Gezi ve Posthegemonya

Doç. Dr. Ali Murat Yel - Marmara Üniversitesi Öğretim Üyesi
17.08.2013

Düşmanca ikilikler, toplumu keskin çizgilerle ayıran hegemonya eksenlerinin çabasına işaret ediyor. Eski rejimin çok tanıdık olduğu bir tavır bu. Biz ise, herhangi bir “Gezi” veya “iktidar” ruhu altında genellenemeyeceğimizi farkettiğimiz anda, demokratik bir siyasetin mümkün olduğunu görebileceğiz.


Gezi ve  Posthegemonya

Tartışma evrenimizi girdiğinden beri “Gezi”, belirli siyasi ve toplumsal duruşlara işaret eden bir söylem olarak inşa edilmektedir. Gezi’yi, iktidara direniş temelinde bir söylem olarak üreten özneyi, tek sesli ve homojen bir kimlikle tanımlamak ise neredeyse imkansızdır. Cumhuriyet Mitingleri’nin İslamofobik eğilimini barındıran ulusalcı refleksten anti-kapitalist Müslümanlara, çevrecilerden LGBTT hareketine, Kemalist modernleşme projesine eklemlenen seçkinci soldan, solun daha yerelci veya özgürlükçü yorumlarına varıncaya dek geniş bir yelpazeden bahsetmek mümkündür. 

Bu yelpazenin dikkat çekici özelliği, özgürlükçü ve totaliter eğilimleri bir arada içermesidir. Homojen bir “Gezi Ruhu”ndan bahsetmek mümkün olmadığı gibi, tek sesli bir iktidar bloğundan bahsetmek de imkansız görünmektedir. Toplumu oluşturan bireylerin, etnik, dini, sınıfsal ve cinsel aidiyetleri açısından farklılaşan talepleri mevcut olmakta ve yekpare bir ideoloji eksikliğinden dolayı bunların hepsini kapsayacak bir “hegemonya” alanını tesis etme olanağı bulunmamaktadır. Gezi olaylarının görünür kıldığı dinamikler, Türkiye’nin hegemonik modelden, posthegemonya dönemine geçisini göstermesi açısından önemlidir.  

Hegemonya kavramı 

“Hegemonya” kavramını kuramsallaştıran İtalyan Marksist düşünür Antonio Gramsci’ye göre bir toplumsal sınıfın, devlet aygıtını ele geçirmesi ancak ve ancak o sınıfın, toplumdaki diğer sınıflar üzerinde bir “hegemonya” tesis etmesiyle mümkündür. Hegemonya ise baskı veya zor kullanarak değil, kitlelerin “rıza”sını alarak gerçekleşebilir. Sivil toplum, hegemonya ilişkilerinin net bir şekilde gözlemlenebileceği alan olup devrimci bir siyaset, sivil toplum dahilinde mevcut bulunan “yaygın kanaatlerin” dikkate alınmasıyla mümkün olabilmektedir. Hegemonyanın “kültürel” olarak tesis edilebilmesi sürecinde Gramsci, Marks’ın aksine ani ve köklü bir devrimden ziyade, “pasif (yavaş) devrimi” öngörmektedir. 

Daha önce çeşitli araştırmacıların da öngördüğü üzere, Türkiye’de bir “pasif devrim”in gerçekleşmekte olduğunu belirtmek mümkündür. Özellikle 1980 sonrası yaşanan toplumsal ve ekonomik dönüşüm ile “taşra”; bir başka deyişle, Kemalist modernleşmenin gerek “Batılı görünebilmek”, gerekse “homojen bir ulus yaratmak”  uğruna dışladığı ötekiler, giderek daha görünür hale gelmiştir. Sadece belirli bir merkeze coğrafi bir uzaklığı ifade etmeyen “taşra” sözü, dindar-muhafazakâr Müslümanlar, Kürtler, Aleviler, Ermeniler ve LGBTT bireyler gibi dini, etnik, sınıfsal ve cinsel yönelim açısından dışlanmış gruplara atıfta bulunmaktadır. Kemalist modernleşme, Gramsci’nin tarif ettiği manada bir hegemonya tesis etmeyi başaramamış, dolayısıyla kitleleri “rıza” yoluyla değil, zor ve baskı kullanarak kontrol etme eğilimi göstermiştir. 1990’lı yıllarda rejim, başta dindar-muhafazakâr kitleler ve Kürtler olmak üzere, “ötekilere” zor ve baskı uygulayarak hegemonya çabası gütmüştür. 

