Gündelik hayat ve aşkınlık

Doç. Dr. Özkan Gözel / İstanbul Medeniyet Üniversitesi
10.02.2018

Her ne kadar aşkınlık imkânı aynı zamanda gündelik hayatta yatıyor olsa da, işbu imkânı sönümlendirmeye ya da onu içkinlik düzlemine tercüme etmeye namzet bir mekanizma da orada hazır bekliyordur daima. Bu yüzden aşkınlıkla sahici bir temas söz konusu mekanizmayı tesirsiz kılmaya çalışmakla mümkün olabilir.


Gündelik hayat ve aşkınlık

Aşkınlık dediğimiz, ulaşamayacağımız bir yerde, ufkun ötesinde, uzak pek uzak bir menzilde mi yer alır daima? Onu tanımanın daha kolay ve daha rahat bir yolu, kestirme bir usulü yok mudur hiç? Aşkınlık gündelik hayatımıza uğramaz mı mesela, hep ulvi bir şey olarak mı kalır uzaklarda?

Şahsen aşkınlığı gündelik hayatta/n tanımanın mümkün olduğunu düşünüyorum. Evet, aşkınlığı gündelik hayata serpilmiş halde bulunan ve her birimizin –üstelik sıkça– tecrübe ettiği acı tatlı olaylar üzerinden/içinden şöyle bir de olsa tanıyabileceğimiz kanaatindeyim. Bu, bizzat tanıma, dolaysızca bir tecrübe ediş, tam bir temas olmayabilir elbette. Söz konusu gündelik olaylara bir neolojizme başvurarak aşkınsı adını veriyorum. Gündelik hayatta türlü şekillerde tecrübe ettiğimiz işbu aşkınsılık, mahiyetçe farklı olduğu aşkın-lığ’ı fark etmemize ve tanımamıza vesile teşkil edebilir gerçekte. 

“Aşkınsı” (tam da, bizzat, dolaysızca) “aşkın” olmamakla birlikte, aşkın olanı andıran, ona benzeyen, onu çağrıştıran demektir. Burada “–sı” eki, “kırmızı-m-sı” örneğinde görüleceği üzere bir andırım, bir benzerlik, bir çağrışım anlamı veriyor. Bu ek, tam da bu yüzden, andıran-benzeyen-çağrıştıran ile andırdığı-benzediği-çağrıştırdığı arasında bir ayniyet ya da özdeşlik yokluğunu ele veriyor. Burada birinci unsur ikinci unsurun yerini tutmamaktadır. Söz konusu olan, “aşkınsı”nın “aşkın”a dair bize bir ön fikir ve/veya bir ön duygu vermesi, verebilmesidir yalnızca. “Aşkınsı” ile “aşkın” gerek mana olarak gerekse olay olarak özdeş şeyler olmadıklarından aynı statüye de sahip değildirler. Asıl olan aşkın olan’dır, aşkınsı olan onun denebilirse bir nevi gölgesi ya da soluk bir izdüşümüdür. Aşkınsı olan, aşkın olanın yerini tutmaz hiçbir şekilde, evet. Bununla birlikte, gündelik hayatta karşılaştığımız aşkınsı bir olay bize aşkınlığı tanıtabilir, bizi ondan haberdar edebilir, bize onun hakkında bir ön fikir/ ön duygu verebilir. Şimdi gündelik hayatımıza serpilmiş vaziyette bulunan bu müspet menfi (veya acı tatlı) aşkınsı olaylara daha yakından bakalım ve bazı örnekler verelim.

Önce “müspet” olaylar:

Bir dostla bir kahve içmek, ormanda ya da dağ başında gezintiye çıkmak, küçük bir çocuğu okşamak, bayram sabahı sevinci, Boğaz’da manzarayı temaşa, bir şiir okumak, şehrin gürültüsünden uzakta birkaç gün kendi ile baş başa kalmak, umut verici veya sevindirici bir haber almak, güzel, iç açıcı bir sürprizle karşılaşmak,  bir metnin hazzına varmak, güzel ve anlamlı bir rüya görmek ve saire…  

