‘Girmeden tefrika bir millete düşman giremez'

Doç. Dr. Hasan Ali Polat / Necmettin Erbakan Üniversitesi
4.06.2021

Türk milletinin beka mücadelesinde büyük yara aldığı muharebelerin başında Balkan Harbi (1912-1913) gelmektedir. Bu harp, iktidar-muhalefet ilişkilerinin çarpıklığını ve merhum Âkif'in "Girmeden tefrika bir millete düşman giremez / Toplu vurdukça yürekler onu top sindiremez" mısralarının hakikatini de açık bir şekilde ortaya koymaktadır.


‘Girmeden tefrika bir millete düşman giremez'

Şehbenderzâde Ahmed Hilmi Bey'in Muhalefetin İflası adlı eserinde Balkan Harplerine vurgu yaparak aktardığı aşağıdaki ifadeler, geçmişteki iktidar-muhalefet ilişkilerindeki gerginliklerin ülkeye verdiği zararı çarpıcı bir şekilde vurgulamakta ve günümüze dahi pek çok mesaj vermektedir:

"Bize denilecek ki: Muhalefetsiz meşrutiyet olmaz, meşrutiyet demek, fırak-ı muhtelifenin[muhtelif fırkaların], efkâr-ı adîdenin tesâdümü[birçok fikirlerin çarpışması], muvazenesi[dengesi]demektir.

Biz buna cevaben diyeceğiz ki: Fırkalı, muhalefetli, müsademeli[çatışmalı]meşrutiyetimiz, ordunun berbat olmasına, milletin iki düşman parçaya ayrılmasına, her muhterisin millet zararına bin türlü tama'lara[açgözlülüğe]düşmesine ve en sonu koca Rumeli'nin gitmesine bâ'is oldu[sebep oldu]. Yine böyle fırkalarla böyle muhalefetlerle, böyle müsademelerle işe devam edersek, biraz sonra Anadolu da elimizden gidecek. Vatan elden gider, bu necip millet mahkûm olursa, işte o vakit hepimiz bir fırkaya cebren intisap ettirileceğiz. Sefiller, zeliller, mahkûmlar fırkası!"

Beka mücadelesi

Türk milletinin beka mücadelesinde büyük yara aldığı muharebelerin başında Balkan Harbi (1912-1913) gelmektedir. Bu harp, iktidar-muhalefet ilişkilerinin çarpıklığını ve merhum Âkif'in "Girmeden tefrika bir millete düşman giremez / Toplu vurdukça yürekler onu top sindiremez" mısralarının hakikatini de açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Çünkü Osmanlı hükûmetleri, bu dönemde düşmandan çok muhalefetteki İttihâdçılarla harp etmektedir; bürokrasideki İttihâdçılar vazifelerinden el çektirilirken pek çok İttihâdçı tevkif edilmekte, harp sahasında İttihâdçı subaylara güvenilmemektedir. Hülasa harp esnasında ihtiyaç duyulan birlik ve beraberlik mevcut değildir. Oysa İttihâdçılar, harp başladıktan hemen sonra bütün merkezlerine bir tamim göndererek harbin zor döneminde hükûmete müzaheret edeceklerini bildirmişlerdi; ancak İttihâdçılara itimat edilmemiştir.

