Göç hicrettir, yaptığınızsa ayıp!

Prof. Dr. Bengül Güngörmez / Bursa Uludağ Üniversitesi
10.06.2022

Yabancı ayrımcılığını seçim vaadi olarak sundular. Üstelik bunu savunan parti başkanının kendisi de bir göçmen. Bu olsa olsa tehlikeli sularda yüzmektir. Ardından oldukça yaşlı göçmen bir teyze suratına bir tekme yedi...


Göç hicrettir, yaptığınızsa ayıp!

Son günlerde medyada yer alan bazı haberler insanı zaman zaman hayrete düşürüyor, belki de artık hayret etmemize bile gerek yok çünkü bu nasıl haber demeye kalmadan bir yenisi geliyor. Dünya kendi kendisinin reklamını yaparak var oluyor. Medya gerçekleri belki de kendi istediği gibi gösteriyor, bazı görüntüleri çarpıtarak yorumluyor ya da öyleymiş gibi gösteriyor. İnsan bu ihtimali düşünmeden yapamıyor çünkü gördüklerimiz kimi zaman inanılır gibi değil. Tuhaf, garip garip hikayeler ve alışılmadık insan manzaraları her gün önümüze seriliyor.

Göçmen nefreti

Son moda haberlerden bir tanesi, göçmen birilerinin sokakta yürürken sağdaki soldaki kızları çekmesi haberiydi. Bu haberde kişinin göçmen olduğunun altı özellikle çiziliyor ve göçmenlere nefretin artması için elden ne gelirse yapılıyor. Evet gerçekten de binlerce göçmen arasından birkaç tanesi çekim yapmış, bazısı bunun suç olduğunun dahi farkında değil. Suçlu olanlar da yakalanmış ve suçu bireysel. Göçmenlerin kolektif işlediği bir suçtan söz edemeyiz. İzinsiz çekim yapan göçmenler medyada sık sık gündeme gelirken başkalarının videolarını izinsiz çeken Türk vatandaşları, ünlülerin özel hayatına gözlerini diken onları her halleriyle fotoğraflamayı ve videoya çekmeyi kendilerine hak gören medya mensupları, hocasının özel konuşmasını kayda alan öğrenciler, eşinin görüntülerini gizlice çekip internete veren boşanma aşamasındaki eşler ya da yedi yirmi dört kameralarla kamusal alanda vatandaşını gözleyen ve kaydeden devlet, belediye mensupları nedense hiç gündeme gelmiyor. Bu gözetleyenler Türk vatandaşı oldukları için galiba çok da sıkıntı yok. Sizi gözetleyenler Türklerse gözetlenebilirsiniz.

Kalabilse kalmaz mıydı?

Bütün bunların sonucu Gaziantep'teki Suriyeli göçmen yaşlı bir ninenin – üstelik engelli olduğu söyleniyor – ırkçı bir aymaz tarafından darbedilmesidir. İzlerken gerçekten utandım. Siyasi arenada birdenbire boy gösteren ırkçı partilerin ırkçı söylemlerinin sonucu Bağcılar'da Suriyeli işçilerin kaldıkları evin basılıp 21 yaşındaki Suriyeli genç Şerif El Ahmed'in öldürülmesidir. İnsan sormadan yapamıyor: Peygamberinin hicretine inanan bir millet göç edenlere nasıl kötü davranabilir? Peygamberimiz Hz. Muhammed Mekke'den Medine'ye beraberindekilerle niçin göçmüştür? Kalabilse kalmaz mıydı? Müşrikler tarafından Müslümanlara uygulanan zorbalıklar, eziyetler, işkenceler sonucunda göç etmedi mi? Üstelik sadece peygamberimiz değil, ondan önceki peygamberler de göç etmiştir. Hz. Musa halkını Mısır'dan çıkarmıştır. Göç, hicrettir. Hicret göçtür. (Bana göçmen haklarını ele aldığımız derste Hicret'i hatırlatan öğrencim Tubanur'a buradan teşekkür ederim) Kimse sadece keyfi için toplu halde göç etmez, vatanını, doğduğu toprakları terk etmez. Zorunlu haller, insanlık halleridir ve herkesin başına gelebilir. Padişahlar da göçmenlere kucağını açmıştır, Atatürk de. Atatürk, soykırımdan kaçan Yahudileri üniversiteye almıştır.

Göçmen meseleleri, etnik azınlık, seksüel azınlıklar, dinsel ayrımcılıklar gibi meselelerin temelinde politikayı sadece kimlik politikalarına dayandırmak, politikayı kimlikle tanımlamak yatmaktadır. Politik cetvelde sağ cenahın kimlik politikaları sadece ulus, kültür, ırk, din ve geleneksel cinsiyet rolleri gibi sabit fikirlerle ideal olarak belirlendiğinde, sağ, solun muhalif kimlik politikalarıyla karşılaşmaktadır. Sol muhalefet kendi kimlik politikalarında marjinal öznelerin tanınması yönünde politika izlerken, özel etnik, kültürel ve seksüel azınlıkların kimliklerini tanıma ölçüsünde bir toplumsal muhalefet ve ülke çapında, kimi zaman dış destekli propogandaya başvurmaktadır. Trans bireylerin, LGBT aktivistlerinin, vegan, vejeteryan, çevreci ve hayvansever aktivistlerin, kürtaj savunucularının yani bazılarının sahip olduğu ve toplumun bütününü temsil etmeyen, genelde azınlıkta kalan bu aktivist kimliklerin mevcut geleneksel değerlere ters düşünce ve eylemleri savunmaları belki bu kontekstte anlaşılabilir. Kimlikler belirli ahlaki pozisyonlarla ilişkilendirilirken karşı pozisyondaki kişi kendisinin ayrımcılığa uğradığını ve tanınmadığını kimi zaman rahatsız edici bir şekilde kimi zaman da şiddete başvurarak ileri sürer. Her iki taraftan karşımıza çıkan söz konusu politik söylemin problemi fena halde "özcülüğe" batmış olmasıdır. Bu özcülüğe, ayrımcılığa uğradığını her platformda sürekli olarak iddia eden trans bireyler de batmış durumdadır çünkü kendi kimliklerinin "hakikati" konusunda şiddetli biçimde ısrar ederler.