Bu küçük mutluluklar gündelik hayatta cereyan eder ve fakat bu hayatın çerçevesinden pek taşmaz, bu çerçeveyi altüst etmez ama daha ziyade bu hayata hoşluk katar, onu renklendirir, yaşama sevincimizi pekiştirir, bizi hayata bağlar. Bunlar gündelik hayatın yeknesaklığını yani alışıldık rutinini bozmaz ya da uzun süreliğine bozmaz, öyle ki gündeliklik aşkınsı müdahaleden sonra kendini toparlar kolayca. Rutine avdet uzun sürmez, zor olmaz. Bu olaylar vesilesiyle biz gündelik çerçeveyi aşmasak da aşar gibi oluruz. Bu çerçeveden taşmasak da taşar gibi oluruz. Kısacası burada gerçekte aşkınlık ile değilse de daha ziyade aşkınsılık ile karşı karşıya bulunuruz. Fevkalade bir durum yoktur ilk bakışta. İşler her günkü seyrinde akıp gitmektedir, ama bir parça tatlanmış ve renklenmiş olarak.  Hayat güzeldir. Hoş bir dalgalanma vardır enikonu gündelik hayatımızda. Bu dalgalanma vesilesiyle hoşnutuzdur, hem de pek. Ölümü hiçbir şekilde aklımıza getirmeyiz, getirmek de istemeyiz. Böyle asude bir şekilde yaşayıp gitmek isteriz hep, sanki hayatta ebediyen kalacakmışız gibi. Ama hayatın bütünü nazara alındığında gelip geçicidir bu anlar, hem pek gelip geçici. Uzun sürmez hakeza bu anların verdiği güzel hissiyat. Bu anlarda “başka türlü” şöyle bir yoklar bizi hayatımızı hafifçe dalgalandırarak. 

Küçük mutsuzluklar

Şimdi de yine gündelik hayattan ama bu kez bazı “menfi” olaylar: 

“Hay aksi!” dedirten terslikler, yürürken her nasılsa ayağın burkulması mesela, kesat giden bir ticaret, bir randevuda “ekilmek”, hiç beklediğimiz bir anda hakaretamiz bir muameleye maruz kalmak, nahak yere suçlanmak ya da bir yanlış anlamaya kurban gitmek, kariyer planlamasının sekteye uğraması, mecburi yalnızlıklar, ailevi işlerde bir tatsızlık, ofiste umulmadık menfi bir gelişme, bir kış günü tam da ters bir zamanda bizi yoklayan grip ve saire…

Bu küçük mutsuzluklar (talihsizlikler ya da aksilikler) de yine gündelik hayatta cereyan eder ve bu hayatın çerçevesini bir parça sarsar ama yıkmaz hiçbir şekilde. Bu olaylar bizi hoşnutsuz kılar ve üzer, belki kısmen de olsa hayattan soğutur. Bununla birlikte menfilikler düzelecek diye bir umudumuz vardır daima. Kötülükler yerini iyiliklere bırakacak, rutin hayat bir şekilde avdet edecektir nasılsa. Beklemeyi bilmek gerektir. Beklemeyi, umutla. Bazen can sıkıcı, bazen de iç sıkıcı olsa da her şeye rağmen hayat yaşamaya değerdir. Şu halde menfi olan her ne ise onun üstesinden gelinmelidir, gidişatı önce düzeltmeye, sonra da ona uyum sağlamaya bakılmalıdır. Ölüm düşüncesi belki hafifçe yoklamıştır bu münasebetle bizi ama ölmeye daha vardır. Ölecek olan başkalarıdır. İntiharı düşünmeye ise hiç mahal yoktur. Her halükarda yaşamaya bakmalıdır. Yine de alttan alta da olsa anlaşılmıştır ya da anlaşılmış gibidir: Hayat kısadır, ıstırabı ve çilesi eksik değildir. Her şey “başka türlü” olabilir/di diye düşünmeye başlanır. 

Burada gündelik hayatın bu müspet olaylarına “hoşluk”, menfi olaylarına da “terslik” diyebiliriz kısaca. “Normal şartlarda” hoşluk ve tersliklerle örülü bodur ağaçlı bir ormana benziyor hayatlarımız. Ama ormanın cangıla çaldığı yani sürprizlerin, sert iniş ve çıkışların olduğu “anormal şartlar” da eksik değildir hayatlarımızda. Bu “anormal” şartlar ya da bu “anomali”ler aşkınsılık ile değil de aşkınlık ile yan yana getirilip birlikte düşünülmeye daha müsaittirler. Biz cangılın derinliklerine dalmıyor ama gündelik bodur hayatla ilgileniyoruz burada. Evet, burada küçük iniş çıkışları ve içteki denizi –içselliği– hafifçe ve usulca dalgalandıran sıradan mutluluk ve mutsuzluklarla, tek kelimeyle aşkınlığı çağrıştıran, çağrıştırabilen aşkınsı olay-larla ilgileniyor ve onlar içinden aşkınlığı (şöyle bir de olsa) tanımanın mümkün olduğunu göstermeye çalışıyoruz daha ziyade. Aşkınsı olayları küçümsememek gerek hiçbir şekilde. Onlar aşkınlığı tanımak için bir fırsattır, değerlendirmesini bilene.

