Gülen Grubu ve yığınsallaşma

Sadık Şanlı / Gazeteci - Yazar
17.01.2015

Gönlü mayalı toplum en nihayetinde derin imanı ve irfanıyla akı karadan ayırmış ve ‘Gönüllüler Hareketi’ gibi hak etmediği isimleri üzerine alınmış bir yapıyı, günün sonunda ‘Paralel Yapı’ olarak hak ettiği ve ‘adaletin gereği’ olan limana demirlemiştir.


Gülen Grubu ve yığınsallaşma
"İnsan, insanlığını maya ile bilir. Maya olmadan insandan bahsedemeyiz. İnsanın kendini bilmesinden de bahsedemeyiz. Maya esastır, özdür. Mayasını, aslını, esasını bilen; gönlüne gelen, gönlüne çalınan kelâmı bilen, kendini bilir. Kendini bilmenin, insan olmanın esası mayadır. Anadolu maya demek, öz demek. Maya ile kastettiğimiz burada metafordur. Maya ile kastedilen, Anadolu’ya Türkistan’dan [Yesevî / gazi dervişler yoluyla] gelen kelâmdır. Bu kelâm Anadolu’yu mayalamıştır. Bununla kastettiğimiz de insandır.”
 
Kendine “Gönüllüler Hareketi”, “Hizmet Hareketi”, “Camia” vb. isimlendirmelerde bulunmuş, gelinen noktada ise devletin yanı sıra siyaset ve toplumun büyük oranda “Paralel Yapı” olarak kodladığı Gülen Grubu, 17 Aralık süreciyle birlikte tartışma gündemimizin ana başlıklarından birine dönüşmüş durumda. Şimdilerde duruşma salonlarına taşınan Gülen Grubu odaklı tartışmalar, siyasi, adli boyutlarıyla meseleyi büyük oranda usulden görmekle birlikte, bazı istisnalar dışında esasa yönelik başlıkları içermiyor. “Devleti ele geçirmek” için örgütlendiği tartışılan bir yapının, Anadolu’nun [ki bu grubun tabanını da oluşturan] gönlü kelâm ile mayalı “insanını ele geçirip” dönüştürmeye yönelik tahripkâr etkileri pek dillendirilmiyor. 
 
Oysa bu yapı, asıl tahribatı kelâmın “eşref-i mahlûkat”, kadim dünya görüşümüzün ise “ferd-i vahid”, “ferd-i ferid”, “ferdi birey” gibi ifadelerle adlandırdığı ‘insan’ımız üzerinde gerçekleştiriyor. Kelâma tâbî ‘gönül’ odaklı insanımızı, menşei bu topraklara ait olmayan bir mevzuat yığınına / rasyonaliteye tâbî kılarak, duruma göre davranmayı ahlâk [misyoner ahlâk] edinmiş tedbirci, takiyyeci, pragmatist, pozitivist bir yığına çevirerek aşındırıyor, özünden uzaklaştırıyor. Prof. Dr. İhsan Fazlıoğlu’nun ‘niyet insanı’ ve ‘kural insanı’ kavramsallaştırmalarıyla ele alırsak (Akıllı Türk Makul Tarih, Papersense Yay.); ahlâk merkezli niyet insanını rekabet, başarı ve uzak hedeflerle güdülenmiş ve her durum, şart ve ortamda oyunu kurallarına göre oynamayı ilke edinmiş menfaat odaklı kural insanına dönüştürüyor. Ve, ‘dün öyle, bugün böyle, yarın bir başka’ halden hale sokarak omurgasızlaştırıyor, içini boşaltıyor. Açalım:  
Fertten ‘yığınsal birey’e
 
