Güvenme, güçlü ol!

Prof. Dr. Bengül Güngörmez / Bursa Uludağ Üniversitesi
1.04.2022

Rusya ve Ukrayna arasındaki savaş bize iki şeyi öğretmeli: Batılıların hiçbir sözüne güven olmayacağını ve bölgede güçlü bir devlet olmamızın gerekliliğini. Yüzyıl değişmiş olabilir, iki büyük dünya savaşı ertesi kısa bir barış (ancak aynı zamanda terör) döneminde yaşıyor olabiliriz ama barış dönemine olan inanç, insan doğasının yalnızca savaşçı yanının görmezden gelinmesidir.


Güvenme, güçlü ol!

Berlin Duvarı yıkıldıktan sonra Batılılar tek kutuplu bir dünya fikrine iyice alışmışken uyuyan dev Rusya başını kaldırdı ve hala kendi toprağı olarak gördüğü Ukrayna'ya saldırdı. Böylece güney bölgemiz ateş hattıyken tam da kuzeyimizde bizi sosyal, ekonomik ve siyasi bakımdan derinden etkileyen bir savaş patlak verdi. Bugün Ukrayna halkı Zelenski liderliğinde Batı'ya yaklaşmasının bedelini ölerek, şehirleri yıkılarak, göç ederek ödüyor. Bu bedel, Ruslar tarafından Ukrayna'ya ilk defa ödettirilmiyor. Kırım'ın ilhakı ve Donbas bölgesindeki Rus hakimiyetiyle onlar zaten bu bedeli ödemeye başlamışlardı. İnsan şaşıyor. Nasıl bir devlet aklı ki Rusya'nın eski bir toprağıyken böyle bir savaşa hem Batı'ya yanaşıp hem de bu kadar hazırlıksız yakalanabiliyor. Belki de Ukraynalılar savaş vuku bulana kadar Rusların kendisine saldırabileceğine bile inanmıyorlardı.

Sahte alkışa inanmak

Bu durumun iki açıklaması olabilir: Ya Zelenski başkan olduğunda da medya dünyasında yaptığı şovlardan birisine devam ediyor ya da Batı'ya, Batı'nın sözlerine hala sonsuz bir güven içinde. Hala onların kendisine ve halkına yardım edeceğine inanıyor ve Batı bütün görevlilerini Ukrayna Savaşı patlamadan önce çoktan ülkesinden çekmişken hala her konuşmasının akabinde Batılıların sahte alkışlarına inanacak kadar saf.

Bana göre bu olay bize iki şeyi öğretmeli: Batılıların hiçbir sözüne güven olmayacağını ve bölgede güçlü bir devlet olmamızın gerekliliğini. Yüzyıl değişmiş olabilir, iki büyük dünya savaşı ertesi kısa bir barış (ancak aynı zamanda terör) döneminde yaşıyor olabiliriz ama barış dönemine olan inanç insan doğasının yalnızca savaşçı yanının görmezden gelinmesidir. İnsan doğasının tamamen ahlaki ve barışçıl olduğunu varsaymak bütün bir insanlık tarihini çöpe atmaktır. Batı tarihine biraz göz gezdirmek Batılıların duruşlarındaki en önemli temelin moral değil, hala "çıkar" olduğunu anlamayı kolaylıkla sağlar. İtalyan düşünür Machiavelli'den beri Batı politikası şu temel üzerine yükselir: Macht politik (güç politikaları) ve çıkar. Batı'nın İkinci Dünya Savaşı sonrası Almanya ile ilgili tasarrufuna baktığımızda bu durumun neden böyle olduğunu kolaylıkla anlayabiliriz.