Babıali Baskını

Harbin kısa sürede büyük felaketleri beraberinde getirmesi, Balkanlardaki Osmanlı topraklarının peşi sıra elden çıkması ve Edirne'nin dahî terkinin gündeme gelmesi gibi hadiseler, Kamil Paşa hükûmeti tarafından tedibi için gayret gösterilen İttihâdçıları harekete geçirdi. İttihâdçılar, hem Halaskâr Zabitan müdahalesinden beri maruz kaldıkları sıkıntıları aşmak hem de Edirne'nin kaybını önlemek gibi hususları öne sürerek 23 Ocak 1913'te Bâbıâli Baskınını gerçekleştirdiler ve Kamil Paşa hükûmetini düşürerek ettirerek yerine Mahmud Şevket Paşa hükûmetinin kurulmasını sağladılar. Harp devam ederken gerçekleşen bu hükûmet değişikliği, tabii olarak İttihâd ve Terakki'nin muhalifleri tarafından can sıkıcı bir gelişme olarak görüldü. Nitekim İttihâd ve Terakki'nin muhalifi olan Dâhiliye Nazırı Ahmed Reşit, Maliye Nazırı Abdurrahman Vefik, gazeteci Ali Kemal ve Dr. Rıza Nur başta olmak üzere bazı isimler yurt dışına sürgün edildiler. Aslında M. Şevket Paşa hükûmeti ilk zamanlar, bir devr-i sâbık(ancien régime) yaratmama, intikamcı hareket etmeme gayreti içerisinde oldu. M. Şevket Paşa, Talat ve Cemal Beyler ile bir görüşmesinde "şiddet politikası terk edilecektir beyler" demişti. Gerek Sadrazam M. Şevket Paşa gerekse de İttihâdçılar, muhaliflere müsamahalı davranarak Balkan Harbi'nin yarattığı faciaların tesirini de azaltmayı hedeflemekteydiler.

Kuşkular devam etti

O yüzdendir ki Alemdar gibi muhalif gazetelerin çıkmasına müsaade edildi; hatta iktidar-muhalefet birlikteliğini sağlamak gayesini matuf olarak Müdafaa-i Milliye Cemiyeti kuruldu ve bu cemiyete Prens Sabahaddin ve Lütfi Fikri Bey gibi isimler de davet edildi; fakat bu davet kabul görmedi. Onlar kabul etmeseler de İkdam gazetesi sahibi Ahmet Cevdet, Sabah gazetesi başyazarı Diran Kelekyan ve İfham gazetesi müdürü Ahmet Ferit gibi isimler cemiyete iştirak ettiler. Hatta Cemiyet tarafından oluşturulan "Tenvir Heyeti" içerisinde yer aldılar. Bu heyetin kararında şöyle denilmekteydi:

"A'dâmızın[düşmanlarımızın]belki yegâne istinatgâh ümidi dâhilen mevcut olan tefrika idi. Darülfünun konferans salonunda bu tefrika ebediyen defnedildi. Ba'de-zîn[bundan sonra]gerek bugünkü düşmanlarımız gerek istikbâlde vatanımıza taarruza cüret edebilecekler karşısında yek-dil ve hem-dest bir Osmanlı milleti bulacaklardır." Hülasa M. Şevket Paşa hükûmetinin ilk evresinde iktidar-muhalefet ilişkileri bağlamında böylesi olumlu bir atmosfer mevcuttu. 11 Şubat 1913'te siyasî tutuklulara ve davalı olanlara yönelik umumî af ilânında da bulunuldu. Ancak muhalifler, bu yeni sayfa açmaya dönük teşebbüsleri hep soru işareti ile karşıladılar. Hatta muhalif meclis ve mahfillerde, "Aman dikkat edelim... Bu hinoğlu hinler, galiba topumuza birden bir alicengiz oyunu oynayacaklar. Kökümüzü kazıyacaklar." gibi söylemleri de beraberinde getirdi. Zaten bir müddet sonra Prens Sabahaddin, Şerif Paşa, Gümülcineli İsmail Hakkı ve Basri Efendiler başta olmak üzere muhalifler, İttihâdçı ve kendileri açısından tehdit olarak telakki ettikleri M. Şevket Paşa hükûmetinin sükûtu için Taklib-i Hükûmet[hükümet darbesi]yönünde çalışmalar içerisinde olmaya başladılar. İttihâdçıların gerçekleştirdiği Bâbıâli Baskınına benzer bir baskın hedeflediler. Ancak İstanbul Muhafızı Cemal Bey'in gayretleri ve Şair Celis ve Fethi Beylerin aktardıkları bilgilerle bu teşebbüs boşa çıkarıldığı gibi Satvet Lütfi ve Ahmet Bedevi Beyler gibi isimler Divan-ı Harb-i Örfî tarafından müebbet kalebentlikle cezalandırıldılar ve Bodrum'a sürgün edildiler.