Politik pozisyonu yalnızca sabit, belirli bir kimliğe dayandırmak, moral tavrın temeline belirli bir kimliği yerleştirmek politikanın temsil edilebilir bir kategoriler serisine indirgenmesi anlamına gelir ki bu da onun kapitalist pazarda rağbet gördüğü ölçüde ya da liberal devlet ona meşruluk tanıdığı ölçüde karşılanması demektir. Ancak takdir edersiniz ki bu politikaların sonu yoktur. (Bu konuda iyi bir değerlendirme için bkz. Saul Newman, Political Theology: A Critical Introduction, Polity Press, Cambridge, 2019, s. 56-57) Sonu olmadığı gibi hiçbir ehemmiyeti olmayan kimlikler daha fazla itibar kazanmaya başlarlar, daha fazla gündeme gelirler. Kamuoyunu sürekli gündeme gelişleriyle gerekli gereksiz meşgul etmeye başlarlar. Muhalif taraflar, şiddeti de içeren söylemleriyle topluma ciddi rahatsızlık verirler. Sağ kendisini savunmak adına kendisine açılan "kültürel" savaşlarla mücadele etmek durumunda kalır ve bu durumda politik etkinliği azalır. Ayrımcılıkla, cinsiyetçilikle vb yaklaşımlarla mütemadiyen suçlanır.

Ünlü düşünür Eric Voegelin, "kimliklerimiz hapsihanelerimizdir" diyor. Kimliklerimiz elbette önemlidir, bizi biz yapan şeylerdir, gündelik hayatta kimliksiz insan yoktur. Kimliksiz dolaşmamız mümkün değildir, kimliğimiz bizim kim olduğumuzu söyler. Anneyizdir, babayızdır, hocayızdır, hemşehriyizdir, dindarızdır, etnik bir kimliğimiz vardır, hayvan severizdir, laikizdir, kardeşizdir, Urfalıyızdır, kadın ya da erkeğizdir, mesleki bir kimliğimiz vardır... çok fazla kimlikli ya da gün içinde çoğul kimliklere sahibizdir. Bunda bir sıkıntı yok, ancak kimliklerimiz ötekiyle ilişkimize ket vurursa, politik görüşümüzü sadece kimliklerimiz belirlemeye başlarsa, kendimizi kimliğimiz nedeniyle diğerine tamamen kapatırsak, kimliğe özcü yaklaşırsak kimliğimiz kendi hapishanemize dönüşebilir. Sadece kimlik etrafında belirlenen politikalar bir topluma yıkım, iç savaş, etnik soykırım, ayrımcılık ve zulüm getirebilir. Politik birlik aynı zamanda anlamlı bir birlik olmak zorundadır. Bu anlamlı birlik kimi zaman klasik geleneğe kimi zaman da sözleşmeci bir geleneğe dayanabilir.

Kimlikler savaşı

Moderniteyle birlikte seküler politikalar Avrupa'ya hakim oldu. İçkinleşme ile birlikte aşkınlığın politikadan çekilişinin neticesi kamusal alanın kimlikler savaşına sahne olmasıdır. Batı'da bu çekilişin arka planı uzun yıllar süren ve çok sayıda insanın ölümüne neden olan din savaşlarıdır. Batı'da dinin yarattığı anlamlı birlik bozulmuş, inşalar hiziplere bölünerek birbirine düşmüştür. Modernler bu yüzden bir bakıma Romalıların çok tanrılı yaklaşımına geri dönmüşlerdir. (Bu burada dursun ve başka bir yazıda meseleyi açalım çünkü yerimiz dar. Ayrıca her şeyi ben anlatamam biraz da kitap okuyun.)

Konumuza geri dönecek olursak, günümüzde kimi partilerin kendilerini kimlik politikasıyla sınırlandırdığını, hatta kendi varoluşunu bunun üzerine temellendirdiğini görüyoruz. Göçmenleri geri göndereceğini ilan eden, tek taraflı bileti hazırladığını iddia eden bir parti bile gördük. Hatta bu ayrımcılığı seçim vaadi olarak sundular. Üstelik bunu savunan parti başkanının kendisi de bir göçmen. Bu olsa olsa tehlikeli sularda yüzmektir. Ardından oldukça yaşlı göçmen bir teyze suratına bir tekme yedi.

Bir düşünür diyor ki "hakikat inananların yaşamında ortaya çıkar." Hakikati insanların üzerinde sallanan bir kılıç gibi ele alırsak müziği duymadan dans eden insanlara dönüşürüz. Kimliklerimiz tek hakikatimiz değildir ve onlara hakikaten sahipsek onları söylem olarak savunmaktansa yaşamayı tercih etmek daha doğrudur.

[email protected]