İkinci Dünya Savaşı sonrası Müttefikler savaş suçları nedeniyle Almanya'yı cezalandırdı, hatta savaşın ertesi Almanlara zorla yeni bir anayasayı dayattılar. Yeni bir anayasa dayatmakla kalmadılar Almanya'nın Doğu Almanya ve Batı Almanya olarak bölünmesine de seyirci kaldılar. Doğu Almanya Sovyetler Birliği egemenliğine girdi, ardından Berlin Duvarı inşa edildi ve siyasi rejim olarak sosyalizmi benimsedi. Batı Almanya ise duvarın öte yanında müttefiklerin hakimiyetinde kapitalist bir sistemle yoluna devam etti. Başlangıçta Batı Almanya da müttefikler tarafından yapılan paylaşımda birkaç bölgeye ayrılmıştı. ABD ve İngilizlerin Almanya'da işgal ettikleri iki bölge vardı. Buna ilaveten Fransa'nın hakimiyetinde olan bir bölgeden daha söz edebiliriz. 1945'ten 1949'a kadar müttefikler tarafından bu işgal devam etti. Ancak ne oldu da Almanya'nın bu bölgelerini müttefikler birden birleştirmeye ve idareyi temsili de olsa Almanların kendisine bırakmaya karar verdiler? Cevap oldukça basittir: Çıkarları öyle gerektirdiği için. Fransız ve İngilizlerin tekrar savaş ve ırkçılığın hortlama tehlikesi nedeniyle elbette birleşik bir Almanya işlerine gelmezdi.

Demir Perde

Öte yandan Demir Perde örülmüştü ve Sovyetlerin işgal ettikleri bölge üzerindeki ezici hakimiyeti gün geçtikçe artıyordu. Rusların yalnızca askeri değil, ideolojik olarak da daha Batı'ya yayılmayacağının hiçbir garantisi yoktu. En azından Almanya'da müttefikler tarafından işgal edilen bölgelerin ekonomik olarak birleştirilmesi şarttı. Bu birleşmeyle gelecekteki Almanya'nın da temeli atılmış oluyordu. 1948 yılında Hollanda, Belçika, Lüksemburg gibi ülkelerle diğer müttefikler bir araya geldiler ve yaptıkları müzakereyle yönetimi Almanya'ya devrettiler. Müttefiklerin görüş alanında artık önceden bir tehdit olarak gördükleri Nasyonal Sosyalizm yoktu. Onların şimdiki düşmanı etkisini gün geçtikçe arttıran komünizmdi. Müttefiklerin kapitalist sistemlerine karşı olan komünizmle savaşabilmeleri Almanya'nın yeniden bütünleşik ve kendine yeter güçte bir devlet olmasına bağlıydı. Görüldüğü üzere, Batı uluslararası politikalarda ilkelerden, uluslararası hukuktan, moralden hareketle kararlar almaz. Kendi çıkarları neyi talep ediyorsa o yönde hareket eder. Rusya'nın Batı'yı sıkıştırması ilk kez değildir, tarihte Rus çarlarının sıcak denizlere açılma hedefinden Avrupalılar hep ürkmüşlerdir. Bu yüzden Rus tehdidi belirdiğinde Osmanlı İmparatorluğu'nu destekleyici politikalar gütmeyi tercih etmişlerdir. 1948'de Sovyetler Birliği Batı'ya giden kara ve demiryolu bağlantılarını kapatmış, nehirlerdeki taşımacılık faaliyetlerini durdurmuş ve Batı Berlin'e verdikleri elektriği kesmiştir. Batı Rusya'ya enerji bakımından eskiden beri bağımlıdır.

Amerikalı bir politikacıydı sanırım, cümle cümle alıntılamış olmasam da hatırımda kaldığı kadarıyla politikayı şöyle tarif ediyor: "Politika hiç ummadığınız kişilerle yatağa girme sanatıdır." Bu tarife en çok uyan fail herhalde Batı güçleridir.