2000’lerde ise AK Parti, demokratlar, liberaller, Kürtler, gayri-müslimler ve hatta farklı cinsel yönelimdeki bireylerin rızasını alarak “öteki” bir siyasetin mümkün olduğunu göstermiş; rejimin ekonomik, siyasi ve askeri vesayetine yönelik önemli ölçüde başarılı olarak nitelendirilebilecek bir mücadele vermiştir. Demokratikleşme yolunda yapılan çeşitli reformlara rağmen, eski rejimin temel yapılarıyla halen ayakta duruyor olması, dolayısıyla pek de “eskimiş” olmaması, pasif devrimin geçerli mekanizmalarına dikkat çekmektedir. Devlet aygıtına adeta yapışmış olan eski rejimin imkan ve stratejileri, zaman zaman bu aygıtın yürütücüsü konumundaki iktidar partisini de zor duruma düşürmüş ve başta Uludere olmak üzere ülkenin pek çok yerinde, telafisi imkansız vicdani yaralar açılmasına sebep olmuştur.

Gezi söylemi, toplumsal grupların çoğullaşarak farklılaştığını, siyasetin parçalanmışlığını ve ideolojilerin sonunu göstermesiyle, “posthegemonya” dönemini görünür kılması açısından önemlidir. “Y kuşağı” diye tabir edilen apolitik neslin siyasi argümanlar edinmesi, siyaseti seçkinci bir uğraş olarak değerlendirilen genel-geçer tavrın parçalanmasına sebebiyet vermiştir. Diğer yandan, Gezi dahilinde birbiriyle farklılaşan söylemlerin yer aldığı ve bu söylemler arasında gerilimler yaşandığı dikkat çekmektedir. Belirli gruplar, hükümeti ülkeyi yönetemez hale getirmek amacıyla kitleleri militarize etmeye gayret edip eleştirel bir tavır takınırken sivil iradeye saygıyı vurgulayanlar da mevcuttur. Gezi söylemi üzerinden kendilerini tanımlayan bireyler Başbakan Erdoğan’a hakaret eder ve bunları Taksim civarındaki duvarlara yazarken, feminist aktivistlerin cinsiyetçi hakaretler içeren yazıları sildiği görülmüştür. Bazı gruplar, Kabataş’ta saldırıya uğrayan bir kadının anlatısına inanmaz ve kamera kaydı isteyecek kadar vicdansızca bir tavır sergileyebilirken, bu durumu net ifadelerle kınayan ve örtünmeyi bir yaşam tarzı olarak seçmiş kadınların deneyimlerine empati kuran bireylerin de varlığı bilinmektedir. Gezi Parkı’na giden kimi yoksul gençlerin, alanda imtiyazlı üst-orta sınıf ailelere mensup gençlerle karşılaşmaları sonucu hissettikleri yalnızlaşma ve yabancılaşma da, Gezi söyleminin çoğulcu yapısına olduğu kadar, sınıfsal gerilimlerine de dikkat çekmektedir.

