Gezi’den geriye tahrik ve tahrip kültürü kaldı

M. Taceddin Kutay / Türk- Alman Üniversitesi
4.06.2016

Türk siyasal kodlarını okumayı başaramayan bir aklın yönettiği kitle “istemezük” ten daha net bir talep ortaya koymayı başaramamıştır. Gezi’yi yeniden üretmek somut bir şey ortaya koymak olarak değil, nihilizmin beslediği bir tahrip kültürünü yeniden üretmek olarak karşımıza çıkıyor.


Gezi’den geriye tahrik ve tahrip kültürü kaldı

M. Taceddin Kutay / Türk- Alman Üniversitesi

Geçen yıl mayıs ayı Gezi’nin neredeyse hiç konuşulmadığı bir ay olarak yaşandı. Bunda elbette Haziran seçimlerinin payı yadsınamayacak kadar büyüktür. Bununla birlikte bu yıl Gezi’nin yeniden gündemde tutulmasına yönelik faaliyetlerin geçen yıla nazaran daha yoğun bir biçimde sergilendiğini gözlemliyoruz. Kartal Stadyumu’ndaki konserden, meccanen dağıtılan Gezi t-shirtlerine kadar Gezi söylemini diri tutacak eylemler dikkat çekmekte. Sosyal medyadaki canlılık ise gözlerden kaçmıyor. Peki üçüncü yılında Gezi’yi bir yıl öncesine göre daha fazla gündeme getiren saik nedir?

Üç yıl önce Gezi hadisesini 30 yıl savaşlarını nihayetlendiren “Cuius Regio, Eius Religio” (Toprağa hükmeden dini belirler) prensibi üzerinden okumayı teklif etmiştim. Vestfalya şekillenmesinin bir benzeri İstanbul’da da yaşanmış olamaz mıydı? Vestfalya şekillenmesinin en önemli sonucu, dili ve kültürü birbirinin aynı olan halkın mezhep ve yaşam şekli esasına dayalı olarak hakimiyet bölgeleri oluşturmaları; bu hakimiyet bölgeleri arasındaki interaksiyonun ve ticari ilişkilerin neredeyse sıfır seviyesine inmesi olmuştu. O kadar ki söz konusu ilişkiler 20. yüzyılın sonlarına değin tam olarak tesis edilmemiş, okullarda farklı mezhepten öğrenciler aynı sınıfları dahi paylaşamamıştır. Bu şekillenmeyi “Konfesyonel Yaşam Alanı” olarak adlandırmamız son derece olağandır.

Kolektif hafıza

Aradan geçen üç yıl Gezi ve “Geziciler”in karakteristiğini dönüştürmediği gibi, Gezi müminlerinin inanç yoğunluklarından başka hiç bir şeyi de değiştirmedi. O tarihte şu satırları da ihtiva eden bir okuma kaleme almıştım: “Gezi Parkı değil de örneğin Gülhane Parkı bir değişikliğe maruz bırakılmak istenseydi, Taksim’e çıkan kitle yine aynı boyutta bir tepki ile mukabele edecek miydi? Hayır. Gülhane Parkı’nın, Yedikule’nin surları yıkılsa, 3. Köprü’nün bir ayağı Yoros Kalesi’nin tam üzerine oturtulsa, Topkapı Sarayı’nın bahçesine AVM yapılsa bile bu çapta bir tepkinin doğmayacaktı... Bu kanıya varmamda müessir olan şey “Gezi Parkı”nın da içinde bulunduğu Taksim Meydanı’nın kolektif ve kültürel hafızada sahip olduğu yerdir.

