Gizli darbe: Çankaya Protokolü

İdris Kardaş / Yazar
27.05.2022

27 Mayıs'ı hatırlarken, konuşurken, incelerken, yazar ve araştırırken darbe sonrasındaki süreci de ele almak gerekiyor. Zira 1961 anayasası, 1961 seçimleri ve Çankaya Protokolü gibi gelişmeler darbecilerin nihai amaçlarıdır.


Gizli darbe: Çankaya Protokolü

Karşıdaki kişi aldı sözü önce telefonda. Gayet mahcup bir ses tonuyla; "Size karşı kusurluyuz paşam. Hareketimizi size önceden haber vermedik. Emirleriniz bizim için daima peygamber buyruğudur sayın paşam" dedi. Bunun üzerine gelişmeleri zaten yakından takip etmiş, hatta iktidarı defalarca tehdit etmiş ama sadece darbe gününü bilmeyen Paşa da şöyle cevap veriyordu bu teslimiyetçi sözlere; "Memleket ve millet için hayırlı bir iş yaptınız. Büyük bir iş başardınız. Mutlu ve uğurlu olmasını dilerim. Asıl başarınız için ben sizin emrinizdeyim paşa hazretleri. Sizleri anlıyorum. Ne zaman bir arzunuz olursa emrinize amadeyim".

'Bayram gibi bir gün'

Bu diyalog 27 Mayıs darbesini gerçekleştiren Cemal Gürsel ile dönemin CHP genel başkanı İsmet İnönü arasında geçmişti. İnönü'nün damadı olan gazeteci Toker o günü bayram gibi bir gün olarak ifade eder ve CHP'lilerin nasıl Demokrat Partı avına çıktıklarını ve buna karşılık CHP'lileri sakinleştirmesi için darbecilerin nasıl İsmet İnönü'ye ricacı olduklarını anlatır uzun uzun. Darbeden iki gün sonra da CHP genel başkanı İsmet İnönü'nün kapısı çalınır ve 27 Mayıs'ın baş darbecisi Cemal Gürsel, İnönü'yü evinde ziyaret eder. Gürsel daha sonra görüşmeyi şu sözlerle özetler yakın çevresine. "İsmet Paşa gerdeğe girecek bir delikanlı kadar aceleci ve heyecanlıydı".

CHP ile 27 Mayıs darbesinin nasıl iç içe cereyan ettiğinin tek örnekleri bunlar değil elbette. Esasında darbe öncesinde CHP'nin ve İnönü'nün tutumu ve darbeye zemin hazırlayan CHP medyasının beşinci kol faaliyetleri, darbeci CHP'yi daha net açıklayabilir. Ancak somut olan bu tanıklıkların da başlı başına önemli olduğunu düşünüyorum. Zira benzer şekilde darbenin ilerleyen günlerinde Demokrat Partililerin Yassıada'da nasıl esir edildiğini anlatan şu tanıklığı da yeri gelmişken not düşmek gerekiyor.

CHP'liler işkenceyi izledi

"Biri çok sert gelince yana eğildim, dipçik kapıya geldi, camlar aşağı indi. Milletvekillerini tekme tokat dövüyor, tükürüyor, ağır hakaretler savuruyorlardı. Asker kökenli CHP milletvekilleri de üniformalarını giyip dayak yememizi izlemeye geliyordu. Selim Soley diye CHP'li bir milletvekili subay üniforması içinde Harp Okulu öğrencileri arasına karışmış, dayak yememizi izliyordu. Sonra bir odaya kilitlediler. Tahkikat Komisyonu üyeleriyle Bakanlar yalnız kalmıştı. Diğer milletvekilleri Etimesgut Havaalanı'ndan yük uçaklarıyla naklediliyordu. Nereye götürüldüklerini kimse bilmiyordu."

