Gökdelenler arasındaki cami avlusundan ‘Yeni Türkiye’ye bakmak

H. Hümeyra Şahin / Yazar - [email protected]
24.08.2013

Ataşehir’deki Mimar Sinan Cami yalnızca ilahiyat ya da mimarinin değil, interdisipliner bir şekilde sosyolojinin, toplumsal psikolojinin ve hatta yüklendiği sembolik anlamlar bakımından antropolojinin de konusu haline geldi.


Gökdelenler arasındaki cami avlusundan ‘Yeni Türkiye’ye bakmak

Kanunî’nin, Sokullu’nun İstanbul’unda bile on dakikadan fazla yaşayamam... Süleymaniye’yi yeni yapılmış bir cami olarak görmek, bizim tanıdığımız ve sevdiğimiz Süleymaniye’yi tıpkı geceleyin Boğaz koylarında uzanan ışıkların suda kurduğu o altın saraylar gibi, zaman içinde bize kadar uzanan bütün bir saltanattan mahrum bırakmaktır. Biz onun güzelliğini dört asrın tecrübesiyle ve iki ayrı kıymetler dünyası arasında her gün biraz daha keskinleşen benliğimizle başka türlü zenginleşmiş olarak tadıyoruz. Yahya Kemal’siz, Mallarme’siz, Debussy ve Prouste’suz bir Süleymaniye veya Kanunî Mersiyesi, hatta onlara o kadar yakın bir Neşatî ve Nedim’in, Hâfız Post ile Dede’nin arasından geçerek kendilerine varamayacağımız bir Sinan ve Bâki tahmin edebileceğimizden çok daha çıplaktır.”

Tanpınar’ın Beş Şehir’de insanı bir kuyu gibi içine çeken geçmiş zamana dair takındığı tavrı özetler bu satırlar. Süleymaniye’yi Tanpınar için vazgeçilmez kılan dört asrın zengin tecrübesidir. Aksi halde hatıralardan soyutlanarak Süleymaniye’nin ilk günlerine gitmek benliğin en mühim parçalarını kesip atarak yapılan bir yolculuktur. Ve bu yolculuğun sonunda varılan yer çıplak bir Süleymaniye’dir.

Minare görmek sinir bozar mı?

Mekan, içinde yaşananlar ve bu süreçte kazandığı yeni anlamlarla gerçek bir mabed, ev ya da yuva olur. Aksi halde taş, tuğla ve çimentodan müteşekkil bir inşaattan başka birşey değildir. Bazı mekanların kimlik kazanması süreç alırken, bazıları daha doğduğu ilk günde yalnızca kendi olmaktan öte temsili kimliklerle hayata katılır. Tıpkı İstanbul Ataşehir’deki Mimar Sinan Cami gibi. 21.yy. gökdelenlerinin arasında minareleri yükselen cami dört asır sonrasına nasıl hatıralar bırakacak bunu bilmiyoruz ama caminin hatıra defterinin daha temeli bile atılmadan açıldığı bir gerçek. Nitekim İstanbul’un prestijli semtlerinden biri olmaya aday Ataşehir’deki cami, yapılacağı söylentisi ilk çıktığında çevresindeki gökdelen sakinlerinin ‘bahçemizde havuza girip güneşlenirken minare görmek psikolojimizi bozuyor’ serzenişleri arasında kendi tarihini daha ilk günden yazmaya başladı. Ve bu andan itibaren Mimar Sinan Cami yalnızca ilahiyat ya da mimarinin değil, interdisipliner bir şekilde sosyolojinin, toplumsal psikolojinin ve hatta yüklendiği sembolik anlamlar bakımından antropolojinin de konusu haline geldi.

Mimari-zihniyet ilişkisi bağlamında cami, bazı dindarları ‘müslüman zihni boğan ucubeler’ olarak gördükleri gökdelenlerin gölgesinde kaldığı için rahatsız ederken, gökdelenlerinde kendilerine ‘seçkin ve seküler’ bir hayat kuran semt sakinlerinin de seküler konforunu bozdu. Her gün pencerelerinden gördükleri minareler dinle kurmak istedikleri mesafeli ilişkiyi alt üst etti.

