Gündemi bırakalım çocuğa bakalım

Gülsüm Mehdiyev / Yazar
7.08.2020

Polemikler yüzünden gerçek problemleri gözden kaçırıyoruz. Bilinçaltı esaretinden kurtulmanın tek yolu farkındalıktır. İoanna Kucuradi Hoca'nın dediği gibi okullara Düşünme Eğitimi dersi konulursa, yirmi yıl sonra bambaşka bir Türkiye olur.


Gündemi bırakalım çocuğa bakalım

İnsanlar, sembolik anlatım ve konuşma yetenekleri itibariyle diğer canlılardan ayrılır. Her insan doğuştan konuşma potansiyeli ile dünyaya gelir. Konuşmak, bize doğruları söylemek üzere bahşedilmiş bir yetidir. Wittgensetein’ın dediği gibi “Dil düşüncenin evidir”.

İnsanlar, ne zaman konuşmaya başladı? Bilim adamları Neanderthallerin sesini, fosiller ve bilgisayar kullanarak canlandırmayı başardılar. İlk insanların konuştuklarını ancak bizden farklı ses çıkarttıklarını saptadılar. Ayrıca modern insanların birbirlerini daha rahat anlamalarını sağlayan sesli harfleri de kullanmadıklarını keşfettiler.

Dilin, belki de birkaç yüz bin yıl içinde dereceli olarak ortaya çıktığı düşünülüyor. Günümüzde insanoğlu arayı kapatmak istercesine çok konuşuyor. Üstelik artık sadece ağzı olan değil, bir klavyesi olan da konuşuyor. Bilgi çağında yaşıyoruz. Bilgiye ulaşmak çok kolay. Konuşmadan durmak çok zor, bilmiyorum demek imkânsız. Duyguları anlatmak için kullandığımız binlerce emoji ve Dünya Emojiler Günü olması bunun bir göstergesidir. İlk insanlar gibi sesli harfler kullanmasaydık nasıl anlaşırdık acaba, kullanmamıza rağmen hal böyleyken!

Cevap çok, soru az

Söz söylemek bir sanattır. Ancak söz konusu sosyal medya olunca, bir şey söylemek bir ihtiyaca dönüşüveriyor. Var olma mücadelesinde herkes.

Her şeyi çok yoğun yaşayan bir millet olduğumuzu düşünüyorum. Cevaplarımız çok, sorularımız az. Konuşmayı çok seviyoruz. Ya anlatmayı seviyoruz ya da anlamamak için ısrar ediyoruz. Pandemi sürecinde televizyonlarda aylarca nasıl maske takılacağı konuşuldu. Buna rağmen doğru maske kullanımının da hala gerçekleşmediği aşikâr. Bu süreçte çocuklara ilişkin özel bir bilgilendirme yapıldığına şahit olamadık. Çocukları televizyona çıkartıp maske ve mesafe sloganı yaptırmak dışında herhangi farklı bir uygulama göremedik. Oysa nüfusumuzun yaklaşık yüzde 30’u çocuktur. Onlar küçük yetişkinler değil, kendilerine has dünyayı algılama biçimi olan çocuk insanlardır. Pandemi sürecinde artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağının söylendiği bir dünyada, anlaşılan çocuklar için değişen fazla bir şey yoktu; ders, uzaktan eğitim, ödev baskısı.

Ülkemizde televizyon seyretme oranı oldukça yüksektir. Peki, ne seyrediyoruz? Ya tartışma programları ya da diziler…

Yorumculuk en revaçta meslek gurupları arasındadır. Yorumcular, 90 dakika oynanan bir futbol maçını saatlerce yorumlayanlar, meclisten çıkan her yasayı, siyasi kararları, gündemi günlerce yorumlayanlar, hatta bu yorumları yorumlayanlar. Esasen siyaset yorumcuları ile futbol yorumcuları arasında hiç fark yoktur; hepsi bir taraftar coşkusu içindedirler. Gündemi yorumlamak kadar, yeni gündem oluşturmak konusunda da oldukça başarılıyız. Olayları bu kadar yoğun yaşamak aslında bilinçaltlarının dışavurumudur.

Bilinçdışı güdülenme

Sözgelimi, erkeklerin kadınlar hakkında bu kadar çok konuşmasının temel nedeni bilinçdışı güdülenmeleridir. Zaten tarih boyunca erkek filozof, psikolog, edebiyatçı, ilahiyatçılar kendi arzularını, korkularını, fantezilerini yarattıkları mitlerle, kendilerine göre kurguladıkları hikâye ve kuramlarla kadın üzerinden gerçekleştirmeye çalışmışlardır.