Osmanlı düşünür ve devlet adamı Said Halim Paşa, "Birinci Cihan Harbi'ne nasıl ve neden girdik?" başlığıyla kaleme aldığı yazısında, Türkiye ile ittifak etmeleri savaşın daha kolay kazanılmasını sağlayacağı halde İtilaf devletlerinin niçin böyle bir ittifaka girmediklerini şöyle açıklar: "İtilaf Devletleri, bizimle bir ittifaka girmiyorlardı. Çünkü böyle bir anlaşma, onların gizli maksatlarına aykırı düşmekte idi. Bu devletler, harbin sonunda "Hasta Adam"ın hayatına son vermek ve onun mirasını paylaşmak istiyorlardı. Bu muharebede İtilaf Devletleri'nin esas gayelerinden biri de bu idi... Tehlikeyi yakından duyan ve anlayan Türkiye'ye, İtilaf Devletleri, 'tamamen tarafsız kaldığı takdirde, istiklaline ve toprak bütünlüğüne kefil olacaklarından' fazla bir vaatte bulunmamışlardır." (Said Halim Paşa, Buhranlarımız ve Son Eserleri, İz Yayıncılık, İstanbul, 2015, s.270)

Batılı devletlerin, Rus-Ukrayna Savaşı'nda yaptırımda bulunmaktan öteye gitmemelerinin nedenini de varın siz düşünün. Yardım edebilecekken, etmemenin ardındaki gizli emel nedir?

Batı'dan medet ummak

Ülkemizde Batı'dan medet uman, her fırsatta onunla işbirliğine girmeye can atan, kendi iç demokratikleşmemizi Batılı güçlere bağlayan hatırı sayılır bir kitle var. İşin kötüsü, bu düşünceyi ve bağlılığı geniş, geleneksel halk kitlelerinden daha fazla aydın ya da elit kesim diyebileceğimiz, topluma öncülük etmesi beklenen toplumsal sınıflar taşıyor. Medyada, barolarda, meslek gruplarında, sağlık sektöründe, sanat camiasında, akademide ve başka yerlerde minik minik Batıcı Zelenskiler cirit atıyorlar. Bu Batılılaşmış kafa kendi geleneksel halkından nefret ediyor ve her fırsatta onu aşağılıyor. Bunun en önemli sebeplerinden birisi Batı'nın bugüne kadar sömürü ya da başka yollarla elde etmiş olduğu maddi refahtır. Batı milletlerinin maddi refah bakımından üstünlüğünün, onların sosyal ve siyasal bakımdan da üstünlüğüne eş değer ve maddi refahın bu üstünlükle mümkün olduğu aydınlarımızın temel inancıdır. Halbuki bu bir mitten başka bir şey değildir. Maddi refah moral bakımdan da üstün olmayı garanti etmez. Neticede Ukrayna hadisesi bize Batı'nın asıl yüzünü bir kere daha çok iyi göstermiştir. Batı maddi refah bakımından diğer milletlere üstünlük sağlasa da moral ve sosyal bakımdan onların çok ama çok gerisindedir. Kendisinden gördüklerini bile Nato'ya alma, onları olağan üstü bir durumda askeri olarak yardım etme yalanıyla kandırmaktadır.

Bir an için düşünelim: Yukarıda sözü edilen Batıcı kafaların idealleri ve hayalleri ülkemizde tam anlamıyla gerçekleşseydi acaba ne olurdu? Gerçekten kendimiz olarak kalabilir miydik? İşin kötüsü, bizler mükemmel Hristiyanlar olabilir miydik?

Bugün bize düşen şey uluslararası ilişkileri güç/iktidar ilişkileri perspektifinden kavramaktır. Elbette halklar arasında dostluk ve kardeşlik bakidir ancak devletler arası politik dostluk bir anda düşmanlığa, düşmanlık da koşullar gerektirdiğinde dostluğa dönüşebilir. Dış politika değişkendir. Bununla birlikte Batı'ya olan hayranlık kadar Batı'ya karşı nefret de gerçekleri görmeyi engeller. Batı medeniyetini tanıyıp ondan faydalanmayı engelleyen bir nefretin bize hiçbir faydası olmaz. Atalarımızın Batı'dan gelen kökleri tarihsel olarak nasıl kullandıklarını, faydaya dönüştürdüklerini ve böylece büyük bir medeniyeti inşa ettiklerini görmezden gelemeyiz. Bu elbette ucuz bir taklitçilik değil, alınan ilhamla yeniyi yaratmaktır. Nihayetinde varmak istedikleri hedefi tam olarak bilmeyenler geride kalmaya mahkumdurlar.

[email protected]