Pera, içinde gayrimüslim tebanın yoğun olarak meskun olduğu bir yer olarak Osmanlı’dan Cumhuriyet’e tevarüs etmesinin yanında, İstanbul’un kültür-sanat ve eğlence merkezi olarak kabul edildi. Bu kabulün pek çok besleyicisi olduğu muhakkak. Ancak bu kabulü besleyen tüm öğelerin ‘alaturkalık’tan çok uzak olduğunu belirtmemiz gerekir. Pera’nın İstanbul içinde kendine has mimarisi ve Müslüman Türk insanı için haddinden ziyade seküler yapısı; Pera’yı Türk’ün nazarında adeta bir başka memleket haline getirdi (Belki de zaten hep başka bir memleket idi). Bu itibarla Tünel’den Şişli’ye kadar bir hat şeklinde uzanan bölge kolektif hafızamızda yaratılan Cuius Regio, Eius Religio’da seküler olana ait bir mahal olarak yerini aldı. Oysa aynı bölge, pek çok gayrimüslim için bir dini merkez hüviyetini taşımakta. İstanbul’un günümüzdeki demografik yapısı ile değerlendirdiğimiz vakit anlam vermekte zorlanacağımız bu ibadethane dağılımı, aslında okuyabilen kimseler için İstanbul’un tarihi serüvenini gözler önüne sermekte. İstanbul kendi Vestfalya şekillendirmesini kendi içinde sessiz ve yazılı olmayan kurallara göre çoktan gerçekleştirmiştir. Artık kendisini alaturka kültüre ait hissetmeyen İstanbullu için, dışarıdan herhangi bir tazyike maruz kalmadan kendisini ifade edebileceği ve yaşam sürebileceği bir yerdir Pera. Bu şuurlu mu şuursuz mu olduğu anlaşılamayan tefrik için, zaten “Karşı Taraf” anlamına gelen Pera kelimesi ile adlandırılmış olan bir bölgeden daha münasip bir yer düşünülemezdi.

Muhafazakar bir Türk tarafından idare edilmek durumunda kalmış olan Peralı, kendi regülasyonunu yapamama sıkıntısı çekmektedir. Oysa modern dünyayı yaratan en önemli ilke, bölgelerin inanç saiki göz önünde bulundurularak birbirinden kesin olarak ayrılmasıdır. Madem Pera, yüzyıla mütecaviz ‘Peralı’larındır, öyle ise Pera üzerindeki tasarruf yetkisi de yalnız Peralılara ait olmalıdır. Emek Sineması, Atatürk Kültür Merkezi tartışmaları, eğlence mekanlarına kısıtlamalar, Pera hayatının vazgeçilmezi alkol ile ilgili düzenleme ve bunun gibi misaller; genel kabulün aksine yaşam alanına bir müdahaleden ziyade konfesyonel yaşam alanının bir saldırıya uğradığı algısı ile mukabele buldu.”

Ve Gezi partisini seçer...

Gezi’nin henüz dumanı üzerindeyken kaleme alınan bu satırların ardından iki sene geçmişti ki bahsi geçen kitle, çatısı altında birleşebileceği parti olarak HDP’yi seçtiğini açıkça ortaya koydu. HDP’nin çatı partisi haline gelmesi Gezi’yi alaturka karşıtı kitlenin bir edimi olarak görenleri tasdik eder mahiyettedir.

Üzerinden geçen üç yılın ardından geziye katılanlar değişik reaksiyonlar geliştirmiş durumda. Sosyalist reaksiyonu anlamak ve anlamlandırmak son derece kolay. Zira zaten tarihi boyunca devrim özlemiyle yanıp tutuşan romantik Türk sosyalisti açısından Gezi’nin “Haziran Devrimi” olarak adlandırılmasından ve hasret ile yâd edilmesinden daha doğal bir şey olamazdı. Solun son yıllardaki en dişe dokunur eylemi de zaten anma törenlerinin birinden ötekine koşmak haline geldi. Bununla birlikte anlaması ve anlamlandırması sola göre daha zor olan alaturka karşıtı bir kitle var ki gerek Gezi’nin yıl dönümü üzerinden gerekse geziye denk düşen İstanbul’un Fetih Yıldönümü üzerinden bir arada ve diri tutulmaya çalışılıyor. İşi Gezi sürecinde “Zulüm 1453’te başladı” demeye kadar vardıran bu kitlenin sözcülüğünü yürütenlerin ortak özelliğinin alaturka nefreti olduğu yorumu eskisi kadar ispata muhtaç değil. Mustafa Altıoklar Fatih’in karadan yürüttüğü gemileri “2 tane kıçı kırık taka” olarak okurken içindeki nefreti gizlemek noktasında bir beceriksizlik sergiliyor değildi, aksine bilinçli bir biçimde Türk’ün tam karşısında bir yere oturan kitlesinden beslenmekte ve onları beslemekteydi. Gerçekten de Türk karşıtlığının Yahudi karşıtlığı benzeri güçlü bir karakteri vardır; öyle ki bu kadar güçlü ve yoğun bir his olmadan bu kadar cesurca saçmalamak mümkün değildir. 