Sokrates’in annesi ebeydi. Sokrates de fikirlerini doğururken kendisini bir ebe gibi görüyordu. Nasıl ki bir bebeğin dünyaya gelmesi için bir ebeye ihtiyaç varsa, fikirlerin doğması için de vardı. Sokrates’in bu büyük keşfine göre, kararsız iki birey bir araya gelince, ikisinin de tek başına yapamayacağı bir şey mümkün olur; ikisi birlikte gerçeği, kendi gerçeklerini keşfedebilirler. Birbirlerini sorgulayarak, birbirlerinin önyargılarını anlamaya çalışarak, kusurlarını görerek, ama saldırmadan, hakaret etmeden, daima ortak noktaları bulmaya çalışarak, yavaş yavaş varoluşun amacını öğrenmeleri mümkün olur. Maalesef ülkemizde iki kişinin tartışması genellikle bir keşfe değil, ötekileştirmeye sebep oluyor. Anlaşılan varoluşun amacını öğrenmekten çok uzağız.

Polemikler yüzünden gerçek problemleri gözden kaçırıyoruz. Bilinçaltı esaretinden kurtulmanın tek yolu farkındalıktır. İoanna Kucuradi Hoca’nın dediği gibi okullara Düşünme Eğitimi dersi konulursa, yirmi yıl sonra bambaşka bir Türkiye olur. Düşünmek bizden faklı düşünme biçimlerini düşünebilmektir. Güzel ülkemin en büyük sorunlarından birisinin, kendinden farklı düşünenlere tahammül edememek olduğu kanaatindeyim.

Son zamanlarda herkes gençlerden ve gençlikten dem vuruyor. Sümer tabletlerinden beri gördüğümüz olağan yeni kuşak yakınmaların hedefinde şimdilerde ise Z kuşağı bulunuyor.

Bugün Türkiye’de 15-29 yaş aralığındaki gençlerin yüzde 27,6’sı NEET gençlerdir. İngilizce açılımı Not in Education, Employment or Training olan NEET, dilimizde Ne Eğitimde Ne İstihdamda olarak kullanılmaktadır. Gençleri eleştirenlere “Onlara ne verdiniz ki ne bekliyorsunuz” diye sormak gerekir. Yapılan araştırmalar teknolojinin içine doğmuş olan bu gençlerin otorite, itaat, yönlendirme değil etkileşim istediğini gösteriyor. Öğretmenler ve ebeveynler gençlerle ne kadar etkileştiniz? Bir çocuğun gelişimin altı yaşına kadar neredeyse tamamlandığı düşünülürse, erken çocukluğa ne kadar yatırım yaptınız?

Birkaç güncel örnek üzerinden konuyu ele alalım. Sözgelimi gerek Danıştay kararından önce ve gerekse sonra günlerce tartışılan ve bir kuşağın hayali olan Ayasofya Camii ile ilgili olarak, 50 sene sonra bugünün çocuklarının tasavvuru ve tasarrufu nasıl olacak öngörebiliyor muyuz? Hiç bitmeyen cinayet ve şiddet olayları şüphesiz ki zemin gündemlerimizden biridir. Temcit pilavı gibi ısıtılıp ısıtılıp önümüze konan ve palyatif çözümlerin ötesine geçemeyen konuşmalarla sınırlı kalan şiddet olayları gelecekte bitecek mi?

Çok şükür ki her evde kadına şiddet yoktur. Ancak çocuğa karşı psikolojik zihinsel, akademik, ruhsal, duygusal, fiziksel şiddet vardır maalesef. 2006 yılı Birleşmiş Milletler ’in çocuğun aile içinde şiddet görmesi yahut tanık olmasına ilişkin hazırladığı rapora göre dünyada birinci sıradaydık. O günkü çocukların büyümüş olduğu gerçeğini göz ardı ederek cinayetlerde üst sıralarda olmamıza neden şaşırıyoruz? Şiddet önce edinilir sonra uygulanır. Eğer bir çocuk 0-6 yaş arasında mesafesiz terkedilmiş ya da şiddete maruz kalmış ise okullarda vermeyi düşündüğünüz toplumsal cinsiyet dersleri, bu gibi çocukları daha iyi bir insan yapmak için yeterli olur mu? Klavye kahramanı olmak kolay, asıl zor olan kendi çocuğumuzun ahlakından emin olabilmektir. Gelecekteki kötü senaryolar sadece oğlan çocukları için yazılmaz. Kız çocukları da anne olduklarında yavrularına karşın acımasız ve cezalandırıcı olabilirler.

