Gıda güvenliğinde neredeyiz?

Ali K. Metin / Şair, Yazar
13.01.2023

Mesele sadece uluslararası kurum ve anlaşmalar etrafında bizden beklenen görevleri yerine getirmek değil, aynı zamanda kendimiz ve insanlık adına çözümün anahtarı olabilecek örnek yapı ve uygulamaları hayata geçirmek olmalı. Dünyayı insani ve ahlaki istikamette dönüştürecek bir güç ve cazibe odağı haline gelmemizin yolu böyle bir yeteneği ve hassasiyeti ortaya koymaktan geçiyor.


Gıda güvenliğinde neredeyiz?

Gezegenimizin ve insanlığın geleceğiyle ilgili felaket senaryoları karşısında itiraf edilmeyen bir kayıtsızlık veya iyimserlik içinde olduğumuzu söylemek ne kadar doğru olur bilemiyorum, ancak çözüm mercii olarak Batı dünyasının hegemonyası altında şekillenen küresel kurum ve politikalara gizli bir güven duygusu içinde hareket etmeye teşne olduğumuzu yadsımak hiç kolay değil. Sorunları üreten güçlerin haklı olarak çözümü üretme konusunda asıl sorumluğu üstlenmesini isteyebiliriz. Fakat bunun bizi küresel politikalara fazlaca bel bağlayan kolaycı, edilgen, biraz da bedavacı bir halet-i ruhiyeye büründürmediğini kim söyleyebilir? Farklı realitelere sahip olmaları sebebiyle gelişmiş ülkelerle gelişmekte olan ve fakir ülkeler arasındaki önceliklerin farklılaşması gayet tabii ve izah edilebilir bir durum elbette. Ancak öncelikler arasındaki görece farklılaşma, geleceğimizi tehdit eden sorunlara ilişkin ne kayıtsızlığa ne de bunları görmezden gelmeye sebep teşkil eder. Kanımca çözüme yönelik oluşturulan küresel tedbirlerle ilgili sorumluluğumuzu yerine getirmek de yetmez, bu tarz yaklaşım tarzı çözüm potansiyelimizi bütünüyle harekete geçirmek yerine, bizi küresel uygulamalara tabi, edilgen bir aktöre dönüştürür. Oysa gerek ülkemizin hayrına gerekse küresel dünyanın güçlü ve saygın bir öznesi olmak adına meselelere nüfuz etmemiz gerekiyor. Açlıkla ve yoksullukla sürdürülebilir bir mücadele için kaynaklarımızı hem daha etkin ve sürdürülebilir şekilde kullanmanın hem de daha doğru ve adil paylaşımın elzem olduğunu biliyoruz. Mesele sadece uluslararası kurum ve anlaşmalar etrafında bizden beklenen görevleri yerine getirmek değil, aynı zamanda kendimiz ve insanlık adına çözümün anahtarı olabilecek örnek yapı ve uygulamaları hayata geçirmek olmalı. Dünyayı insani ve ahlaki istikamette dönüştürecek bir güç ve cazibe odağı haline gelmemizin yolu böyle bir yeteneği ve hassasiyeti ortaya koymaktan geçiyor. Dünya beşten büyüktür söylemi bunun bir adımı; paradigmatik bir duruşun ve özgüvenin ifadesi. Evet, ama yetmez. Haklar çıkarlardan, iyilik kötülükten, barış kardeşlikten üstün ve evladır. Yeni dünyanın şifrelerini bu yönde ne kadar tahkim ve ibraz edebilirsek, kendimizi o kadar değerli ve mutlu hissedeceğimiz muhakkaktır.

