Göbekli Tepe 'İlkel'ler ve biz

Bilal Toprak/ Mardin Artuklu Üniversitesi
10.02.2019

Göbekli Tepe’de modern insanları hayrete düşüren, günümüzden 12 bin yıl önce yaşayan insanların böylesine zengin içerikli bir yapı inşa etmeleridir. İlkin “ilkel” ve “tarihöncesi” olarak ifade ettiği insana üç yaşındaki çocuk muamelesi yapan yaklaşım, şimdi kadim insandan özür dilemek yerine onu yeniden nesneleştirmektedir.


Göbekli Tepe 'İlkel'ler ve biz

Bahreyn’in başkenti Manama’da gerçekleştirilen Unesco Dünya Miras Komitesi’nin 42. toplantısında, hem Türkiye hem de dünya kültürel mirası açı-sından oldukça önemli bir gelişme yaşandı. 2011’den bu yana Unesco Dünya Mirası geçici listesinde yer alan Göbekli Tepe,  kalıcı listeye alındı.  Bu kararın ardından Kültür ve Turizm Bakanlığının yürüttüğü çalışmalar neticesinde Cumhurbaşkanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan, 2019’u “Göbekli Tepe yılı” ilan etti. Bu durum, kültürel miras konusuna devletin en üst düzeyde sahip çıkmaya başladığını göstermesi açısından önemli. Sayın Erdo-ğan’ın açıklamalarından sonra Göbekli Tepe basında daha çok yer bulmaya başladı.  

 Gündemdeki her konu hakkında yazı kaleme almayı bir vazife olarak telakki eden yazarların Göbekli Tepe üzerine yazdıklarının en dikkat çe-kici yönü arama motorlarında rastladıkları sıra dışı (!) bilgilere ve enteresan karşılaştırmalara (!) yer vermeleri. Sözgelimi bu yazıların ve konuşmaların vazgeçilmezi bizim Göbekli Tepe ile İngilizler’in Stonehenge’ni ve Mısırlıların Piramitlerini karşılaştırarak Göbekli Tepe’nin ne kadar eski olduğunu ortaya koymak. Böylece binlerce yıl önce inşa edilen yapılar üzerinden bir çeşit şovenizm gerçekleştirilmektedir. Hatta bu işi daha da ileri götürüp Göbekli Tepe’de bulunan yapıları inşa edenlerin ön Türkler olduğunu iddia edenlere rastlamak dahi mümkün. Oysa elimizdeki verilere göre 12 bin yıl önce, günümüzde anladığımız şekliyle herhangi bir milletten ve kavimden söz etmek mümkün değil. Ancak Göbekli Tepe, ideolojik kaygılarla ön Türklerle ilişkilendirilmiş ve buradaki yapıların şamanların gökyüzü tapınağı olduğu öne sürülmüştür. Cumhuriyetin ilk yıllarında uygarlığın kaynağı olarak görülen Sümerler ile Türkler arasında kurulan ilişki bu sefer çok daha eski bir zamana dayanan Göbekli Tepe ile yapılmaya çalışılmıştır. Sem-bollerdeki kimi benzerliklerden hareketle Türklerin Anadolu’nun en eski halkı olduğu öne sürülmüştür.

Prestij savaşları

İnsanlık tarihine dair sahip olduğumuz bilgilerin çok önemli bir kısmının son birkaç bin yıla ait olmasının doğal bir sonucu olarak, yakın geçmiş-le ilişki kurulmaya çalışılması vahim hatalara sebep olabiliyor. Benzer şekilde, modası geçmiş bir düşünce olmasına rağmen,  hamasi yaklaşımlarla bugünkü milletler ile geçmiş topluluklar eşitlenmeye çalışılmaktadır. Özellikle 19. yüzyılda arkeoloji ve tarihi eserler üzerinden prestij savaşları sürdü-rülmüştür. Bu yolla başta İngiltere olmak üzere Avrupa devletleri kendilerini geçmiş uygarlıkların gerçek sahipleri ilan etmişlerdir. Oysa günümüzde form değiştiren mücadele şekli bilgi üretme pratiği üzerinden yürütülmektedir. Dolayısıyla Göbekli Tepe’nin, Anadolu’da bulunması önemli bir avan-taj olmakla beraber, asıl kazanım kazı alanındaki verilerin bilgiye dönüştürülmesiyle elde edilecektir. Göbekli Tepe’ye gerçek anlamda sahip çıkmak, bir anlamda onu bilimsel bilgiye dönüştürmektir.  

