Gülen neden bir çok ‘şapka’ taşıyor?

Ahmet Demirhan/Yazar
9.03.2014

Gülen ve çevresindekiler, dışarıdan gelebilecek her türlü uyarı, eleştiri, nasihat ve benzeri mekanizmalara kapılarını kapatan bir ‘alan’ açmış kendilerine. Bu alanda serbestçe dolaşan bir söylem var ve o alan dahilinde kaldıkça bu söylem, kolaylıkla bir hurafeler yığınını olarak işlev görebiliyor.


Gülen neden bir çok ‘şapka’ taşıyor?

Today’s Zaman gazetesi yazarı İhsan Yılmaz, twitter üzerinden 25 Ocak tarihinde gönderdiği bir mesajda, Fethullah Gülen’in “yılan babası olmak istemedim” diyerek evlenmediğini yazdı. Bir insanın evlenmemesini, çoluk-çoluk sahibi olanları bu derecede ürkütecek bir ifadeyle dile getirmesi elbette ki bir sorun. Dolayısıyla Gülen’in, bir arkadaşının da Peygamber’i rüyasında görerek “Evlendiği gün ölür; cenazesine de gitmem!” dediğini belirtmesiyle açıkladığı evlenmemesini ve çocuk sahibi olmamasını meşrulaştırmaktan öte anlamları da olan bir ifade bu. Ancak sorunun büyüğü şu ki sözkonusu cümle, eğer takipçilerinin iddia ettiği gibi, Gülen’in manevi anlamda bir ‘irşat’ vazifesi varsa, ondan nasiplenenleri de içerecek bir  anlama sahip. Hayli kaba bir genelleştirmeye başvurulursa, ‘evlad-ı Fatihan’, ‘Hacı Bektaş evladı’, ‘Pir Sultan evladı’ gibi ifadelerde veya sufi gelenekte anlamlı bir yeri olan ‘dede’ veya ‘baba’ gibi unvanlarda görüleceği üzere, bir ‘ocak’tan veya ‘tekke’den nasiplenenler o ‘ocak’ veya ‘tekke’nin evladı sayarlar. Dolayısıyla, eğer Gülen’in ‘irşat’ vazifesi varsa, evet eğer gerçekten varsa, onu ‘mürşit’ kabul edenler, bir anlamda, onun ‘evladı’ sayılır. Dolayısıyla gerçekten irşat vazifesi olan birisinden “yılan babası olmak istemedim” sözünü işitmek, çok daha ürkütücü bir durum.

Ancak Gülen’in bu türden dikkatsizce ediverdiği, daha evvelki bir yazıda belirttiğim üzere, edebiyat yaptığını zannederek metonomik ifadelere kolaylıkla başvuruverdiği birçok örnek gösterilebilir: Cebrail’i tanımadığını söylemesi; (ağzından bir daha duyarsak imanından şüphe etmemizi gerektirecek) kendi cemaatlerinin “izafi Hu” olduğunu iddia etmesi; Meryem suresini tefsir ederken tasavvufi gelenekte yeri olan bazı ifadeleri anlamadığını gösterecek bir hal sergileyerek, popüler algıda Hz. İsa’nın Hz. Muhammed’in ‘oğlu’ olduğu anlayışını doğuracak bir yorumda bulunması; bir yandan İmam Rabbani, Şeyh Sibgatullah, Abdulkadir Geylani, Muhammed Küfrevi gibi zatlardan bahisle “Büyük insan yetimi bir nesiliz biz. Görmedik böyle insanlar” diyerek böyle büyük zatlardan nasiplenemediğini ifade ederken, diğer yandan artık ‘ferdiyet’ devri kapandığı için o büyük zatların bugün yaşamaları halinde ‘ferdiyet’in değil ‘cemaat’in hizmetinde olacaklarını dile getirmesi ve takipçilerine nasiplenecek hiçbir mecra bırakmaması; Hallac-ı Mansur, Sühreverdi, İmam Rabbani, Abdülkadir Geylani, Bediüzzaman gibi zatların “Zat-ı Bâri”yi (kendinden geçmiş; kendini bilemeyecek kadar garkolmuş; sarhoşluk haline kapılmış anlamında) “müstağraka olarak” yaşadıklarını söyleyerek, kendilerinin ‘ayık’ bir halde yaşadığını, dolayısıyla hakiki nasiplenecek yerin kendisi olduğunu ima etmesi; buna rağmen tasavvufla arasına mesafe koymuş olan Said Nursi’den tasavvufi bir tabirle (pirlerin en büyüğü; gerçek aşık; hak şarabının dağıtıcısı anlamlarına gelen) “pir-i mugan” diye bahsetmesi, bolca gösterilebilecek örneklerin ilk akla gelenlerinden. Bütün bu karışık ifadeler, denebilirse, kendisi ‘evlad’ olamamış, kendi ifadesiyle ‘yetim’ birisinin sıkıntılarının bir tezahürü. Ancak soru şu: bir yandan kendi ‘yetim’liğinin farkında olurken diğer yandan sanki birilerinden ‘el’ almış gibi başkalarını ‘irşad’a nasıl yönelebiliyor?

