Gezinen demokrasi uzmanları

Murat Güzel/Yazar
31.05.2014

Soyut bir fikirler, değerler ve uygulama mekanizmaları seti gibidir demokrasi. Hemen her kültürde, her coğrafya ve gelenekte aynı şekilde iş görür. Ülkenin Nijerya, Irak, Kamboçya ya da Rusya olması; insanların farklı kültürel, fikri, siyasi ve toplumsal yapılara mensup olması çok bir şey değiştirmez. Uzmanımızın gözünde “demokratikleşme” handiyse bir “siyasi mühendislik” işidir.


Gezinen demokrasi uzmanları

Mısır’ın Sömürgeleştirilmesi başlıklı doktora teziyle Ortadoğu çalışmaları alanında yeni bir çığır başlatan Timothy Mitchell, Karbon Demokrasi adıyla Türkçe’ye çevrilen başka bir kitabının Giriş bölümünde Irak’ın işgalinin ilk yılında yaşanan ilginç bir olayı anlatır.

Mitchell’in aktarımına göre Amerika Birleşik Devletleri’nin 2003’te Irak’ı işgalinden yaklaşık dokuz ay sonra yerel meclis ile “kapasite oluşturma” konusunda görüşmek üzere gönderilen, demokrasi uzmanı bir Amerikalının, ABD’liler tarafından tasarlanan “yeni idari yapı”yı anlatmaya başlarken kurduğu cümleler dünya egemenlerinin demokrasi anlayışları bakımından üzerinde durulmayı hak eder. Uzman, PowerPoint slaytlarını göstermeye, “yeni demokrasinize hoş geldiniz” diye başlar Mitchell’in anlatımına göre, “sizlerle daha önce karşılaşmıştım. Sizlerle Kamboçya’da karşılaştım. Sizlerle Rusya’da karşılaştım. Sizlerle Nijerya’da karşılaştım.”

Bu cümleler Mitchell’in, düşünülebilecek bir “demokrasi uzmanı”nın aşağı yukarı nasıl birisi olduğunu tasrih etmesine imkan tanır: “Bir demokrasi uzmanı, demokrasiyi bir soyutlamaya, kolayca yer değiştirebilecek bir şeye dönüştürebilmelidir ki onu çantasında ya da PowerPoint sunumunda Rusya’dan Kamboçya’ya, Nijerya’da Irak’a taşıyabilsin ve insanlara nasıl çalıştığını gösterebilsin.”

Soyut bir fikirler, değerler, uygulama mekanizmaları seti gibidir demokrasi. Hemen her yerde, her kültürde, her coğrafya ve gelenekte aynı şekilde iş görür. Ülkenin Nijerya, Irak, Kamboçya ya da Rusya olması; insanların farklı kültürel geleneklere, farklı fikri, siyasi ve toplumsal yapılara mensup olması çok bir şey değiştirmez. Uzmanımızın gözünde “demokratikleşme” handiyse bir “siyasi mühendislik” işidir. Belli bazı algoritmalar, yapıp etmeler dizisi izlenirse demokratikleşme mümkün hale dönüşür. Mitchell’in ironize ettiği “demokrasi uzmanları”nın bilhassa son dönemlerde Türkiye’de pıtrak gibi çoğaldığını gözlemlemek ilginç.

Bu uzmanlar AK Parti iktidarı altında Türkiye’de demokrasinin eksiklerini sıralamakta mahirdirler. Bu konuda son derece “maharetli” itirazlar geliştirmeyi, sorular sormayı başarırlar. Bütün bu soruların çıkış noktasını da, itirazların varış noktasını da girdiği her seçimi açık bir farkla kazanan AK Parti’ye oy veren yığınların “yolsuzluk ya da kayırma yerine kendi rasyonel çıkarlarını gözetemeyen”, “otoriterliği meşrulaştırmayı reddedebilecek bir bilince sahip olmayan”, “yeterli eğitim, aydınlanma, demokrasi ve özgürlük terbiyesi ve tecrübesi bulunmayan” kişilerden oluştuğu tespiti yatar. Dikkat edilirse, Türkiye’deki portable demokrasi uzmanlarının hemen her seçim sonrası gazete ve dergi sayfalarına yansıyan sözde tespit ve eleştirilerini daha rafine ve nezih bir dile tercüme ettik. Tespitlerini dile getirirken kullandıkları üslup bakımından kendilerine dönen eleştiriler serdettiklerini fark edemeyen bir uzman taifesinden bahsettiğimiz de böylece açığa çıkmış olmalı.