Girişte sözlerini alıntıladığımız Prof. Dr. Yalçın Koç, “Anadolu Mayası: Türk kimliği üzerine bir inceleme” isimli eserinde, Anadolu’nun İslamlaşması sürecinde Türkistan’dan Anadolu’ya gazi dervişler yoluyla taşınan kelâmın (mayanın), evvelce Grek-Latin-Kilise diyarına ait olan Anadolu’yu nasıl dönüştürdüğünü, bu dönüşüm sonrası bu topraklarda ortaya çıkan ve ‘ferdi birey’ kavramı üzerinden anlattığı insanı ve toplum yapısını derinlemesine çözümler. Koç, öncelikle dönüşümün belirleyicisi olarak gördüğü kelâmı şu sözlerle tarif eder: “Kelâm ne fikriyattır, ne sözdür. Zamanın kaydı altında değildir kelâm. Ve her daim bizatihi kendisidir.(...) Bir başka şey ile terkibe de girmez. Bir başka şeyle terkibe girmeyen sentezlenmemiş olur.(...) Senteze tabi olan, zamana tabi olan, değişmeye, dönüşmeye tabi olan unsurlardır. Kültürün unsurlarıdır. Kelâm kültür değildir.” Koç’un maya metaforuyla anlattığı kelâm, gönlüne çalındığı ‘şey’ konumundaki ‘insan’ı da bu mayalanma sayesinde kendisi gibi kılar ve bir ‘özne’ye dönüştürür. Zira ‘şey’in özne yani ‘ferd’ olarak tesis edilmesi için ‘şey’in kimlik esasının bizzat ve sadece kendisi olması gereklidir. Her daim bizzat kendisi olan kelâm, çalındığı yer olan ‘gönül’ü de kendisi gibi kılar. Böylece insan gönlüne çalınan kelâmla kendini bulur, özü/gönlü ile buluşur, Allah’ı/Varlık’ı bilip, O’na muhatap olur, O’ndan gayrı her şeyden bağımsızlaşır, azat olur ve asli bir kimlik edinerek ‘özne’, yani ‘ferd’ (ferdi birey) olur. Bu kelâm esaslı gönül merkezlilik ise İmam Maturidi’nin ifadelerinde şöyle dile gelir: “İslam, Allâh’ı keyfiyetsiz bilmektir; bunun yeri göğüstür. İman, Allâh’ı Allah’lığı ile bilmektir; bunun yeri de kalptir; bu ise göğsün içindedir. Mârifet, Allah’ı sıfatlarıyla bilmektir; bunun yeri de gönüldür, bu da kalbin içindedir. Tevhid, Allah’ı birliğiyle bilmektir; bunun yeri sırdır, bu ise gönül içindedir.”
 
Anadolu mayasında ‘ferdi birey’ olarak karşılık bulan insanın karşıtı ise kelâmın aksine kültürün şekillendirdiği Grek-Latin-Kilise (Batı) diyarının ‘yığınsal birey’idir. Yığınsal birey; kelâm yoluyla varlıksal dayanağı bizzat kendi esası, yani gönlü olan ferdi bireyin aksine, varlıksal dayanağını kültür müktesebatından / mevzuattan, rasyonalite (düşünme) ve idrak (algı) yetileri ile benzerleriyle olan bağlantısı ve benzerlerine aidiyetinden alır. Yani yığınsal bireyin kimliği; asli olmayan, eksiltilerek ve çoğaltılarak değiştirilen, sentezlenebilen kültür müktesebatına bağlı bir yığınla ilişkiye geçilerek, özetle ancak yığının bir üyesi olarak, dışsal ilişkiye bağ(ım)lılık üzerinden tesis edilir. 
 
Gülen Grubu’na yönelik tartışmalara geri dönersek, grubun, bu topraklarda yaşayan ‘ferdi birey’ üzerindeki yaptığı aşındırma ve tahrip üstüne elimizde fazlasıyla örnek bulunmaktadır. Metin Karabaşoğlu’nun ifadesiyle “cemaat odaklı bir din anlatısı”na sahip olan Gülen Grubu, ‘kollektif şuur’ oluşturmak ve anlatılarında sıkça başvurdukları ve bu zamanda ‘Altın Nesil’ sıfatıyla temsilciliğine soyundukları Ashâb-ı Kirâm gibi (sözüm ona) olmak/yaşamak adına ferd’i kendinden vazgeçmeye davet eder. Örneğin, Süleyman Sargın’ın “Cemaat Olmak” isimli yazısında geçen şu ifadeler bu duruma iyi bir örnek oluşturmaktadır: “Asrımız, şahs-ı manevi ve cemaat asrıdır. [...] Cemaate gelen lütuflar, ferdlere gelenden çok farklıdır. Dolayısıyla vifak ve ittifakı korumak, hizmet adına önemler üstü önem arz eder. [...]  Cemaat olma kollektif şuura ulaşmakla elde edilir. Kollektif şuur, ferdi kendi yapısı içinde eritir ve onu çok buudlarından bir buud haline getirir. Artık orada mutlak ferd yoktur, cemaat vardır.” (Zaman, 31 Ocak 2014)
 
Allah adına konuşmak!
 