Şüphesiz ki iletişimin bu kadar güçlü olduğu bir çağda, sözleşme ve yasalardan ziyade uygulamalar önemlidir. Her şeyden önce evrensel ahlak ilkeleriyle donanmış vicdan direkleri dikebilmek gerekir. Acaba şiddete hayır derken, kadın kadar çocuğa şiddeti de konuşsak bu sarmaldan çıkabilir miyiz?

Çocuk Bakanlığı

Sosyal medya düzenlemesi, İstanbul sözleşmesi, barolar, hilafet tartışması, vs. kısa zaman sonra unutulur ve yerini yenileri alır. Ancak bu sırada çocuklar büyür, telafisi mümkün olmayan zaman geçip gider. Çoğunluk tarafından sorgulanmadan doğru kabul edilen şeyler geri dönülmez yanlışlara sebep olur.

Bir ülkenin yapacağı en büyük yatırım erken çocukluğa yapılan yatırımdır. Bu kadar büyük oranda çocuk nüfusuna sahip bir ülke olarak, ayrı bir Çocuk Bakanlığı’nın kurulması ve çocuk ile ilgili özel politikalar belirlenmesi zaruridir. Gerçek gündemimiz çocuk olmalıdır. Şüphesiz ki mesele çocuk büyütmek değil, insan yetiştirmektir.

Ekonomi dalında Nobel ödülü alan Heckman’ın çalışması, nitelikli okul öncesi kurumlarını zorunlu ve öncelikli kılmaktadır. Aile eğitimine gereken önem verilmelidir. Bu bağlamda özellikle aile ve çocuk temalı kaliteli ve eğitici programların, gündem ne olursa olsun, medyada kendisine yer bulabilmesi gerekir.

Gordon’un dediği gibi “Aileler suçlu ama eğitimsizdirler.”

Bizler eskiden evinin önünü süpüren insanlardık. Bakmazdık semtimizin, şehrimizin, ülkemizin ne kadar pis olduğuna. En azından mahallemizin temiz olduğundan emin olurduk. Mahallede kötü sözler söyleyen bir çocuğa ya komşu teyze ya bakkal amca verirdi hemen cezasını. Boş ver nasılsa benim çocuğum değil denmezdi. Eskiden çocukluk pek duyulmasa da en azından görünürdü. Günümüz çocukları geçmişe göre pek çok imtiyaza sahip olmalarına ve tahta çıkartılmalarına rağmen gerçekte ne duyulur ne de görünür durumdalar. Değişim çok hızlı oldu. Her türlü tehlike kapıdan bile daha yakında. Son on senede çocuk istismarı yüzde 700 artmış durumdadır. Ev hanımlığından ömür boyu istihdama terfi ettirilen anneler ise çoktan tükenmiş, çocukların onlara en çok ihtiyacı olduğu bu dönemde kendilerine bile eksik kalmışlardır.

Hayırlı evlat yetiştirme

Ülkemizde sırf siyasi olsun diye her şeye muhalefet etmek, rasyonel düşünmenin önüne geçiyor. Öylesine bir güvensizlik ortamı hâkim ki paranoyalar siyasetten, tartışma programlarından tutun da aile içine kadar her yerde kol geziyor. Kadın aynı yastığa baş koyduğu eşine bile güvenemez oldu. Böyle bir ortamda sağlıklı çocuk yetiştirmek mümkün mü?

Şimdilerde uzaklardayız, çok uzaklarda yaşıyoruz. Artık burnumuzun ucunu göremez olduk. Büyük büyük davalardan evimizin içini bile unuttuk. Oysa ki eleştirdiğimiz her şeyin çözümü yanı başımızda duran evlatlardır. Bireysel olarak kurtulmadan toplumsal olarak var olabilmek mümkün müdür?

Siyaset yapmayı öğrenmek marifet değil, siyaset konuşmak da entelektüellik değildir. Çünkü bunlar dünyayı değiştirmez. Dünyayı değiştirecek tek şey hayırlı evlatlar yetiştirmektir. Artık gündemi bırakalım, çocuğa bakalım.

[email protected]