümüzün garantisi değil. Tam tersine onu berhava eden bir bombaya dönüşebilir. Klavyenin hijyenik mesafesi, bizi insana hakka ve adalete giden yollardan uzağa atabilir. Bu  sebeple siyaset, özgürlük, özerk birey ve internet ilişkisi gibi konular daha derinlikli olarak ele alınmayı bekliyor. Dijital demokrasi, bir dünya cenneti mi vadediyor yoksa bir mor koyun masalı mıdır (Fatma Barbarosoğlu, Yeni Şafak, 28.06.2013), sorusunu sorabilmek için bile teknolojinin sunduğu bu imkana/hıza perhizkar yaklaşmak, geri çekilmek, durmak ve düşünmek gerekiyor. 

Gezi’deki dilin büyük siyasi ideolojilerden, meta anlatılardan, epik yaklaşımlardan uzak olmasını demokratik açıdan kazanç olarak görüyor bazı sosyologlar. Mesela Nilüfer Göle, meseleye estetik ve yeni bir beden dilinin ortaya çıkışı üzerinden bakıyor. Elbette protesto dilinin siyasetten kültüre evriliyor olduğu sosyolojik bir gerçeklik. Bunu teslim etmemiz gerekiyor. Post modern dönem büyük anlatıları, kapsamlı ideolojileri geçmişe yollayan bir stratejiye alan açtı. Bir de biz toplum olarak 70’li yıllarda ideolojik karşıtlıkları büyük kayıplarla tecrübe ettik. Belki de büyük anlatılar, büyük ideolojiler değil de kişisel tercihler, kimlik ve hayat tarzı üzerinden bir mücadele dili geliştirmenin “daha iyi” olduğu kanaatini bu acı tecrübe de besliyor.

İdeolojik/siyasal kavgalar büyük maliyetler ortaya çıkardı: ötekileştirmeler, düşmanlıklar, savaşlar vs. Fakat hayat tarzına saygı talebi üzerinden yürütülen bireysel ve kültürel taleplerin daha az ötekileştirici olduğu kanaatine nereden varıyoruz? Burada biraz durup kimlik, kültür, hayat tarzı üzerinden yaşadığımız karşıtlıklarla ilgili bir hafıza yoklaması yapalım. 

Kültürün, yoğun siyasi çatışmalara sahne olan bir alana dönüşmesi, yaşadığımız dönemin en belirgin özelliklerinden. Günümüzde artık kültür, adeta kimliğin bir müteradifi olarak kullanılmaya başlandı ve bir kimlik belirleyici, farklılığı çizen bir sınır haline geldi. 

Son yirmi-otuz yıl içinde siyasal tartışma alanında, “yeniden bölüşüm”den “tanınma”ya doğru ciddi bir paradigma değişimi tecrübe edildi. Bir tarafta Charles Taylor gibi çok kültürlülüğü ve “tanınma politikası”nı, WillKymlicka gibi etnik grupların ve ulusal azınlıkların kültürel haklarını savunanlar; diğer tarafta ise onların bireysel haklardan vazgeçip grup haklarını savunmalarını, Aydınlanma’nın eşitlik ve adalet gibi evrensel ilkeleri açısından tehlikeli bulan ve onların bu yaklaşımını, kültürel özcülüğe yol açtığı için eleştirenler var. Seyla Benhabib gibi mesela. Bu konuda bir uzlaşma arayışında olanlar da hakeza. 

Kırılgan ve alıngan siyaset

Günümüz tüketim kültürü içindeyse artık kimlik yerine hayat tarzı kullanılıyor ve bu terim Giddens’a göre bireyselliği, kendini ifade etmeyi ve üslupçu bir öz-bilinci çağrıştırıyor. 

Peki, nedir bireyselliğin ve bu hayat tarzını oluşturan üslup duygusunun göstergeleri? Kişinin bedeni, giysileri, boş zaman kullanması, yiyecek içecek tercihleri, ev otomobil ve tatil seçimleri ve benzerleri... İşte bunlardır bireyselliğin işaretleri. Kişinin bedeni deyince ne anlıyoruz? Kişisel bakım, fitness, anti-aging, gibi uygulamalar var mı yok mu onun üzerinden anlıyoruz. Boş zamanını nasıl kullanıyor? Yılbaşında televizyon karşısında ailecek tombala mı oynuyor, yoksa ‘in’ olan bir gece kulübünde yer mi ayırtıyor? Vejeteryan mı, kalorisi düşük yiyecekler mi yiyor yoksa ucuz ama yüksek kalorili yiyecekler mi yiyor, suşi mi yoksa kebap mı yiyor? Tatilde Bodrum’a mı gidiyor yoksa yeni açılan plajlarda elbiseyle denize mi giriyor? Bireyselliğin hangi tercihlerle şekillendirildiğini bu soruların cevaplarından anlayabiliriz.

Tüketim toplumunda seçme özgürlüğünü temin için gereken şeylere sahip olunduğu oranda bir bireysellik ve üslupçu bir öz-bilinç söz konusu. Aslında bu, postmodern toplumun farklılıkla ilgili genel yaklaşımıyla da uyum içinde bir çözüm önerisidir. Zira postmodern toplum farklılığı hoş görür... Ama farklılık kendi bölgesinde kaldığı, yani ‘halk’ plajları istila edip ‘vatandaş’ın denize girmesine engel olmadığı sürece.

Neden bu kadar fazla hayat tarzı üzerinden çatışma yaşanıyor? Çünkü daha önce hiç olmadığı kadar yabancı ile irtibat halindeyiz. Bu irtibatı hem medya üzerinden hem de büyük şehir hayatındaki çoğulluk üzerinden tecrübe ediyoruz. Ve ekonomik ve siyasal gerilimler hayat tarzı farklılığı üzerinden buluyor ifadesini. Avrupa’da nasıl küresel kriz kendisini yabancı düşmanlığı olarak açığa vuruyorsa, Türkiye’de de merkez ve çevre arasındaki iktidar mücadelesi kendisini kimlikler üzerinden ifade ediyor.

Hayat tarzı ve estetik vurgusu, siyasal/ekonomik mücadelenin üzerini örten bir peçe gibi. Avrupa’da yükselen ve kendisini örtü/peçe karşıtlığı üzerinden ifade eden İslamo-fobi, etiğe karşı estetik tercihinin demokratikleşmeye değil vandalizme alan açma potansiyelinin de bir göstergesi. 

 Bu sebeple Türkiye toplumunda da ayrıcalıklı kesimlerin “estetik incinme” potansiyeli dikkate alındığında, protesto dilinin epikten estetiğe, ideolojiden hayat tarzına evrilmesinin, otomatik olarak demokrasi kültürünü geliştireceği şeklinde bir ham hayale kaptırmamalıyız kendimizi. Zira siyasetin de ahlakın da bittiği yerde asıl meseleleri ikame eden hayat tarzı hassasiyeti ile birlikte, daha kırılgan ve alıngan, bu sebeple de daha bölücü, parçalayıcı toplumsal tepkiler ortaya çıkma ihtimali yüksek.

[email protected]