Mezkûr ifadelerde görüldüğü üzere, ‘kollektif şuur adına ferd cemaatin (‘kendinden menkul’ Hizmet Hareketi) içinde erimeli imiş! Ve, asrımızın ne asrı olduğu, kimin nasıl muvaffakiyet elde edebileceği bilgisi de net hükümlerle ortaya konulmaktan çekinilmemiş. Kime göre? “Fethullah Gülen Hocaefendi’nin ifadeleriyle!” Peki, nedir bu cemaat? Grubun önemli isimlerinden Ali Ünal’ın sözleriyle, cemaatin kendini nerede, nasıl konumlandırdığı, kendisine yüklendiği anlam ve misyonu nasıl gerekçelendirdiğine dair en güncel örneklerden biriyle devam edelim. “Emniyet Genel Müdürlüğü önünde ve Çağlayan’da “zamanın kudsîleri ve garipleri”yle beraber olabildim. Sürecin böyle gitmesi, sürekli ifade etmeye çalıştığım gibi, Hizmet hareketinin hakkaniyetine, istikametine en açık delillerdir. Çünkü yol, budur; böyle olduğu ve bu tür hadiselerin yaşanacağı Kur’ân’da apaçıktır.” Kime göre? Zaman yazarı Ali Ünal’a göre! 
 
Peki, bu sözleri kabullenmek zorunda mıyız? Şüpheye mahal var mı? Ne münasebet, zira “Kur’an’da apaçık” imiş! Ya da cemaat ve eylemlerine yönelik bir sorgulamada bulunabilir miyiz? Örneğin; hata olarak gördüğümüz bir eylemini tartışmaya açabilir miyiz? Cevabı Ali Ünal’dan gelsin: “Münafık ve zayıf kalblilerin böyle bir soruya hakları yoktur; samimî olanlar da, ... bu soruyu sormakta haksızdırlar.” 
 
Sorgularsanız ne olur peki? Cemaat’e yönelik tavrınızın size karşı kullanılacak dili ve edineceğiniz kimliği belirlemesinin arifesindeyiz. Grubun içinde olur, yanında saf tutarsanız, Ali Ünal’ın sözlerinde olduğu gibi, mesela o an Çağlayan Adliyesi önünde olursanız, “zamanın kudsîleri ve garipleri”nden olabilirsiniz. Ya da grubun söylemlerine çokça yansıdığı gibi, “Altın Nesil” müntesibi bir “hizmet eri”, “hasbi ruh”, “has ruh”, “samimi”, “talihli” vb. olmak da elinizde. Grubun dışında kalır, nötr bir tavır takınırsanız, “potanın dışında kalanlar” ya da “talihsiz”lerden olabilirsiniz. Gruptan ayrılanlardan iseniz “ayağı kayanlar”, “üzeri çizilenler”, “elenenler”, “yolda takılanlar”, “ham ruhlar” veya “satılmışlar”dan olabilirsiniz. Ya da gruba karşı muhalif düşünceleriniz varsa, “kara ruh”, “habis ruh”, “hasetçi”, “yalancı”, “iftiracı”, “zayıf kalpli” hatta son günlerde yoğun kullanımıyla “münafık” vb. olarak bile nitelenebilirsiniz. Hatta dilerseniz, size sunulacak bir ‘beddua paketi’ dahi hazır. Bu zorlu süreçlerinde yanlarında saf tutmazsanız, “‘devran döndüğünde’ tasfiye edilecekler” arasına da adınızı yazdırabilirsiniz mesela. Zira her durum ve tavra karşı değişken ‘hoşgörülerine’ bağlı olarak şekillenen teveccühkâr ya da tekfirci sıfatlarla dolu paketleri hazır. Tercih size kalmış!
 