Elbette bu soru ‘sivil’ olduğu iddia edilen bir cemaatin kamusal görünürlülüğü olan faaliyetlerini teşvik etmeyi içerseydi sadece, sorun teşkil etmezdi. Ancak bu soru, doğrudan bu faaliyetlerin motivasyonunu da teşkil ediyor ve hiçbir siyasi iddiası olmayan, konjonktüre göre kendisine çeşitli ‘siyasi kalıplar’ bulabilen hayli radikal ve fundamentalist anlamıyla ‘dini bir muhafazakarlığı’ toplumun ortasına bırakıveriyor.  Örneğin gazeteciliğini “Biz kiramen katibin meleklerinin yaptığı gibi iyi şey yapınca iyi, kötü şey yapınca kötü yazmaya çabalıyoruz. Başka da bir hesabımız yoktur” şeklinde izah eden Mehmet Kamış’ın, gazetecilikle ‘kiramen katibin’ arasında kurduğu ürkütücü ilişki ya da Veysel Ayhan’ın “Kâbe kutsiyetindeki ‘hizmet’leri”nin “İlahî teminat altında” olduğunu; bu ‘hizmet’e yapılan saldırılar karşısında twitter’da yapılan savunmaların, Kabe’yı yıkmaya gelen Ebrehe ordusunu yerle bir eden ‘ebabil’lerin yerini almış “yeni dünyanın sanal kuşları”nın “celali mesajlar”ı olabileceğini ifade etmesindeki gibi ucubelikler, başka türlü açıklanamaz. Birinde, kendini melek yerine koymaktan öte insanların bütün yapıp ettiklerine dair tecesssüsü ve iştiyakı ‘din dili’yle meşrulaştırma, imalı bir yolla da gündemdeki dinlemeleri dini bir tasavvurla savunma var; ikincisinde ise, edebi aşan bir şekilde yapılmış bir Kabe benzetmesinden öte, kendilerinde cezalandırma yetkisi bulan bir anlayış var. Aynı motivasyonun ürünü gözüken İ. Yılmaz’ın, sanki matah bir şeymiş gibi sık sık dile getirdiği, “devlet, nefs-i emmaredir; arındırılmaya ihtiyacı var” şeklindeki sözleri ise, şu ya da bu dinin en fundamentalistlerinde bile göremeyeceğimiz kadar aşırı. Gülen’in iddia ettiği gibi ‘Hak ve hakikat’in kendi yanlarında olduğuna inanıldıktan sonra bu türden her şeyi ‘mübah’ görmek mümkün olmaz da ne olur?

Alim, arif, mürşid-i kamil, Allah dostu...

Haddini aşan, toplumun tam ortasına her türlü dini kavramı olabildiğince serbest bir şekilde boca ediveren böyle örnekleri istediğimiz kadar da çoğaltabiliriz. Kendilerini tezkiye etmekten ziyade koskaca bir toplumu tezkiye etmeye kalkışan bu ‘new-age’ mistik fundamentalizmin arkasında, elbette ki, Gülen’in tasavvuf kültürüne aitmiş gibi görünen, ancak benim gibi amatör bir tasavvuf tarihçisinin bile ilk bakışta kolayca farkedebileceği hiç de yerli yerinde kullanılmadığı aşikar olan kavramları keyfince eğip bükmesi yatıyor. Şurası açık: Gülen, tasavvuf kültüründen nasiplenmemiş birisi. Bu konuda kendi ifadesi var: ‘yetim’. “Ehlinin malumudur; evvel, ahir, zâhir, bâtın aynı zamanda seyr-i süluk yolcusunun uğradığı durakların, mertebelerin ve makamların adı ve unvanıdır” diye yazan Ahmet Kurucan örneğinde görüleceği üzere, yeni yetme bir tasavvuf tarihçisinin bile kolaylıkla farkedebileceği fahiş hataları “ehline malumdur” diye satmaya çalışan çevresindekiler de öyle. Hatta “Gelin nefs-i emmâre’nin suratına bir tokat atıp levvâme, mutmainne, râdiye, mardiyye basamaklarını hızlıca çıkalım ve sâfiye mertebesinde ârâm eyleyelim” diyecek kadar ‘komik’ ve  ancak ‘Uzay Yolu mistisizmi’nde görülebilecek kadar sakil bir tezkiyeden bahsedebiliyor Kurucan. Ne var ki aynı Kurucan, yine sadece ehline değil, acemi bir tasavvuf tarihçisine de ‘çorba’ olduğu ‘malum’ olabilecek karışık ifadelerle, “Farkı fark etmek için ‘fark’ makamında olmaya gerek yoktu. Hele hele Faruk olmaya hiç ihtiyaç yoktu. Allah’a şükür, tasavvuf erbabının dediği gibi ‘Cem’de sükût, fark’ta sübût’ noktasını yakalamış, ‘cemâl ile celâl’i bir bilip kemâl’in mazhariyetine ermiş’ bir mürşid-i kâmil vardı” diyerek Gülen’in ‘mürşid-i kamil’ olduğunu ilan edebiliyor. Hangi hakla, hangi icazetle? Belli değil. Sanki Kurucan’ın ya da Gülen’in bizzat kendisinin veya çevresindekilerin hepsinin demesiyle oluverecekmiş gibi bu işler! (Bunları Kurucan’a ve Gülen’e hatırlatınca, sanki geri çekilmiş gibi yaparken el yükselten başka bir iddiayla karşımıza çıkmaları ise, isterlerse örneklerini bir bir sergileyebileceğim, ayrı bir garabet.)