Gıda hakkı

Bugün bir tarafta beşeri ve sosyal kalkınmanın sağlanması, diğer tarafta üretimin sürdürülebilirliği birbiriyle iç içe iki temel mesele olarak karşımıza çıkıyor. Tabii kalkınma tarafından bakıldığında, onun da öncesinde veya en temelinde gıda güvenliği konusunun bulunduğunu tespit edebiliyoruz. En temel yaşam hakkı olan gıda güvenliği, toplumun, devletin, gerekse küresel örgütlerin güvenlik ihtiyacından sonra gelen tartışılmaz en önemli görevi diye kabul edilebilir. Bireysel ve toplumsal güvenlik nasıl sadece kişilerin veya grupların ihtiyarına bırakılamazsa, gıda güvenliğinin de piyasa koşullarına bırakılamayacak bir hak olduğunu göz ardı edemeyiz. Piyasayı yöneten çıkar ve kar mantalitesiyle, insan haklarına vaziyet eden hukuksal/ahlaki değerler zemini tamamen farklı hatta birbiriyle zıt şeyler. Bu yüzden tarım ve gıda, toplumların barış ve huzuru açısından stratejik bir konuma sahiptir. Gıda güvenliğinin olmadığı bir yerde sosyal adalet probleminden çok daha öteye huzur ve barıştan söz etmek hayli müşkül bir hal arz eder. Dolayısıyla gıdanın üretiminden arz ve erişilebilirliğine kadar bunu anayasal haklar çerçevesinde en önemli kamusal önceliklerden biri haline getirerek, kurumsal yapı ve politikaları da bu yönde etkinleştirmek kaçınılmaz olmalıdır. Sosyal yardım uygulamalarına/operasyonlarına dayalı çözüm önerileri, çağımızda artık aşılması gereken 20. yüzyıl politikalarıdır, vazgeçilmez ama yetersizdir. Yapısal iyileştirmelerden uzak palyatif tedbirlerin yerine daha bütüncül, daha insani ve sürdürülebilir nitelikte alternatif çözümler şart olmaktadır.

Gıda sorununun boyutları

Ama bu noktada bile küresel dünyanın iyi bir karneye sahip olmadığını söylemeden geçmemeli. Şöyle ki, yapılan değerlendirmelere göre, bugün nüfusu 8 milyara ulaşan dünyamızda 10 milyar insanı doyuracak bir gıda üretimi yapılıyor. Başka deyişle yapılan üretimin yüzde 33'ü çöpe gitmekte. Hasatta, depolamada, taşımada ve satış yerlerindeki kayıplar sonucu gıda ziyan oluyor. Bir tarafta 830 milyon insanın açlığından, 2,3 milyar insanın yeterli beslenemediğinden bahsederken, diğer tarafta neredeyse üçte bir oranında gıdanın heba olması herhalde dünyanın ciddiye alması gereken bir sorun olmalı. Nitekim bu kayıplar açlık tehlikesi içindeki insanları doyurabilecek bir büyüklüğe sahip. Fakat bununla da kalmıyor, 670 milyon obez insandan (fazla kilolu sayısı ise 2,5 milyar civarında) söz ediyoruz. Buysa gelir adaletsizliğinin ve büyük ölçüde tüketim kültürünün bir göstergesi sayılabilir. Her halükarda gıdanın doğru ve adaletli tüketilmediği gerçeğiyle karşı karşıya bulunuyoruz.

Başka bir mesele de dünyamızın tarımsal kapasitesiyle ilgili iddialar. Andy Jarvis'e göre, mevcut tarımsal arazilerde 11 milyar insana yetecek düzeyde gıda üretmenin imkanı yok. Birleşmiş Milletler 21. yüzyılın sonunda dünya nüfusunun 11 milyar olacağını öngördüğüne göre durum kritik demek. Tüketim kültürümüzde, gıda üretim ve tedarik sistemlerimizde kayda değer bir iyileşme olmadığı takdirde işimizin hayli zor olacağını anlayabiliyoruz. Küresel iklim değişikliği dolayısıyla üretim çeşitliliğinin azalacağını, üretim alanlarının daralacağını, sulama potansiyelinin düşeceğini ve göçlerin oluşturacağı tarımsal arazi kayıplarını da total bir şekilde dikkate alırsak karamsarlığa kapılmamak sanıyorum mümkün değil. Gerek yaşadığımız sosyo-ekonomik ikilemler (varlık ve yoksulluğa, üretim ve tüketime ilişkin sözü edilen tezatlar ) gerekse eko-sistemin dengelerini alt üst eden, gayr-i tabii diyebileceğimiz üretim yapıları, bizi esaslı bir şekilde yaşadığımız çelişkileri sorgulamaya zorluyor. Gıda güvenliğini merkeze alan bir yaklaşımla bile bakıldığında hem yeterli üretimi yapmak hem de herkesin gıdaya erişimini sağlayacak sistemsel değişimleri gerçekleştirmek gerekiyor. Bu ikisini bir arada düşünmeyen her hangi bir yaklaşımın, dünyamızın bugünü ve geleceği açısından hayra vesile olmayacağı çok aşikar gibidir. Sadece fazla üretmeye odaklı bir yaklaşım, handiyse dünyanın sonunu hızlandırmak olacaktır.