Göbekli Tepe ile ilgili iddialar sadece yukarıda ifade ettiklerimizle sınırlı değil. Özellikle Batı’da ve ülkemizde bulunan bazı popüler yayınlar üzerinden Göbekli Tepe’nin tarihin başlangıcı olduğu dile getirilmektedir. Tanrının doğuşu, dinin ortaya çıktığı yer ve medeniyetin beşiği gibi başlıklar altında Göbekli Tepe’nin insanlık tarihinde bir dönüm noktası olduğu şeklindeki ifadelere sıkça rastlanmaktadır.

Ezberleri değiştirdi

 Göbekli Tepe’de bulunan yapıların insanoğlunun inşa ettiği ilk mabed olduğu büyük bir hevesle öne sürüldüğünde, Kâbe’nin pozisyonu bir so-run olarak belirmeye başlamıştır. Çünkü İslam’a göre Kâbe yeryüzünde insan tarafından inşa edilen ilk mabed olma özelliği taşımaktadır. Bu durumu ciddi bir sorun olarak görüp tartışanlara da rastlamak mümkün. İlginç karşılaştırmalar sadece bununla sınırlı değil. Mademki Hz. İbrahim’in Har-ran’da en azından bir müddet yaşandığı biliniyor, o halde Göbekli Tepe ile de bir ilişkisi kurulmalı.  Bu durumda şöyle bir kurgu ortaya çıkıyor. Göbekli Tepe, putperestlere ait bir tapınma merkezi oluyor ve burada bulunan T biçimindeki steller, Hz. İbrahim tarafından kırılan birer puta dönüşü-yor. Göbekli Tepe’nin inşa edildiği dönem ile Hz. İbrahim’in yaşadığı muhtemel dönem arasındaki binlerce yıl tümüyle göz ardı edilebiliyor. Bu arada aktardığım kurgu, bir akademisyenin danışmanlığında hazırlanan ve TRT’de yayımlanan bir belgesele ait.  

Durum böyle olunca üniversitelerimizde kültürel mirasın nasıl algılandığı bir merak konusu oluyor. Göbekli Tepe ve benzeri sit alanları Avrupa ve Amerika’da popüler yayınların ötesinde akademik camiada önemli bir yer bulmaktadır. Sözgelimi Washington DC’de bulunan The Catholic University of America’da, Sacred Cities of The World (Dünyanın Kutsal Şehirleri) dersinde Göbekli Tepe üzerinde birkaç ders saati boyunca duruldu-ğunu bizzat müşahade etmiştim. Ülkemizde Göbekli Tepe’nin sosyal bilimler alanında akademik düzeyde ne kadar ele alındığı ise başlı başına bir tartışma konusudur.