Seçimlerden önce Türkiye’de ya da Mısır’daki Sisi darbesi esnasında, demokrasinin sadece “sandık”tan ibaret olmadığını, onun başka bir takım şeylere de gereksinim duyduğunu ileri sürerken fark ettiğimiz şey budur aslında. “Sandık”ın, yani önemli bir siyasi konu ve kararda “halkın görüşlerine başvurmanın ve o görüşlere saygı duymanın” Türkiye ya da Mısır gibi ülkelerde taşıdığı anlamı ıskalayan bir bakış açısıdır bu.

Gerçekte sözünü ettiğimiz uzmanların hemen hepsinin kaçırdığı en temel nokta, demokrasi mücadelelerini tam da “rasyonel çıkarlarını gözeten, eğitimli, aydınlanmış” çevrelerin baltaladığıdır. Batı’nın demokratik mücadeleler tarihinde demokratikleşmeye muhalif odakların genelde hoşgörülü, eğitimli, açık fikirli siyasal sınıflardan oluştuğu ortadadır. Mülkiyetten yoksun olanların, zencilerin, kadınların siyasi haklarına kavuşma yolunda verdikleri mücadele genelde tam da bu “hoşgörülü, eğitimli, aydınlanmış çevreler”in baskısıyla karşılaşmıştır. Türkiye’deki demokrasi mücadelesinin “özgüllüğü”nü bile gözardı etmemizi gerektirecek kadar bu konuda Batı’yla benzeşen yönlerimizin olduğu görülebilir. Batı’da demokrasi mücadelesinin önünün kesilme yollarının daha rafine ve daha karmaşık olmasına karşın, Türkiye’de bu mücadelenin daha kaba yollarla bastırılmasından başkaca bir fark bile yoktur handiyse. Bu noktada demokrasinin varlık şartı olarak ileri sürülen “sivil bir kültürün varlığı”nın demokratikleşme için zorunlu olmadığı fark edilir. Gerçekte, demokrasiyi mümkün kıldığı iddia edilen sivil kültür de demokratikleşme yolunda verilen siyasi mücadelelerin bir yan ürünü olarak bu mücadeleler sayesinde özneleşen yoksul, eğitimsiz kesimlere mal olur. Onların katılımıyla gerçekten kültür de “sivil”leşir, hoşgörü ve karşılıklı saygı vb. birtakım değerler “demokratik”leşir.

Olmazsa olmazlar

Batı’daki tarihsel mücadeleler de göstermektedir ki, yukarıda bahsettiğimiz eleştirileri dile getirenlerin bilinçaltında yoksul, eğitimsiz, kendi rasyonel çıkarlarını hesaplayamayacak halk yığınlarının kendi adlarına konuşamayacakları, kendi kendilerini temsil edemeyecekleri, yani bir “özne” olarak hesaba ve “demokratik oyun”a katılmamaları gerektiği şeklinde özetlenebilecek bir anlayışın bulunduğudur. Hatta “sandık”, yani halkın kendi adına konuşabilme ve kendi temsilcilerini seçme salahiyetini temsil eden mekanizmalar bu yüzden demokrasi için gerekli ise de yetersizdir. Mezkur eleştirileri dile getirenlerin gözünde demokrasiyi yeterli kılacak olan, halkın “yanlış” tercihlerini düzeltecek birtakım vasi kurumların etkin konumda bulunmayı sürdürmesidir. Dolayısıyla, bu eleştirileri dile getirenlerin kendilerini demokrasi eğitimi ve terbiyesine, aydınlanmış bilinçlere ve hoşgörülü kültürlere sahip olarak gördüklerine hiç kuşku yok. Ama ilginçtir, bütün bunlara sahip olanlar sadece onlardır. Yada,  biraz daha farklı bir şekilde söyleyecek olursak, “demokrasi eğitimi ve terbiyesi”, “hoşgörü”, “güven”, “karşılıklı saygı” vb. meziyetler, mezkur eleştiri sahipleri için sadece kendilerinin mülkiyetinde kalması gereken şeylerdendir. Diğerlerinin sahip olduğu buna benzer meziyetler olsa olsa “gizli ajanda”yı saklamak için sergilenen gösterişçi tavırlardır! Gezi olayları öncesinde “otoriterleşme” ve Gezi olaylarıyla birlikte “diktatörleşme” şeklinde AK Parti Genel Başkanı ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan hakkında sürdürülen yoğun “klişe üretimi” ve algı operasyonlarının neş’et ettiği siyasi anlayışların; halkı eğitimsiz, kendi rasyonel çıkarlarının nerede olduğunu görebilme yetisinden mahrum, cahil, yeterli demokratik terbiyeye sahip olmayan yığınlar olarak algılayan çevrelerle yakın ilişkisi üzerinde durulmayı hak eden bir muhtevaya sahip. Her iki çevrenin de temelde ortaklaştığı nokta Erdoğan nefreti. Bu nefretin biriktiği havuza 17-25 Aralık darbe girişimleri dolayısıyla temayüz eden dini çeşnili başka bazı oluklardan da su aktarıldığını yaşadık son altı ayda.