Parçalı siyaset, çoğullaşan toplum

İktidarın baskıcı mekanizmalarına karşı bir “direnç” olduğunu iddia eden Gezi aktivizminde etkin olan gruplar dahilinde seçkinci, milliyetçi/ulusalcı, ataerkil ve homofobik tavırlar mevcut bulunabilmektedir. “Devrim şehidi” gibi militarist bir anlatının veya “Silivri Gezi Parkı olsun” sloganının, Gezi’nin temsil ettiği iddia edilen özgürlükçü “ruh” ile oluşturduğu tezat, aynı söylem dahilinde aktif bulunan bireylerin farklılaşan tutumlarını gözler önüne sererken, belirli bir hegemonya programının pratiğe dökülmesine engel teşkil etmektedir. Benzer bir şekilde AK Parti ile temsil edilen toplumsal sınıfların da, tek-sesli bir blok oluşturmadıkları gözlemlenmektedir. Evet, güncel tartışmalarda sıklıkla belirtildiği gibi “sandık herşey demek değildir”; çünkü kitlelerin %50 gibi bir oranla AKP’ye oy vermesi, veya çeşitli toplumsal grupların siyasal öznelliklerini Gezi ile ilişkilendiriyor olmaları onların, homojen ve değişmez bir kitle oluşturduklarını göstermemektedir. Tam aksine, bireyler dini, etnik, sınıfsal ve cinsel aidiyetleri ile farklılaşmaktadır. Gramsci’nin tabiriyle, toplumda sıklıkla telaffuz edilen argümanları kapsayan “yaygın kanaat”, gün getikçe parçalanmakta ve çoğullaşmaktadır. 

Bu durum, Türkiye’nin demokrasi serüveninde iyiye gidişin işaretidir; çünkü demokrasi, ancak ve ancak farklılıklarımızla dayanışarak, bir empati ilişkisi dahilinde deneyim edebileceğimiz türden birlikte yaşama işaret etmektedir. Demokrasilerde genellemelere değil, çoğullaşmaya ihtiyaç duyulmaktadır. Gezi üzerine inşa edilen söylem de, birleştirici bir “ruh” değil, tam aksine belirli gerilimler etrafında yeniden üretilen farklılaştırıcı ve çoğullaştırıcı öznelliklerdir. İddia edildiğinin aksine, genel-geçer bir “Gezi ruhu”ndan söz etmek imkansızdır; “Gezi ruhu” iddiası, posthegemonya dönemini okuyamayan ve toplumların, halen geçmişte kalmış düşmanca ikilikler etrafında bir hegemonya mücadelesi için mobilize olduğunu kabul eden, çoğulcu demokrasiden ziyade, çatışmacı bir eylemlilik halinden beslenen bir bakış açısının dışavurumudur. Toplumu “Gezi ruhu” ve onun “direndiği” bir siyasal partinin gözü kapalı destekleyicileri olarak ayırmak, kim tarafından yapılırsa yapılsın, çoğulcu kesişim noktalarını görmezden gelen anti-demokrat bir tavırdır.

 Hegemonik bir rekabete işlevsel kılınması amaçlanan siyasal söylemler, ortaya koydukları genelleyici argümanlar neticesinde bireylerin farklılaşan aidiyetlerini tam olarak temsil edememektedir. İdeolojilerin gücünü yitirdiği günümüz toplumunda, hangi partinin seçmeni olursa olsun kitleler, kendilerinden daha üstün konumda bulunan bir devlet onları yönetsin diye rıza göstermekten çekinmektedirler. Çünkü bireylerin yaşadığı mağduriyetler, siyasi hareketlerden de öte değil, topluma egemen “büyük-anlatılar”dan ileri gelmektedir. 

Fransız postmodern düşünür Jean-Francois Lyotard’a göre toplum, modernitenin büyük-anlatılarıyla şekillenmektedir. Kapitalizm, ulus-devlet ve patriyarka (ataerki) gibi toplumsal ilişkileri düzenleyen olguları, büyük-anlatılar olarak değerlendirmek mümkündür. Etnik grupları ayrıştırıcı bir milliyetçilik, inanç özgürlüğünü kısıtlayan militan laiklik etrafında etkin olan bir din düşmanlığı, kadına ve erkeğe belirli toplumsal cinsiyet rolleri ve cinsel yönelimler dayatan patriyarka ve yoksulluk üreten kapitalizm, topluma istikamet veren büyük-anlatılar olarak işlev görmekte, “bize rağmen” kişiliğimizi inşa etmekte ve böylece, toplumsal dayatmalara uymayan bireylerin ötekileşmesine yol açmaktadır. Lyotard postmodern dönemi, topluma yön veren modernitenin ve ulus-devletin büyük-anlatılarının çözülerek, “yerel-anlatıların” giderek görünür olmaya başladığı bir çağ olarak tanımlamaktadır. Türkiye’de 1980’li yıllarla beraber taşranın görünürlük kazanarak, seçkinci modernleşme projesinin çözülmesini sağlaması, Lyotard’ın tarif ettiği dönüşüme işaret etmektedir. 