Yukarıda değindiğimiz tüm bu tartışmaların ötesinde, Göbekli Tepe’nin insanlık tarihine dair yaygın olan paradigmayı değiştirmesi, üzerinde du-rulmayı hak eden bir meseledir. Ana hatları ile ifade edecek olursak eski paradigmaya göre, insanlar önce tarımı keşfetmişler ve böylece yerleşik hayata geçmişlerdir. Zamanla ev ve bahçelere sahip olmuşlar, hayvanları evcilleştirerek sahiplenmişler ve yetiştirdikleri ürünleri stoklamışlardır. Böy-lece özel mülkiyetin gelişmesi neticesinde asayişi sağlayacak bir otoriteye ihtiyaç duyulmuş ve bununla beraber din/tanrı ortaya çıkmıştır. Oysa Gö-bekli Tepe’nin keşfi ile birlikte evrimci ve ilerlemeci anlayış geçerliliğini yitirmeye yüz tutmuştur. Çünkü Göbekli Tepe ile beraber tarih anlayışı ters yüz olmuştur. Göbekli Tepe ismiyle özdeşleşen Klaus Schmidt’in ifadesiyle önce tapınak sonra şehir gelmiştir. Popüler yaklaşımların ötesinde Göbekli Tepe’nin insanlık tarihinde meydana getirdiği etki, Klaus Schmidt dışındaki arkeologlar tarafından da ifade edilmiştir. Çatalhöyük kazılarını yöneten ve post-süreçsel arkeolojinin önemli isimlerinden olan Ian Hodder: “Göbekli Tepe her şeyi değiştirdi” derken tam olarak bu etkiden bahsetmektedir. Böylece insanların inançları uğruna devasa boyuttaki yapılar inşa ettikleri ve ardından bu bölgelere yakın olan yerlerde yaşadıkları düşünülmeye başlanmıştır. Göbekli Tepe yakınlarındaki Karacadağ eteklerinde ilk buğday tanelerine rastlanması bu düşünceyi kuvvetlendirmektedir.

Peki ama başta arkeolog ve antropologlar olmak üzere bilim insanlarını bu kadar hayrete düşüren temel argüman nedir? Kanaatimizce bu soru-nun cevabı verilmeden yukarıdaki tüm tartışmalar havada kalmaktadır. Genel hatlarıyla ifade edecek olursak, modern insanları hayrete düşüren temel etmen, günümüzden 12 bin yıl önce yaşayan insanların böylesine zengin içerikli bir yapı inşa etmeleridir. Çanak çömleğe henüz rastlanmayan bu dönemde insanların barınma ihtiyacı dışında bir amaç için bir araya gelmeleri ve böylesine büyük yapılar ortaya koymaları hayret vericidir.

Mevcut paradigmaya göre Cilalı Taş devri olarak öğrendiğimiz Neolitik dönem insanının böyle yapılar inşa etmemesi gerekirdi. Çünkü her şey-den önce bu insanlar “ilkel, avcı-toplayıcı ve mantık öncesi” toplumlardı. Dolayısıyla bunlarda dini düşünceye rastlamak mümkün değildi. “Avcı-toplayıcı ilkeller” mağaralarda yaşar,  kadınlar doğadan bitki toplar, erkekler ise avlanarak geçimlerini sağlarlardı. “İlkel” insanlar çok küçük gruplar halinde yaşarlardı ve bu dönemde herhangi bir ekonomiden ve artı üründen de söz etmek mümkün değildi. Dolayısıyla birilerinin yiyecek bulmak için uğraştığı, diğerlerinin ise kamu için çalıştığı bir anlayış henüz gelişmemişti.  Bu dönemde soyut düşünce ve sembollerden de söz edilemez. Mağaralara çizilmiş olan resimler ise “ilkel” insanın av esnasında yaşadığı olayları ifade etmekten öteye gitmiyordu. “ilkel” insan rüya ve ölüm gibi farklı halleri anlamlandırmakta zorlanmakla beraber bir çeşit ruhun varlığına inanıyordu ama bu çok net değildi.

Kendisini insanlığın ulaşabileceği son noktada gören Aydınlanmacı Batı aklına göre insanlık sıfır noktasından başlayarak, bugünkü modern ve postmodern duruma ulaşmıştır. İnsanlık tarihi için bir şablon belirlenmiş ve bu tüm toplumlara uygulanmıştır. 19. yüzyılda Danimarkalı bir müze müdürünün depodaki buluntuları tasnif etmek için geliştirdiği basit yönteme göre tarihi evrelere ayırmaya devam ediyoruz. Evrimci ve ilerlemeci bir bakış açısının ürünü olan bu sistem Üç Çağ Sistemi (Taş, Tunç ve Demir) olarak bilinmektedir. “İlkel”lerle aramıza ördüğümüz duvar sadece bundan ibaret değil tabii ki. Tarih ancak yazı ile başlatılabilirdi ve bu uygarlığın ilk eserinin Sümer olduğunu ortaya koyuyordu. Dolayısıyla Sümer öncesi yaşananlar tarih olamazdı. Olsa olsa “tarihöncesi/prehistory” olabilirdi. Böylelikle “ilkel” insan tarihin dışına itilmiş ve ötekileştirilmiştir.   