Klişe muhalefeti

İstediğimiz kadar otoriterleşme ve diktatörleşme söylemlerinin içsel tutarsızlıklarını gösterelim, bu nefret havuzunun kaynayan suları dolayısıyla derdimizi anlatmamız güç. Sözgelimi Erdoğan’ın diktatörleştiğini söyleyenler, aynı zamanda onun toplumu da kutuplaştırdığını iddia edebiliyor. Toplumu kutuplaştırmasının göstergesi elbette seçim sonuçları, halkın en az yarısı Erdoğan’ı destekliyor. Diğer yarı da parçalı. Farklı partilere dağılmış durumda ve bu farklı partilerin yeknesak bir siyasi anlayışta buluşmaları zor. Buluşabildikleri tek bir nokta var: Erdoğan nefreti. Peki ama o zaman nasıl “diktatör” olarak lanse edilebiliyor Erdoğan? Diktatör nitelemesinin bu kertede herhangi bir rasyonel içeriği ve açıklaması yok. Bu sıfatın sık kullanılmasının iki sebebi var. Biri hemence görülebilecek bir sebep: Popüler siyasi kültürdeki hegemonik-söylemsel mücadeleler için elverişli bir kavramsal avadanlık, sürekli tekrarlanabilecek, açıklayıcı gücü olmasa da duygusal verimi yüksek bir unsuru elde tutabilme gayreti. O yüzden diktatörleşme söylemlerinin soykütüğünde gizli ajanda, mahalle baskısı, sivil darbe, hayat tarzlarına yönelik tehdit, otoriterleşme söylemleri yer tutar; diktatörleşme söylemleri, bütün bu söylemlerin günümüzdeki uzantısıdır.

Bu noktadan itibaren ikinci sebebi de fark etmeye başlıyoruz. Erdoğan nefreti, aslında halktan duyulan nefretin ta kendisi. Erdoğan’dan nefret edenler aslında halktan nefret ediyorlar, halkın kültüründen, halkın taşıdığı değerlerden; halkın eğitimsizliği, demokratik terbiyeden yoksun oluşu vb. klişelerin bu kadar sık gündeme getirilmeye çalışılmasının sebebi bu. Halk olmasa pekala demokrat olabilecek, sayılabilecek kişilerin nefretidir bahsettiğimiz şey. Halk siyasi tercihleriyle, bu eğitimli, demokratik “terbiye”ye, “hoşgörü” ve “karşılıklı saygı” gibi demokrasinin olmazsa olmaz değerlerine sahip çevreleri ya da onların kendilerine yakın buldukları siyasi yaklaşımları değil, Erdoğan’ı destekler. Erdoğan’a yönelen nefret, halkın onu tercih etmesine duyulan içerlemenin, hıncın aynasına dönüşür böylelikle. Doğrudan AK Parti’nin seçmenlerine yönelir hınçlı cümleler. Neredeyse Erdoğan nefreti ile halktan nefret özdeşleşir: Soma’daki maden kazasında ölenlere ve onların ailelerine “Müstehaksınız!” denir, ölenler “niyazi” addedilir, yanlış yere oy ve destek verdikleri için “Allah’ın cezalandırdığı” söylenir.

Yaşadığımız son 10 yıl, halkın gerçek bir demokrasi öznesi olarak sahne aldığı, bu sebeple vesayet rejiminin yandaşlarınca sürekli aşağılandığı, “halksız” devrimci-demokratların neşvü nema bulduğu bir vetire olarak Türkiye’nin siyasi tarihine kaydedilecektir.

[email protected]