Bilinçaltında çok farklı kodlar barındıran bu rahatsızlık, zaman zaman açıktan bir cami eleştirisi yerine onbin kişilik bir caminin bölgeye getirdiği insan ve araç trafiği üzerinden ifade edildi. Fakat cami ile yaklaşık aynı mesafedeki bir başka yapı olan onbeş bin kişilik spor ve eğlence arenası, getirdiği benzer yoğunluğa rağmen bu eleştiriden muaf tutuldu. Semt, senenin belli günlerinde Jennifer Lopez gibi dünya starlarının ağırlandığı ya da spor müsabakalarının olduğu seküler bir mekanın kalabalığı ile yoğunlaşırken, bazı günlerde Mekke sokaklarını andıran tekbir sesleri ile kuşandı.

Disiplinlerarası bir durum

İşte ezber bozan bu durum, Yeni Türkiye’nin disiplinlerarası okuma gerektiren manzaralarından birisi olarak karşımızda duruyor. Bu dikotomi içinde bir yanda cami üzerinden yapılan mimari-zihniyet eleştirileri, öte yanda seküler endişeler meseleyi makro düzeyde gündemde tutarken, gündelik hayatın içinde akıp giden mikro hikayeler bize semt sosyolojisi hakkında farklı şeyler söylüyor. Nitekim, anneleri havuz kenarında güneşlenirken, sitenin sayısı üç-beşi geçmeyen dindar aile çocukları ile sair zamanda aynı parkı paylaşan çocuklar, merak saikiyle daha önce hiç gitmedikleri caminin yolunu tutuyorlar son günlerde. Kentli bir İslam temsili konusunda hayli hassas olan cami yönetiminin Ramazan’da çocuklar için hazırladığı etkinliklerde palyaçolarla eğleniyor, şişme film karakterleriyle vakit geçiriyor ve bir yandan da dinle daha pozitif, önyargısız ve bizzat içinde yaşayarak ilişki kuruyorlar. Hatta günlerinin yarısını camide geçirip eve döndüklerinde, sehpasındaki limonatayı yudumlayan annesinden, camiye gittiği arkadaşları ile akşam bahçede yapacakları eğlenceli iftar için izin alabiliyorlar. Öte yandan benzerlerini daha çok Central Park’ta ya da Hyde Park’ta gördüğümüz, donanımlı spor kıyafetleri ile her sabah cami kompleksindeki koşu parkurunda koşan semt sakini gençler, cami ile aralarındaki mesafeyi en azından fiziksel olarak ortadan kaldırabiliyorlar.

Cami başka açılardan da yeni toplumsal karşılaşmalara imkan veriyor. Minibüslerin girmediği, göz zevkini bozduğu ve semt elitizmine zarar verdiği için otobüs duraklarının sayısının azaltıldığı semtte cami, Ataşehir’i toplumun tüm kesimlerine açık bir merkez haline getiriyor. Çevre semtlerden toplumun daha geleneksel kesimlerini oluşturan yüzlerce insan cami ve çevresindeki sosyal tesislere bir şekilde gelerek örülen bu sentetik duvarları ortadan kaldırıyor. Özellikle Cuma günleri ve Ramazan gibi özel zamanlarda semt sosyolojik olarak daha kozmopolit bir hale dönüşüyor.

Toplumsal analizleri, kurgulanmış makro düzeneklere malzeme toplayarak değil, mikro hikayelerden yola çıkarak anlamaya çalışmak sosyal bilimcileri çok farklı sonuçlara götürebilir. Nitekim Ataşehir Mimar Sinan Cami bazı hassas dindarlar ve tedirgin sekülerler için mimari bir çığlıktan başka bir şey değilken, orada yaşayan gençler ve çocuklar için aslında kulağa hoş gelen bir ses olarak algılanabiliyor. Önemli olan, bu farklı ve yeni sese kulak vererek, onu Türkiye toplumunda yeni yakınlaşmalara ihtiyacımız olduğu şu günlerde çoğulcu ve ahenkli bir senfoniye dönüştürebilmek.