 Özellikle 19. yüzyılın ortalarından itibaren Avrupalı antropologlar “ilkel” toplumlara ilgi duymuşlar ve modern dönemde varlığını sürdüren din, sanat, devlet ve aile gibi kurumların kökenlerini bulma seferberliğine girişmişlerdir. Çünkü kökeni tespit ettiklerinde meselenin daha iyi anlaşılacağını ve eğer din gibi tehlikeli bir şeyse, daha donanımlı bir mücadele verileceğini düşünmüşlerdir. Böylece dinin kökeninin doğa, ruh, atalar kültü, totem ve büyü gibi şeyler olduğunu öne sürmüşlerdir.

Yukarıda genel hatlarıyla tarif etmeye çalıştığım “ilkel” insanın Göbekli Tepe’de bulunan yapıları ortaya koymasına imkân yoktur. Modern in-sanın şaşkınlığının temel sebebi de budur. İlkin “ilkel” ve “tarihöncesi” olarak ifade ettiği insana üç yaşındaki çocuk muamelesi yapan yaklaşım, kadim insandan özür dilemek yerine onu yeniden nesneleştirmektedir. Daha önce Sümer üzerinden tarihi başlatan zihniyet bu sefer Göbekli Tepe üzerinden benzer bir şeyi yapmaktadır. Böylece dinin, sanatın ve soyut düşüncenin temelini Göbekli Tepe’ye dayandırmaktadır. Bu aslında eski paradigmanın yıkımı değil, olsa olsa kan tazelemesidir.

‘İlkel’lere özür borçluyuz

Kanaatimce burada her şeyden önce bizlere “ilkel” olarak dayatılan kadim insana bir özür borçluyuz. Her ne kadar toplumumuzun Müslüman olması hasebiyle, ilk insanın aynı zamanda ilk peygamber olduğu inancından hareketle, geçmiş dönem insanlarına saygı duyduğu söylense de. An-cak vaaz kürsülerinden, üniversite kürsülerine, televizyon ekranlarından, yavrularımızın eğitim gördüğü sınıfların duvarlarındaki tarih çizelgelerine varıncaya kadar “ilkel” algısına dair tortular her tarafımıza sinmiş durumda. Dolayısıyla her şeyden önce uzak geçmişte yaşayan atalarımıza bir özür borçluyuz. Yazımın girişinde değindiğim Göbekli Tepe üzerine yapılan tüm tartışmaları bir tarafa bırakarak, Göbekli Tepe’ye ve diğer uzak geçmişe ait tüm kalıntılara bu gözle bakmamız gerekmez mi?  

Önemli bir kültürel miras olan Göbekli Tepe’yi fiziksel açıdan korumak zorundayız. Ancak yapmamız gereken bunun bir adım ötesine geçerek Göbekli Tepe’deki verileri bilgiye dönüştürmek. Bunun için arkeoloji, dinler tarihi ve diğer ilgili sosyal bilim alanları birlikte çalışmak zorundadırlar. Bu alanlardaki akademisyenlerin ortak kavramlar üretmeyi ve en önemlisi birlikte düşünmeyi, soru ve sorunlara ortak çözüm önerileri üretmeyi de-nemeleri gerekir. Bunun için de gereksiz korkular ve önyargılar terkedilmelidir. Göbekli Tepe’yi anlamak ancak geçmişin ördüğü önyargı ve korkuları bir tarafa bırakarak, disiplinlerin ötesine uzanmakla mümkün olabilir.

[email protected]