Taklib-i Hükûmet teşebbüsünün açığa çıkarılması ve tevkifler sonrasında yeni teşebbüslere girişildi. Bu yeni teşebbüse dâhil olanlar, memlekette umumî bir ihtilal vücuda getirerek mevcut hükûmeti devirmeyi, bunu gerçekleştirmek için de M. Şevket Paşa, Karasu ve Nesim Ruso Efendiler ile Talât, Cemal ve Azmi Beyler gibi isimleri katletmeyi hedeflediler. Gayeleri uğruna bir gizli cemiyet de teşkil eylediler. Bu teşebbüs içerisinde muhaliflerden Gümülcineli İsmail Hakkı, Pertev Tevfik, Ahmet Reşit, Kemal Midhat, Muhip, Yüzbaşı Kazım ve Miralay Fuat Beyler ile Damat Salih ve Şerif Paşalar gibi isimler de yer aldılar. Hedeflerine ulaşabilirlerse Kamil Paşa'yı Sadarete, Prens Sabahattin Bey'i de Hariciye Nazırlığına getirmeyi amaçlamaktaydılar.

11 Haziran suikasti

Nitekim bu amaca ulaşmak için Yüzbaşı Kazım Bey ve arkadaşları, çalışmalara başladılar; ilk hedef M. Şevket Paşa idi. Aslında İstanbul Muhafızı Cemal Bey, muhaliflerin M. Şevket Paşa'ya yönelik bir suikast tertibi içerisinde olduklarından haberdardı ve hatta suikast günü sabahtan Paşa'ya giderek tedbirli olunması gerektiğini bildirmişti. Ancak Paşa, "iş olacağına varır. Ne yapalım? Hüküm Allah'ındır" demişti. Yüzbaşı Kazım Bey ve arkadaşları ise hazırlıklarını tamamlamışlar, uygun anı kollamaktaydılar. Netice itibariyle 11 Haziran 1913'te Mahmut Şevket Paşa'nın, Bâbıâli'ye gitmek üzere Harbiye Nezaretinden otomobiliyle çıkması ve Gedikpaşalı Saraylı Hanım'ın cenazesi münasebetiyle Paşa'yı taşıyan otomobilin durmasıyla harekete geçtiler. Paşa'nın otomobiline hücum ederek Paşa'yı ve yaveri mülazım İbrahim Efendi'yi katlettiler. Böylelikle Yüzbaşı Kazım Bey ve arkadaşları, suikast planlarını kuvveden fiile geçirmiş oldular.

İdam edildiler

Sadrazam M. Şevket Paşa'nın katli sonrasında derhal suikastı gerçekleştirenlere yönelik İstanbul Muhafızlığı ve Polis Müdüriyeti tarafından takip ve tahkikat başlatıldı. Hadise günü ve takip eden günlerde Damat Salih Paşa ve Yüzbaşı Kazım, Topal Tevfik, Muhip ve Miralay Kemal Beyler başta olmak üzere suikast ile alakalı olduğu düşünülen pek çok kişi peyderpey tevkif edildi. Bu takip, tahkikat ve tevkiflerin neticesiyledir ki suikastçılar, Talat ve Cemal Beyler ile Karasu Efendi gibi önemli İttihâdçıları ortadan kaldıramadılar. Tevkif edilenler Divan-ı Harb-i Örfî'de yargılandılar ve 22 Haziran 1913 tarihli harp divanı kararları bir gün sonra Sultan Mehmed Reşat tarafından tasdik edildi ve nihayetinde Damat Salih Paşa ve Yüzbaşı Kazım, Topal Tevfik, Mehmet Ali, Kumarbaz Ziya, Şevki, Miralay Fuat, Muhip, Abdullah Safa, Şoför Cevat, Hakkı ve Jandarma Kemal Beyler 24 Haziran 1913'te sabaha karşı Bayezid meydanında asılarak idam edildiler.