Bir başka nokta, grubun neredeyse nas ölçüsünde iman ettiği ve kırmızı çizgi olarak gördüğü ‘kendinden menkul’ mevzuat yığını. Kelâmın sabitliğine, terkibe giremeyişine, sentezlenemeyişine rağmen, “asrımızda, bu zamanda bu böyle olmalı, metot şu olmalı” meyanında yine dayanağı kendinden menkul, çok bilmiş ve kibirli üst dil/bakış içeren yorumlarla ve ayet, hadis ve her türlü İslami meselin grubun çıkarları adına tahrifiyle geliştirilen dinler arası diyalog, başörtüsünün füruattan sayılması, İsrail’in otorite olarak kabulü, Abant bildirileriyle de sıkça işittiğimiz Batılı değerlere iman, tarihsel olarak bu toprakların insanına tepki olarak gelişmiş Batı merkezli moderniteyi kutsayış, liberal hassasiyetler, Kemalist refleksler... Daha bitmedi; sözüm ona İslam ve ülke namına sergiledikleri tecessüsün en pespaye örnekleri, tedbir ve takiyye adı altında ve grubun çıkarları adına yere, duruma göre her türlü ruhsatın çıkarılmasını içeren ve daha nice örneğini sunabileceğimiz bir mevzuat manzumesiyle kültürcü ve sentezci müktesebata eklemleniş. Tüm bunların birer kırmızı çizgi oluşu, sorgulanamayışı, ‘ruhani lider’e, ondan sadır olana ve ast-üst ilişkisinde buyrulan emre “gassalın elindeki meyyit” misali teslimiyetinizin beklenmesi... “Hizmet” ya da “Hizmetin kurumları” olarak fetişleştirilen ve İslamın şartıymışçasına kutsanan kurumsal yapının her kayd-u şart altında devamlılığının ve büyümesinin sağlanması, her birinin kutsallaştırılarak grubun bireyleri üzerinde bir hiyerarşi olarak tesisi ve bu hiyerarşinin altında bireyin bir araca dönüşmesi, grubun ‘ulvi’ amaçları doğrultusunda muhaliflerinin sindirilmesi, bürokratik gücün, adâletin (iğdiş ve katl edilmesi pahasına) bir silah olarak kullanılması... 
 
Tekfirci dilden yansıyanlar
 
Belirleyici olan vahye/kelâma muhataplığınız, varlığını kendi esasından alan ferdi birey olmanız, ‘Müslüman’, ‘mümin’ olmanız değil. Belirleyici olan, kendini hakikatin merkezi, taşıyıcısı olarak gören Mesiyanik anlayışlı bir gruba yönelik tavrınız ve üzerinizde tesis edilmeye çalışılan hegemonik dil ve hiyerarşik yapıya ne derece eklemlendiğiniz, özneliğinizden vazgeçerek nesneleşip, edilgenleştiğiniz. Ve kendi mensuplarına olduğu gibi, size verilecek kimliğin, bir yığına olan aidiyetiniz, bağınız üzerinden şekillendirilmek istenmesi; yığınsal birey kimliği edinerek söz konusu yığının içinde kaybolup kaybolmadığınız... Şimdi soralım; İslam’ın öngörüsü ve ümidi konumundaki ‘başı iman sonu adalet’ olan insan / ferd / mümin bu tablonun neresindedir? Neresindeyiz bu tablonun biz? En naif ifadeyle, tüm bu kirlenmişlikten ne çıkar? Kelâmla mayalanmış bu toprakların, gönlü kelâma mesken olmuş ve “gönüller yapmaya gelen” ferdi bireyleri çıkar mı örneğin? Çık(a)maz, çık(a)mayacaktır. Zira bu toprakların kelâmı kılıfıyla başka diyarların müktesebatının taşıyıcılığını üstlenen son derece eklektik ve teolojik sapmaya uğramış bir yapı, sonuç olarak ancak omurgasız ve yığınsal bir tipoloji üretecektir. Bu sebepledir ki, gönlü mayalı toplum en nihayetinde derin imanı ve irfanıyla akı karadan ayırmış ve ‘Gönüllüler Hareketi’ gibi hak etmediği isimleri üzerine alınmış bir yapıyı, günün sonunda ‘Paralel Yapı’ olarak hak ettiği ve ‘adaletin gereği’ olan limana demirlemiştir.