Üçüncü yılında Gezi’yi okurken sosyal medya hiç şüphe yok ki önemli bir laboratuvar vazifesi görüyor. Gezi kitlesi sadece sosyal medya üzerinden mobilize olmakla kalmadı, gezinin hayaletini de sosyal medyada sürekli yaşattı. 2015 mayısında sosyal medyada Gezi’ye yapılan atıf bu yılın mayıs ayına göre oldukça düşük yoğunlukluydu. Bu yıl ise Gezi’nin yıl dönümü daha hareketli bir biçimde hatra getirildi. Peki 2016 yılını 2015 yılından farklı kılan nedir?

Tarif ederken bilinçli bir biçimde alaturka karşıtı olarak adlandırdığımız kitle kendisine siyasal çatı örgüt olarak HDP’yi seçerken bu siyasal hareketin dinamizminin etkisinde kaldı. Kitleyi birleştiren en önemli ortak noktanın geleneksel olana karşıtlık olduğu savından yola çıkarak elbette geleneksel Türk’e en açık karşı duruşu sergileyen HDP’nin bu dinamizmi ister istemez ortaya koyacağını ifade edebiliriz. Bununla birlikte HDP’yi bir alternatif haline getiren en önemli amilin bizzat demokratikleşme süreci olduğu su götürmez bir gerçektir. Süreç sayesinde PKK ile müşterek geçmişi ve kabarık sabıka dosyası olduğundan daha önemsiz gibi görülen HDP meşru bir çatı olarak teklif edildi ve bu kitle tarafından açıkça kabul gördü. Gezi bir regülatör görevi görmüş, söz konusu kitleyi bir söylem çevresinde eklemlemiş ve bunu bir siyasi harekete devretmişti. Gezi kitlesine hitap edebilmek adına evrensel mesajlar vererek 2015 seçimlerine girmiş, hatta İstanbul’da düzenlediği mitingi “Büyük insanlık mitingi” olarak adlandırmıştı. Ancak HDP 7 Haziran seçimlerinde elde ettiği başarının sarhoşluğu ile evrenselliği bir kenara bırakarak, bilindik yerel söylemlere; hem de yerel söylemlerin en kabul edilemezine sarıldı. Canlı bombaların cenazelerine giden milletvekillerinin Gezi’deki biber gazının hesabını insanlık namına sorması elbette bir paradoks yarattı. Özyönetim ilanları ve hendek siyasetine yönelen HDP ve doğal uzantıları geniş bir kitle hareketi olma iddiasından ister istemez uzaklaştı. Bu sebepledir ki nihilist Gezi, HDP ile el ele yok olmaktan kendisini muhafaza etmek adına kendisini söylem bazında yeniden inşa etme gayreti gösteriyor. Geçen yıl bu zamanlar sadece seçim atmosferiyle açıklayamayacağımız bir biçimde HDP içinde çözülmüş olan kitle bu yıl bizzat bir söylem olarak tekrar ortaya çıktı.

Şu halde yukarıda sorduğumuz sorunun cevabı kendisini ortaya koymaktadır. Gezi’den bir siyasal hareket çıkarmayı başaramayan çevreler kendilerince en uygun gördükleri siyasal harekete yanaşmış; ancak Gezi’de ortaya koydukları basiretsizlik kendisini tekrarlamıştır. Türk siyasal kodlarını okumayı başaramayan bir aklın yönettiği kitle “istemezük” ten daha net bir talep ortaya koymayı başaramamış, üretebildikleri yegane şey yine hoşnutsuzluk olmuştur. Hulasa, geziyi yeniden üretmek somut bir şey ortaya koymak olarak değil, nihilizmin beslediği bir tahrip kültürünü yeniden üretmek olarak karşımıza çıkıyor.   

[email protected]