Evet, ortada bir ‘çorba’ var; ancak karışık bir çorba bu. Konjoktüre ve muhatabına göre şekillenebilen ‘alimlik’, ‘ariflik’, ‘bilgelik’, ‘gönüllüler hareketi onursal başkanı’, ‘mürşitlik’, ‘kainat imamlığı’ gibi unvanların kullanılması; metonomik ifadelerle tasavvufun ne kadar başat kavramı varsa onların sahiplenilmesi; doğrudan olmasa bile dolaylı yollardan ne kadar ‘ahir zaman’ kehaneti varsa bunları her türlü biçimde ortaya sürerek bu yolla bir ‘beklenti ufku’ oluşturulması; yine dolaylı yollarla, ama Ekrem Dumanlı’nın bir kaç yazısının bile söylemsel bir analize tabi tutulmasıyla açığa çıkabilecek bir ‘asrın müceddetliği’ iddiası gibi, bu ‘çorba’nın içindeki bileşenleri çoğaltmak mümkün. Ne var ki kritik dönemlerde kendine özgü bir şekilde eriştiği iddia edilen bir takım ‘istihbari bilgi’lerle ‘uyarıcı’ olabilen de birisi sözünü ettiğimiz. Kendisine ulaşan somut ‘istihbari’ iddiaları, sanki Allah’ın kendisine bir lütfu, kendisini de bu bilgiler elinde olduğu için ‘ehl-i keşif’ gibi gören; sonra da bunları otomata bağlanmışcasına görülen rüyalarla mistikleştirerek sunan, nevzuhur ‘tele-keşif” bir ‘mürşit’ algısına kolayca yol açabilen birisi.

Görünen şu: Gülen ve çevresindekiler, dışarıdan gelebilecek her türlü uyarı, eleştiri, nasihat ve benzeri mekanizmalara kapılarını kapatan bir ‘alan’ açmış kendilerine. Bu alanda serbetçe dolaşan bir söylem var ve o alan dahilinde kaldıkça bu söylem, kolaylıkla bir hurafeler yığınını olarak işlev görebiliyor. O alanın dışına çıktıkça etkisi kayboluverdiğinden bu kez başka bir ‘dil’ aynı işlevi görmek üzere devreye sokuluveriyor. Gülen üzerinde bunca unvanın, bunca sıfatın ve bunca ‘şapka’nın olmasının en büyük nedeni bu. Şimdi, böyle bir tablo karşısında, Gazeteler ve Yazarlar Vakfı’nın Gülen’e karşı dile getirilen iddialar ve çekinceler konusunda “adeta dilsiz ve hissiz kesilmiş bir kısım ilim ve din erbabını büyük bir hayal kırıklığı” içinde karşıladıklarından bahsetmesi, ne kadar anlamlı? “İlim ve din erbabı”ndan açıkça destek isteyen bu açıklama, “dilsiz” ve “hissiz” kalmayan kanaat önderlerinin ya da yazarların başına gelenlere bakıldıkça saçma aslında.

Bu açıdan, bu yazı da müvekkillerini toplum önünde küçük düşürdüğü iddiasıyla Gülen’in avukatları tarafından dava konusu edilebilir. Ancak Gülen’in avukatlarına şunu hatırlatmak gerek: Gülen’e hala sempatik bakanlara bir ‘hatırlatma’ gibi bir yan amacı olsa da, bu yazının asıl konusu, Kurucan’ın bir yazısında dile getirdiği Gülen’in ‘mürşid-i kamil’ olduğu iddiası. Buna rağmen, Gülen’in avukatları, müvekkillerinin ‘mürşid-i kamil’ olduğuna sanki mahkeme karar verecekmiş gibi, bu yazı için de ‘manevi tazminat davası’ açabilirler mi acaba?