Göçmenlik, kimlik ve müzik

NAZİFE ŞİŞMAN/Sosyolog Yazar
10.11.2012

Yuvalarını yanlarında götürmek isteyen göçmenler için en temel kültürel taşıyıcı müzik ve mutfaktır. Adeta taşınabilir vatandır bu ikisi. “İşler düzelene kadar” beklentisi içinde hayatlarını askıya alan Filistinli göçmenlerin, sürgünlerin hem yurt özlemine hem de kültürel kimlik kurgularına karşılık geliyor Le Trio Joubran’ın müziği.


Göçmenlik, kimlik ve müzik

Geçen hafta Fransızca söylenişiyle Le Trio Joubran, Türkçesi Cibran Kardeşler adlı Filistinli bir müzik grubunun konseri vardı CRR’de. Ne özelliği var bundan bahsetmenin diyebilirsiniz. Çünkü İstanbul, isimlere ve köken ülkelere şaşırmayacağımız kadar renkli ve uluslararası bir kültür-sanat ortamı artık. Üç udi kardeşten oluşan bu grup, dikkat çeken pek çok özelliğe sahip: Ud gibi klasik bir çalgı aletini popülerleştirmeleri, senkronize bir şekilde çalmadaki ustalıkları, Arap müziğinin tınılarıyla flemenkoyu birleştiren besteleri...

Ama ben bu özelliklerinden ziyade bir meslek hastalığı olsa gerek, izleyicilerin ve grubun kimlikle ilgili vurgusuna odaklandım. Bu odaklanmada haklıydım, diyebilirim. Çünkü gruptaki en büyük kardeş Samir’in, “Biz Filistinli müzisyenler değil, Filistin’in müziğini yapanlar olmak istiyoruz” sözleriyle başlayan konser, izleyicilerden birinin sahneye uzattığı Filistin bayrağı ile sona erdi. Bu sebeple, ilk cümleden başlayarak sanat, siyaset, müzik, kimlik, göçmenlik, vatan gibi bir çok konuya değen analizler yapılabilir grubun performansı hakkında.

Vatan neresi?

Hz. İsa’nın çocukluğunun geçtiği ve bu sebeple Hıristiyanlar için bir hac merkezi olan Nasıra’da doğan üç kardeş, kuşaklardır ud yapan müzisyen bir aileden geliyor. Babaları tanınmış bir ud ustası. Her ay yeni bir udun ortaya çıkışına şahit olarak büyüyen üç erkek kardeş farklı müzik eğitimleri alırlar. Biri Kahire’de konservatuar okurken bir diğeri babasından öğrendiği ustalığın yanına İtalya’da telli sazların yapımıyla ilgili eğitimi katar. On yıl kadar önce grubu kurarlar ve Filistin dışındaki maceraları başlar.

Nasıra, İsrail’in Arap başkenti olarak biliniyor. Çünkü İsrail’de nüfusunun hemen tamamı Arap olan bir şehir. Şimdilerde Paris’te yaşayan grubun anavatanla bağlantıları kopuk değil. Hala vatandaşlık statüsüne sahipler. Bunu belirtmek önemli, çünkü kendileri ya da aileleri 1948’de, 1967’de ya da daha sonra göç etmek zorunda kalan pek çok Filistinlinin Gazze’ye, Ramallah’a, Kudüs’e girişi yasak. Zaten resmi bir kayıtları da yok. Filistinli Şair Mahmud Derviş’in, “Kaydet!/Arabım/Adım var yalnız, yoktur soyadım” derken bu vatansızlık ve yok sayılmadır kastettiği. Ve vatan çoğu zaman kadınların boynunda bir kolye olarak, özlemin müşahhas hali olarak tezahür eder bu nedenle.

Cibran kardeşlerse zorluklarla karşılaşsalar da Hayfa’da, Ramallah’ta konser verebilmişler geçen yıllarda. Ama uluslararası arenada bir “temsil” görevi yüklenmiş omuzlarına. Kardeşlerden ortancası ve ata mesleği ud ustası olan Wissam: “Biz Filistinlilerin mesajını dünyaya iletiyoruz.” diyor verdiği bir röportajda. “Bu mesaj kültürümüzdür ve müziğimiz bizim direnişimizdir. Sanatımız, Filistin’in var olduğunun bir kanıtıdır.” Mahmud Derviş’in mısralarıyla haykırdığı hakikati, onlar müzikleriyle seslendirmeye çalışıyorlar: “Bir Filistin vardı/bir Filistin gene var.”

Kimlik mi aidiyet mi?

Bu sebeple de her gittikleri yerde önce Filistinli, sonra müzisyen olmak zorunda kalıyorlar. Bu hemen bütün Filistinli sanatçılar için geçerli belki de. Filistinli sanatçılar istesinler istemesinler yurt dışında çok ağır bir sembolik yük taşıyorlar. Yerlerinden edilen halklarının tarihi, işgal ve sonu gelmeyen barış girişimleri… Bütün bunlar eğlenceli işlere bile belli bir yoğunluk yüklüyor ve hem icracıları hem de işlerini, esasında tam da alakalı olmayan çelişkilerin içine atıyor. Neden böyle oluyor? Çünkü zorla yerinden edilme ve işgal, her şeye damgasını basar. Artık kendi işlerinizi kendi usulünüzle görmeniz, işlerin mevsim normallerinde seyretmesi mümkün değildir. Hayatın ve ölümün her cephesine musallat olur işgal, yerinden edilmişlik, göçmenlik ve sürgün. Özleme, öfkeye, arzuya, her tür duyguya hakim olan bir tasallut söz konusudur.