Gelgelelim gündelik insan bu fırsatı kaçırır çoğu durumda. Aşkınsı olanın peşine düşmez pek, onun aşkınlıkla bağlantısını aramaz, araştırmaz “normal şartlarda”. Sanki öyledir ki bir esinti gelip geçmiştir yağmur bırakmadan. Gündelik insan kendi değil, “herkes”tir. Böyle olarak o, yakaladığı fırsatı berhava ediverir kolayca, onu toprağa gömüp ört bas eder adeta. Zira “herkes”in derdi, hayatın aşkınlıkla buluştuğu noktayı bulup genişletmek ve gün ışığına çıkarmak değil de kendini bir an evvel gündelikliğin konforlu alanına atmak ve orada mayışmaya devam etmektir. “Herkes” olmak böyledir.

Proust ve madlen kurabiye 

Başka bir misal verelim. Acı veya tatlı aşkınsı olaylar insanı gündelik uykusundan hafifçe dürterek uyandırır. Uyanan insan uyanmış olmakla birlikte, devam eden mahmurluktan olsa gerek, uyanır uyanmaz öbür yanına döner ve uykusuna kaldığı yerden devam eder. Bu kısa süreli uyanıklık anlarının hatırası ya da imgesi zihninde kalır bir şekilde. İşte bunlar aşkınsılığın ziyaretinin onda bıraktığı belli belirsiz, flu, hayal meyal izlenimlerdir.

Aşkınlıkla sahici bir bağ kurma derdindeki kimse ise aşkınsı anların değerini bilir, uykusu bölünmüşlüğü fırsat addeder ve uykusuz kalma paha-sına kendini aşkın/sı uyarıma açık tutar. Bu uyarılmışlık içinde/n aşkın olanı teemmüle başlar. Marcel Proust (ö. 1922) da madlen kurabiyeleri vesilesiyle bir uyarım alıp bunun üzerine teemmüle dalmış ne var ki fevkalade bir olayı alelade bir nedene bağlayarak onu orada tüketmiştir. Burada, zihnin harikulade bir serüveni maalesef rutine avdetle nihayet bulmuştur. Proust davetsiz bir misafiri antrede bir süre bekletip geri yollamış ve kendi de yatak odasına geri dönmüştür.   

Sonuç olarak, her ne kadar aşkınlık imkânı aynı zamanda gündelik hayatta yatıyor olsa da, işbu imkânı sönümlendirmeye ya da onu içkinlik düzlemine tercüme etmeye namzet bir mekanizma da orada hazır bekliyordur daima. Bu yüzden aşkınlıkla sahici bir temas söz konusu mekanizmayı tesirsiz kılmaya çalışmakla mümkün olabilir. Peki ama bir yandan da gündelik hayatımızı sürdürmek zorunda olan bizler bu mekanizmayı nasıl tesirsiz kılabiliriz ya da en azından kendimiz ondan nasıl salim kalabiliriz? Öyle görünüyor ki bu, aşkınlığa açıklıktan ya da dışsallıkla ilişkiden soluklanacak bir hayat tarzının benimsenmesiyle mümkündür ancak. İçselliğin hayatiyet ve neşvünema bulmasına elverişli bir ortamı sağlayacak bir hayat tarzı. Gündelik olanın ötesine geçen, fanilik şuuruna sahip ve teemmülü itiyat haline getirmiş bir hayat tarzı.

‘Aşkınsı’ ile ‘aşkın’ gerek mana olarak gerekse olay olarak özdeş şeyler olmadıklarından aynı statüye de sahip değildirler. Asıl olan aşkın olan’dır, aşkınsı olan onun denebilirse bir nevi gölgesi ya da soluk bir izdüşümüdür. Aşkınsı olan, aşkın olanın yerini tutmaz hiçbir şekilde, evet. Bununla birlikte, gündelik hayatta karşılaştığımız aşkınsı bir olay bize aşkınlığı tanıtabilir, bizi ondan haberdar edebilir, bize onun hakkında bir ön fikir/ ön duygu verebilir.
 

[email protected]