Muhalefetin tasfiyesi

M. Şevket Paşa'nın katli sonrasında İstanbul Muhafızlığı tarafından gerçekleştirilen sıkı takibat neticesinde çok kısa bir süre içerisinde muhalifler birer birer tevkif edildiler ve muhafızlık, "muhalefet namına memleketin muhtaç olduğu sükûnet-i efkârı kavlen[söz ile], fiilen ve tahrîren[yazı ile]ihlale cür'et-yâb oldukları öteden beri malum olan bazı zevat ile Payitahtın selâmet-i umûmiyesi[genel selameti]için daimî bir tehlike teşkil edebilecek mahiyet-i ser-keşânede bulundukları müsellem [su götürmez bir şekilde açık]bulunan eşhasın İdare-i Örfiyye Kararnamesi'nin altıncı maddesinin ikinci fırkasına bi'l-istinad Sinop'a izamları suretiyle idare-i mezkure mıntıkası hâricine tard ve teb'îdleri"ni talep etti. İstanbul Muhafızlığının bu talebi kabul görülünce İstanbul'da ikametleri mahzurlu görülenler Sinop'a sürgün edildiler. Sinop'a sürgün edilenler arasında Amasya eski mebusu İsmail Hakkı Paşa, İstanbul eski mebusu Tahir Hayrettin Bey, Alemdar gazetesi başyazarı Refii Cevat Bey, Refik Halit Bey, İştirak gazetesi sahibi Hüseyin Hilmi Bey, Vazife gazetesi mesul müdürü Mustafa Suphi Bey ve Fatih dersiamlarından Mehmet Atıf Efendi gibi isimlerin dâhil olduğu yaklaşık 500-600 şahıs yer almaktadır. Burada vurgulanması gereken bir husus, sürgün edilenlerin M. Şevket Paşa'nın katli ile alakaları olduğu için değil İttihâd ve Terakki Cemiyeti'nin muhalifi oldukları için Sinop'a gönderildikleridir. İttihâdçı hükûmet, muhaliflerin matbuat hayatı içerisinde yer almaları ve İstanbul'da bulunmalarını ciddî tehdit olarak telakki ettiği için böylesi bir karar aldı. Ancak, Sinop ve sair yerlere sürgün gönderilenlere dönemin ekonomik koşulları çerçevesinde yevmiyelerini de vermeye çalıştı. Sürgün gönderilenler, zaman zaman menfalarından [sürgün yeri] affedilmeleri yönünde taleplerde bulundular. Bazı sürgünlerin af talepleri, dönemin konjonktürüne göre tavır almaya ve afları için aracılar devreye koymaya çalıştıklarının bir göstergesidir. Buna bir örnek Refii Cevat Ulunay'dır.

Konjonktüre göre tavır

İstanbul Muhafızlığı tarafından ilk kafile ile 18 Haziran 1913'te Sinop'a gönderilen Refii Cevat Bey'in bir müddet sonra sürgün yeri Çorum olarak değiştirildi. Burada sürgün iken Çorum Gureba Hastanesinden aldığı raporlara istinat ederek yazdığı bir dilekçe ile Dâhiliye Nazırı Talat Paşa'dan af talebinde bulundu. Hastane baştabibinin raporuna göre Refii Cevat, romatizma hastasıydı ve Çorum çok soğuk olduğu için romatizmanın tedavisi için uygun bir yer değildi. Hatta Ankara Valisi de Refii Cevat Bey'in "ıslah-ı nefs" ettiğine kaniydi ve affını münasip görmekteydi. Refii Cevat'ın Talat Paşa'ya hitaben yazdığı dilekçede çok saygılı bir dil kullanılmakta ve akrabalarının meziyetleri öne çıkarılmak suretiyle affı talep edilmektedir. 10 Aralık 1916 tarihli bu dilekçe aşağıdaki şekildedir:

"Dâhiliye Nâzırı Talât Beyefendi Hazretlerine, Beyefendi hazretleri, İsnat olunan siyasi bir meseleden dolayı tevkif edildim. Heyet-i Tahkikiye hakkımda tahkikat yaptı. Benim tamamıyla masum olduğuma kanaat getirdi. Hatta o zaman İstanbul Muhafızı bulunan Cemal Paşa'nın da –politikaya karışmamak hususunda verdiğim sözde sebat ettiğimden dolayı- tebrikine nail oldum. Bununla beraber ne bu kanaat ne de bu tebrik benim de sairleri gibi kâlen, kalemen fiilen muhalefet namıyla Sinop'a nefy ve teb'îd[sürgün]edilmeme mani' olamadı. Üç sene Sinop'ta bekledim. Bin iki yüze varan menfîlerden kimi tahliye edildi, kimi firar etti. Hatta Taklîb-i Hükûmet meselesinden dolayı ağır cezalarla mahkûm olanlar bile ba'de'l-firar[firardan sonra]nail-i afv oldular. Ben -neden bilmem- yirmi sekiz kişinin arasına katılarak Çorum'a gönderildim. Dört sene oldu. Bu dört senenin her senesi on seneye muadildir. Yirmi yedi yaşında bir ihtiyar oldum ne yazı yazacak kariha[fikir kuvveti], ne söz söyleyecek nâtıka [düşünüp söyleme hassası, kuvveti], ne de tahammül edecek kuvvet ve takat kaldı. Artık kâlen, kalemen, fi'ilen diye gösterilen esbabın bana teşmili caiz değildir.

Ahvâl-i husûsiyeme gelince: babam yirmi beş sene bu toprağa hüsn-i hizmet etti. Yozgat mutasarrıflığından tekaüt edildi, Konya'ya çekildi, 'amcam Konya Mebusu Mehmed Emin Efendi iki defa İttihâd ve Terakki namına intihap edildi. Sebat ve metanet-i ahlakiyesi sizce dahî malumdur. Hünkâr postunda oturan diğer amcam Veled Çelebi'yi zikretmeye lüzum görmüyorum. Mekke-i Mükerreme'nin fethinde Hazret-i Peygamberin katline ferman buyurduğu Abdullah bin Ebu Serh'in Hazret-i Osman'ın süt biraderi olması onu idamdan kurtardı. Hısım ve akrabamın hasenatı benim seyyiat denecek kadar bile değeri olmayan maziye karışmış ahvâlime tesir etmez mi?"

Dil de değişti

Refii Cevat bu dilekçe ile af talebinde bulunmuş olsa da talebi kabul görmedi. Ancak, Mayıs 1917'ye gelindiğinde sürgün yerinin Çorum'dan Konya'ya tebdiline izin verildi. İttihâd ve Terakki Cemiyeti iktidarı bıraktıktan sonra 4 Kasım 1918'de de affa mazhar oldu. Affı akabinde Alemdar'daki yazılarında ise İttihâdçılara hakaretlere varan ifadeler kullandı. Çünkü İttihâdçılar iktidardan düştükleri için 1916'daki dilekçede kullandığı dil de gitmişti. Nitekim "Yeni Çevirme Harekâtı" başlıklı yazısında İttihâdçılar hakkında şöyle demekteydi: "Bizler için, Osmanlılar için, Türkler için, Şark için, Garp için velhasıl bütün dünya için bir tek bî-aman düşman vardır: İttihat ve Terakki! Başka düşman bilmiyoruz."

Yine Refik Halit Bey de sürgün olmasına rağmen Ömer Seyfettin ve Ziya Gökalp gibi isimler tarafından gözetilmişti. Sürgün olmasına rağmen Türk Yurdu'nda yazıları çıkmıştı. Hatta İstanbul'a dönüşüne ve affına aracılık edilmişti. Ancak o da İttihâdçı iktidar düştükten sonra İttihâdçılar hakkında sert yazılar yazdı. Örneğin Alemdar'daki "Anadolu Diyor ki" bir yazısında; "Talatlardan yaka silktim, soysuz attan ben küheylan beklemem, Enverlere lanet olsun, madrabazdan kahramanlık istemem; Cemallerden gözüm yıldı, sehpaları, cellâtları özlemem." demekteydi. Muhittin Birgen, hatıralarında, Mütareke dönemindeki matbuat âlemindekilerin konjontüre göre nasıl hareket ettiklerini ele almakta ve İttihâdçıların iktidarı bırakması sonrasını "tam bir külah kapma zamanı" olarak değerlendirmektedir.

[email protected]