Peki bir sanatçı, hele de Filistin gibi işgale uğramış, özlemlerine, öfkelerine ve arzularına işgalin gölgesi düşmüş bir toprağın evlatları için böyle bir “temsil” ve “kimlik” yıpratıcı değil midir? Sanatlarını kavgalarının aracı haline getirmeleri bizzat sanatçılıklarına ihanet anlamına gelmez mi? İşte bu noktada bir hassasiyete sahip olmaya niyetleniyor Le Trio Joubran. Ama bunu ne kadar başarabilirler, bu kolaylıkla cevaplanabilecek bir soru değil. Mahmud Derviş’in vefatından önce onlara tavsiyesini belki de bu nedenle her konserde tekrar tekrar ifade ediyorlar: “Filistinli müzisyenler olmayın, Filistin’in müzisyenleri olun!”

Bu ifadeyle Derviş ne demiş oluyordu? Sahip oldukları sanat ve beceriler, kimlik ve aidiyetlerini, yani Filistinliliği yüceltmeliydi. Tam tersine onlara değer katacak olan “Filistinli” kimlikleri olmamalıydı. Sanatları nedeniyle değil de sadece kimlikleri nedeniyle teveccüh görmemeliydiler. Yani onlar Filistin topraklarından çıkmış sanatçılar oldukları için doğal olarak topraklarının, anayurtlarının sesini dünyaya ulaştıracaklardı. Halbuki isimlerinin önüne “Filistinli”yi getirdiklerinde ortaya çıkan durum tamamen farklı olacaktı. Bir taraftan sanatı araçsallaştırmış olacaklar, diğer taraftan bir kimliği kullanarak kabul görmek anlamına da gelecekti.

Cibran kardeşlere böyle bir tavsiyede bulunan Mahmud Derviş, sanatı ile halkının mücadelesi arasında kurulan öncelik sıralamasını mesele edinmiş bir şair. Ona göre şiir ulusal mücadelenin bir aracı olmamalı. Çünkü şiir aralıksız bir seyahat kurar, kültürler zamanlar ve mekanlar arasında. Bir tarihin ve bir dilin çocuğu olarak mutlaka halkının biçimlendirilmesine yardım eder. Yani bir dilin bir toplumun şairidir şair. Ama bu koşulların yönlendirdiği “gönüllü asker” manasına gelebilecek şekilde yorumlanmamalı. Yoksa işgal sadece insanları değil şiiri de öldürebilir Derviş’e göre.

Kendisini, Filistin kurtuluşuna kadar yüzünü bize dönmeyen ve hiç büyümeyen çocuk kahraman Hanzala’nın çizeri Naci el Ali’den arda kalan olarak niteleyen Filistinli şair Murid Barguti de aynı endişelerle soruyor: “Bir şair zamanda mı yaşar yoksa zamanda mı?” Kendi sorusuna verdiği, “vatanımız içinde soluduğumuz vaktin şeklini almıştır” cevabı, sürgün, göçmen, yerinden edilmiş, işgali, intifadayı yaşayan bir sanatçının tüm bu koşulların şekillendirdiği bir atmosferin çocuğu olduğu vurgusunu yapıyor.

Bu sebeple tabii ki Le Trio Joubran’ın müziği, anayurttan, Filistin topraklarından başlayan bir yolculuk. Bu çok açık. Son albümlerini Arapça yolculuk anlamına gelen “Asfar”ı İngilizce “As far” diye okunabilecek bir fontla yazmaları da buna işaret ediyor. Ama aynı zamanda belli bir coğrafyayla ve kimlikle sınırlanmama niyetini de açığa vuruyor.

Yuva: Koku ve ses

Ama müzik alanında piyasa koşulları ve markalaşmanın çok özel bir etkisi söz konusu. Biz dünya çapında müzisyen olanların köken ülkesini bilmiyoruz çoğu zaman. “Etnik müzik” diye nitelenenler ise kimlikler üzerinden tanımlanmanın hem avantajına hem dezavantajına sahip oluyor.

Esasında göçmenlik, kimlik ve müzik, hatta kimlik ve yemek kültürü ilişkisini de dikkate almak gerekir bu değerlendirmeleri yaparken. Bir haneyi yuva yapan ses ve kokudur. Yuvalarını yanlarında götürmek isteyen göçmenler için de en temel kültürel taşıyıcının müzik ve mutfak olduğu görülür. Adeta taşınabilir vatandır bu ikisi. Bir kaç yıl önce Berlin’de Filistin’e özgü bir yemek olan felafel’i tattığımda İstanbul’da var mıydı bilmiyorum. Ama bugün kızımın en sevdiği fast-food yiyecekler arasında felafel (tamamen vejetaryen Filistin köftesi). “İşler düzelene kadar” beklentisi içinde hayatlarını askıya alan Filistinli göçmenlerin, sürgünlerin hem yurt özlemine hem de kültürel kimlik kurgularına karşılık geliyor Le Trio Joubran’ın müziği. 

[email protected]