Büyük-anlatıları eleştirmek

Büyük-anlatıların çözülmesi, aynı zamanda posthegemonya dönemine de yön vermektedir. Bireylerin giderek çoğullaştığı ve farklılaştığı bir toplumda hegemonya tesis etmek güçleşmekte; siyaset, partiler dışı bir etkinlik alanına kavuşmakta ve posthegemonya süreci belirgin hale gelebilmektedir. Kapitalizm, patriyarka ve milliyetçiliğin büyük-anlatılarını yeniden üretmeyen bir siyasi hareketin mevcudiyetinden söz etmek imkansızdır. Bir direnç hareketi olduğunu iddia eden Gezi aktivizmi dahi, büyük-anlatıları yeniden üretecek söylemler içerebilmektedir. Başbakan Erdoğan’a hakaret eden ataerkil nefret söylemi, işgal etmeye veya darbe yapmaya heves eden bir militarist dil, ölümü kutsayıcı ve feda kültürünü yüceltici bir totaliter-devrimci pratik, kendisinden başka bireyleri aydınlattığını düşünen ve yoksunluğun gerçek koşullarına empati kuramayan üst-orta sınıf ailelerin varlıklı çocuklarının seçkinci tavrı, “öteki” kadınların deneyimlerini gözardı eden “beyaz Türk feminizmi” ve kentsel bir mekana sahiplik iddia eden kapitalist zihniyet de, Gezi söylemine eklemlenen büyük-anlatılar olarak dikkat çekmektedir. Diğer yandan Gezi söylemini, mutlak bir “olumsuz” olarak değerlendirmek de mümkün değildir. Farklı toplumsal gruplara empati kurabilen demokrat söylemler de “Gezi” göstergesi altında yer alabilmektedirler. Gezi’yi toptancı bir yaklaşımla kötülemek kadar, Türkiye’nin demokratikleşme sürecine önemli katkıda bulunmuş AK Parti’yi kategorik olarak reddetmek de, düşmanca bir ikiliğin dışavurumudur. 

Gezi olaylarına atıfla toplumu siyah veya beyaz olarak ikiye ayırmaya gayret eden bir söylem evrenine itilmiş durumdayız. Örneğin, başbakanın bir diktatör olmadığını ifade eden biri, en iyi ihtimalle totaliter bir rejimi savunan “yandaş” olmakla suçlanabilmekte veya Gezi söylemi dâhilinde politik bir öznellik geliştiren bir kimse, “dış güçlerin maşası olan bir hain” şeklinde yaftalanabilmektedir. Düşmanca ikilikler, toplumu keskin çizgilerle ayıran hegemonya eksenlerinin çabasına işaret ediyor. Eski rejimin çok tanıdık olduğu bir tavır bu. 

Biz ise, herhangi bir “Gezi” veya “iktidar” ruhu altında genellenemeyeceğimizi farkettiğimiz anda, demokratik bir siyasetin mümkün olduğunu görebileceğiz. O hep bir, bütün, büyük, seçkin, mükemmel, zengin, normal, makbul ve imtiyazlı olmak uğruna içselleştirdiğimiz büyük-anlatılardan kaçınarak. Dikkatimizi, herhangi bir kurtarıcı “ruh” aramaktan kendimize; toplumda durduğumuz, bizi biz yapan konuma çevirdiğimiz an, düşmanca ikiliklerimizin ötesinde üçüncü bir yol bulmak mümkün...

[email protected]