Teknolojik arayışlar

Ve lakin, yeterli ve sürdürülebilir üretime yönelik çözümler geliştirmeden de geleceğe güvenle bakabilmemiz oldukça zor gözüküyor. Bu noktada teknolojinin yani inovasyonun gücüne ne kadar güvenebileceğimizi zaman gösterecek. 1960'larda yaşanan "yeşil devrim"i (yüksek verimli üretim) yeniden gerçekleştirmek acaba mümkün olabilecek mi? Bilindiği gibi 1960'larda yapılan melezleme çalışmalarıyla bitkiler iki kat daha fazla ürün vermeye başladı. Bugün de genetiği değiştirilmiş organizmalar (GDO) yoluyla benzer bir devrimin gerçekleştirilmeye çalışıldığının farkındayız. Ancak bu ilki kadar kolay olmayacak; tabiatın kodlarıyla oynama konusundaki aşırılıklar bizi tahmin edilmeyen risk ve felaketlere maruz bırakabilir. Mary Shelley'in Frankeştayn'ını ibretlik bir metafor olarak aklımızın bir köşesinde tutmak lazım. Dolayısıyla tabiatla daha barışık, daha sahih ve makul nitelikteki çözümleri öncelemek zorunluğundayız. Bununla beraber, yapay zekanın ve robotik gelişmelerin tarımda işlevsellik kazanması, bugünden ilerisini henüz tahmin etmekte zorlandığımız gelişmelere pekala vesile olabilir. Tarımsal sulamada ve ilaçlama çalışmalarında bu türden dijital teknolojilerin kullanılmaya başlanmasını yeni bir dönemin ilk emareleri olarak değerlendirebiliriz. Bunun, verimliliğin artırılması ve su kaynaklarımızın idareli kullanılmasında çığır açıcı bir gelişmeye imkan verip vermeyeceği zaman içinde şüphesiz daha iyi görülecektir. Bize düşen, ülkemizin ve dünyanın gıda güvenliğini temin edecek bütün imkan ve gelişmelere aşina olmak suretiyle siyasi, toplumsal ve iktisadi aklı bu yönde kanalize edecek adımları atmaktır. Bunun için siyasi/kurumsal akıl ve politika anlamında tüketici olmaktan çıkarak üreten ve sorumluluk alan bir konuma gelmemiz icap etmektedir.

Küresel çabalar

Birleşmiş Milletler Teşkilatı'nın bu yönde küresel politikalar oluşturan en önemli ve kapsayıcı çatı örgüt olduğu malum. BM'ye bağlı bir kuruluş olan FAO (Tarım ve Gıda Örgütü) özellikle fakir ve gelişmekte olan ülkelerde açlığın yok edilmesi, gıda güvenliğinin sağlanması, doğal kaynakların ve tarımsal üretimin sürdürülebilirliğinin temin edilmesi amacıyla araştırma ve eğitim çalışmalarından kırsal kalkınma fonlamalarına kadar çeşitli çalışmalar yürütüyor. Gıda güvenliği kapsamında FAO'nun belirlediği ve 2009 Dünya Gıda Zirvesi'nde de sabitlenen şu dört koşula, vizyon oluşturma açısından burada dikkat çekmekte fayda var: "Bulunabilirlik, erişilebilirlik, kullanılabilirlik ve istikrar." (https://tr.wikipedia.org/wiki/G%C4%B1da_g%C3%BCvencesi)