Tanıklıklar olmasa bilemezdik

Demokrat Parti Erzurum milletvekili olan Abdülmelik Fırat, yıllar sonra verdiği bir röportajda nasıl göz altına alındıklarını ve daha birkaç gün önce yan yana Meclis'te birlikte oturdukları, belki de Meclis yemekhanesinde birlikte yemek yedikleri CHP milletvekillerinin asker üniformaları giydiklerini ve kendilerini döven askerlere eşlik ettiklerini ibret verici tanıklığıyla tarihe not düşer. Zaten tanıklıklar olmasa, yalan tarihin girdabında kaybolacak ve darbelerin temeli olan 27 Mayıs darbesinde CHP'nin rolünü belki de hiçbir zaman bilemeyecektik.

27 Mayıs ve CHP'nin rolü mutlaka daha çok yazının, belgeselin, filmin veya akademik çalışmanın öznesi olmak zorundadır. Ancak bu yazının konusu şehidimiz olan Başbakan Menderes, Polatkan ve Zorlu'nun idam edilmesinden hemen sonra gerçekleşen seçimler ve 27 Mayıs anayasası ile ilgili olacaktır. Zira en az darbe günleri kadar önemli olan idam sonrası siyasi gelişmeler ve ilk seçimin sonuçları, vesayet kurumunun kurumsallaşmasına, askerin bundan sonraki tüm siyasi hayatımızda bir gölge misali konumlanmasına ve nihayetinde sivil ve demokratik siyasetin on yıllar boyunca gecikmesine sebebiyet vermiştir. Dolayısıyla 1961 seçimleri ve 1961 anayasasının yine birçok akademik çalışmaya, belgesele ve makaleye konu olması gerektiğini düşünenlerdenim.

Tarihler 15 Ekim 1961'i gösterdiğinde yani Adnan Menderes ve arkadaşlarının idam edilmesinin üzerinden henüz bir ay geçmişken Türkiye'de bir genel seçim yaşanmış ve askeri yönetimin sona ereceği umudu doğmuştu. Ancak seçim, askeri memnun etmeyecek bir şekilde sonuçlanmıştı. CHP ile birlikte Demokrat Parti'nin mirası olduğunu söyleyen partiler de mecliste yer almıştı. CHP yüzde 36, AP, YTP ve CKMP toplamda yüzde 62 oy almıştı. Adalet Partisi; Demokrat Parti'nin devamı olduğunu anlatmak için, seçim kampanyası süresince, Menderes ve arkadaşlarının hüznü ve isyanını "Gözlerimize bakarsanız, anlarsınız" temasıyla halktan oy toplamış, seçimde ikinci parti olmuştu.

Çıkan tablo, CHP'yi tek başına iktidar yapmıyordu. Darbeciler, Cumhurbaşkanlığı seçimi için kritik olan sayıyı da elde edemiyorlardı. Bunun üzerine silahlı kuvvetlerin bazı üst düzey komutanları tarafından ve seçimlerden sadece 6 gün sonra 21 Ekim'de İstanbul Harp Akademileri'nde "21 Ekim Protokolü" denilen bir belge imzalanır. Protokolde; Meclis açılmadan fiilen müdahale edileceği, siyasi partilerin kapatılacağı, seçim sonuçlarının iptal edileceği ve 25 Ekim'de müdahalenin gerçekleşeceği bildirilir. Bu, apaçık bir darbe tehdidi ve muhtıradır. Ankara'da siyasi hava, Menderes ve arkadaşlarının idam sıcaklığında daha da ısınır.

Başgil'in tartışmalı adaylığı

Bununla birlikte aynı günlerde AP'nin başını çektiği siyasi partiler Cumhurbaşkanlığı adaylığı için bir isim belirlemiştir. I. Dünya Savaşı'nda dört yıl Kafkas cephesinde görev almış, Paris'te hukuk, felsefe ve siyasi bilimler fakültelerinden mezun olmuş, Paris'te etkili üniversitelerde hukuk dersleri vermiş, Hatay bağımsızlığına kavuşunca ilk anayasasını kaleme almış Ordinaryüs Profesör Ali Fuat Başgil'in cumhurbaşkanlığı adaylığı darbecilerin gündemine, klasik deyimiyle, bomba gibi düşmüştür. Cumhurbaşkanı adayı Başgil; Milli Birlik Komitesi üyelerinden General Sıktı Ulay ve Fahri Özdilek tarafından Başbakanlığa görüşme için davet edildiğinde darbecilerin şu tehdidiyle karşı karşıya kalır:

"Seçildiğiniz anda Cumhurbaşkanı töreni için toplarınız atılmayacaktır. Sizi Cumhurbaşkanlığı arabası alıp Köşk'e götürmeyecek, aksine bir cipe bindirilerek Etlik'e götürüleceksiniz; orada yeriniz hazırlanmıştır. Belki de Etlik'te gömülebilirsiniz. Cemal Gürsel Paşa'nın karşısında başka bir adaylığa asla müsaade edemeyiz. Kabul etmezseniz sizin hayatınızı garanti edemeyiz. Ayrıca bununla da kalmayacak. Meclis açılmadan dağılacak, seçimler iptal edilecek, partiler kapatılacak ve askeri idare devam ettirilecektir. Siz bir hukukçu olarak bu neticeyi istemezsiniz sanırım."

Bu sözler karşısında hukukçu Ali Fuat Başgil, ülkenin yeni bir kaosla karşı karşıya kalmaması için adaylıktan çekilir, senato üyeliğinden istifa eder ve hatta ülkeyi terk etmek zorunda kalır.

Darbeciler bir yandan Ali Fuat Başgil'i Cumhurbaşkanı adaylığından geri çekilmesi için başbakanlıkta tehdit ederken, bir yandan da CHP karşısında seçimi kazanan partileri Çankaya Köşkü'nde yine darbeyle tehdit etmiştir. Tarihe "Çankaya Protokolü" olarak geçen ve pek bilinmeyen bu darbe toplantısı, demokrasi tarihimiz açısından da ilkleri içermektedir.

24 Ekim'de Çankaya'da gerçekleşen toplantıya, Meclis'te sandalye kazanan CHP, AP ve diğer iki parti katılmıştır. Darbeci Cemal Gürsel başkanlığında gerçekleşen toplantıya Genelkurmay Başkanı, kuvvet komutanları ve Jandarma Genel komutanı da eşlik etmiştir. Toplantının gündem maddesi 21 Ekim Protokolü'dür. Darbe tehdidi içeren ve seçimleri iptal edileceğini duyuran bu muhtırayı sebep olarak kullanan darbeciler, CHP liderliğinde bir koalisyon kurulması için siyasi parti liderlerine baskı yaparlar. Elbette yine bir darbe tehdidi ile. Sonuç olarak siyasiler yeni bir darbe tehdidiyle karşı karşıya kalırlar ve 'Çankaya Protokolü'nü imzalarlar.

Çankaya Protokolü temel olarak CHP liderliğinde ve İsmet İnönü Başbakanlığında bir koalisyon kurulmasına yöneliktir ancak seçimler sonucunda oluşan siyasi atmosferde Demokrat Particilerin çok heveslenmemesi için önlemler alırlar. Maddeler özetle şöyledir: Hiçbir siyasi parti Cumhurbaşkanı adayı göstermeyecek. Cemal Gürsel adında mutabık kalınacak. Yassıada'daki Menderes'in arkadaşları affedilmeyecek. İsmet İnönü̈ Başbakanlığında bir hükümet kurulacak.

Böylece Türkiye'nin ilk koalisyon hükümeti askerlerin yönetiminde darbe ve idam tehditleriyle CHP liderliğinde kurulur. İsmet İnönü Başbakan olur. Adalet Partili kimi milletvekilleri, hükümet ortağı olmalarına rağmen darbecilerin desteklediği CHP koalisyonuna güven oyu vermezler. Sıra Cumhurbaşkanlığı seçimlerine gelmiştir. Çankaya Protokolü'ne rağmen askerler siyasilere güvenmez. Cemal Gürsel'in TBMM'de oylanacağı Cumhurbaşkanlığı seçim gününde, askerler Meclis'i adeta abluka altına alır. Kapılar dışarıdan kilitlenir, Meclis koridorlarında silahlı subaylar gezer. Zira eğer Gürsel seçilmezse garnizonlarda birlikler müdahale için hazır beklemektedirler. 27 Mayıs darbesinin en üst düzeydeki ismi olan Cemal Gürsel, işte bu şartlar altında Cumhurbaşkanı seçilir.