İstikrarın yani sürdürülebilirliğin küresel çaplı bir mesele haline gelmesi, bu konudaki hassasiyeti çok daha artırıyor denebilir. İşlenebilir toprakların azalması, ormanların yok olması, biyoçeşitliliğin ve su potansiyelinin azalması tehlikenin boyutlarını bize şimdiden haber vermektedir. FAO'nun Gıda ve Tarım için Biyoçeşitliğin Küresel Durumu 2019 Raporu'nda, iklim değişikliği, tüketici tercihleri, kentleşme, demografinin değişmesi, arazi kullanımındaki değişiklikler, kirlilik, aşırı hasat ve istilacı türlerin yayılımı olmak üzere biyolojik çeşitliliğin çok yönlü bir tehdit altında olduğuna dikkat çekilmekte. Alınan önlemlerle son 10 yılda ormanlık alanlardaki azalmanın yüzde 50'ye düşürüldüğü söylense de, tehlikenin küresel ölçekte halen devam ettiği biliniyor. Sorunun çok yönlü olması çözümün de ancak çok yönlü uygulamalarla olabileceğini gösteriyor. Bu anlamda, küresel iklim değişikliğine yol açan karbon salımlarını azaltmak amacıyla 2005'te yürürlüğe giren Kyoto Protokolü konuyla ilgili yeni ve şüphesiz kaçınılmaz bir adım oldu. 2016 yılında yürürlüğe giren Paris Anlaşmasıyla gelişmekte olan ülkelerin de çok büyük ekseriyetle uygulanacak tedbirlere katıldığını görüyoruz.

Vizyon meselemiz

Bu minval pozitif gelişmeler eko-sisteme ilişkin endişeleri gidermeye ve gıda güvenliğini her insan için mümkün kılmaya yeter mi bilemeyiz. Ancak Covid-19 pandemisiyle yaşadığımız sıkıntılı sürecin iklim değişikliğinin etkileri altında daha da katlanmış bir şekilde dünyayı zora sokabileceğini, kendimiz için değilse bile torunlarımız için bu endişeyi taşıma sorumluluğunu göstermemiz gerektiğini söylemek zorundayız. Hem dünyamız hem de ülkemiz adına bu endişeyi taşımakla mükellefiz. Türkiye olarak bugün gıda arzında (bulunurluğunda) sorun yaşamayan bir ülke olmamız sevindirici bir durum. Ancak su stresi altında bir ülke olduğumuz da bilimsel bir gerçek olarak ortada duruyor. Bugün ülkemizdeki kişi başına düşen yıllık kullanılabilir su miktarı 1.323 m3/yıl olup, nüfus artışı ve sanayileşme hızı göz önüne alındığında 2040 yılında bu miktarın yıllık 1.120 m3/yıl'a kadar düşeceği tahmin ediliyor. İklim değişikliği projeksiyonlarına göre, tedbir alınmadığı takdirde önümüzdeki 100 yıl zarfında ülkemizdeki su kaynaklarının yaklaşık yüzde 25 oranında azalması bekleniyor.

Dolayısıyla ne üretirken ne de tüketirken konformist bir bencillik içinde hareket etmeye hakkımız var. Tarım ve gıdanın stratejik niteliği, burada çizdiğimiz tablodan çok iyi anlaşıyor olmalı. Gıda güvenliği artık bir anlamda iktisadi bağımsızlık ve milli güvenlik meselesi haline gelmiş bulunuyor. Türkiye'nin geleceğe yönelik büyük vizyon ve politika oluşturma çabasında, gıda güvenliğini ve eko-sistemin sürdürülebilirliğini bir arada ve merkeze almayan herhangi bir yaklaşım, öyle sanıyorum ki kadük ve temelsiz kalmaya mahkum olacaktır.

[email protected]