Gerek demokrasi hayatımızın ilk koalisyonu gerekse de cumhurbaşkanlığı seçilmesi hususunda "Çankaya Protokolü" onarılmaz bir yara açmış ve anti demokratik bir içtihat yaratmıştır. Cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesiyle birlikte Cumhurbaşkanlığı seçimleri darbelerin, askeri müdahalelerin ve siyasi krizlerin öznesi olmaktan çıkmıştır. Dolayısıyla Türk siyasi tarihindeki en büyük yaramız bu girişimle iyileşme yoluna girmiştir. Bununla birlikte 16 Nisan referandumuyla hayata geçirilen Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi sayesinde koalisyonlar son bulmuş, askerlerin hükümetlerin, koalisyonların kurulmasına etki etme nedenleri ortadan kaldırılmıştır. Çankaya Protokolü'nden günümüze kadar sayısız kriz bu anlayışın, darbeci zihniyetin siyasete müdahalesinin ürünü olarak ne yazık ki hayatımızda yer bulmuştur.

1961 Anayasası ve vesayet

1921 Anayasası'nın en önemli maddesinde; "Hâkimiyet bilâ kaydü şart milletindir. İdare usulü halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müstenittir." yazar. Osmanlı'dan Cumhuriyet'e geçişin en kritik hamlelerinden biridir bu madde. Hâkimiyet millete aittir denerek yeni bir sistem, halka dayalı bir sistem vaad edilir topluma. Sonuç olarak 1923'te Cumhuriyet ilan edilir ve egemenlik maddesi tekrar güncellenir. 1924 Anayasası'nda "Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir, milleti TBMM temsil eder ve egemenlik hakkını yalnız o kullanır" ibaresi yer alır. Yani ülkeyi yönetme iradesi millete verilmiş ve bu iradeyi kullanması için de TBMM vazifelendirilmiştir. Dolayısıyla milli iradenin ülke yönetimine direk yansıması söz konusudur burada. Ancak teoride demokratik olan bu durum pratikte farklı uygulanmıştır. Zira TBMM sadece tek bir partiye açıktır. CHP'nin dışında başka bir partinin seçime girmesine izin verilmediği için millet iradesinin TBMM ile değil, CHP eliyle kullanılması söz konusu olmuştur.

Demokrat Parti'nin tüm bu baskı içerisinde iktidar olabilmesi, 27 Mayıs darbesiyle sonuçlanmış ve darbecilerin yazdığı 1961 Anayasası'nda egemenlik mevzusu yeniden yazılmıştır. 1961 Anayasası'nda "Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir. Millet, egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organlar eliyle kullanır." ibaresi yer alır. Artık kaza eseri Demokrat Parti gibi bir parti ortaya çıksa da ulusal ve küresel vesayet odakları, ülke yönetimini millete bırakma riskini ortadan kaldırmış, egemenlik hakkını kurdukları kurumlara devretmişlerdir. Bütün bu kurumlar egemenliği milletin elinden alıp, kendi uhdelerinde kullanmaya başlamışlardır. İşte kurumsal vesayet dediğimiz hikâye tam burada başlamıştır. 1961 yılından 16 Nisan referandumuna kadar bu kurumsal vesayet, sivil iradenin gerçek anlamda siyaset yapmasına izin vermemiş; darbe, muhtıra, 17/25 Aralık ya da parti kapatmaları gibi yargısal darbe şeklinde pek çok enstrümanı devreye sokmuştur.

27 Mayıs'ı hatırlarken, konuşurken, incelerken, yazar ve araştırırken darbe sonrasındaki süreci de ele almak gerekiyor. Zira 1961 anayasası, 1961 seçimleri ve Çankaya Protokolü gibi gelişmeler darbecilerin nihai amaçlarıdırlar. Şehitlerimizi ve demokrasi kahramanlarımızı minnetle yad ediyorum.

@idriskardas