Habermas bu sefer de Avrupa'yı kurtarabilir mi?

Prof. Dr. Bünyamin Bezci / Sakarya Üniversitesi
2.05.2020

Habermas kaleyi yıkmak, Avrupa fikrini evrenselleştirmek isteyenlerdendi. Göç ve ekonomik krizden sonra virüsle son darbesini de alarak dağılan politik etik onun çabasını boşa çıkarabilir.


Habermas bu sefer de Avrupa'yı kurtarabilir mi?

Avrupa demokrasilerini teknolojik değişimle gelen dijitalleşme uzun süredir zaten tehdit etmekteydi. Çin’in başını çektiği ve “dijital vatandaşlığa” varan yeni yönetsel kapasitelerin artırımına Avrupa demokrasileri hep mesafeli durmuştu. Virüs gibi bir bela ile politik olanın hızı yavaşlamasaydı bugün Çin’in ülkeyi donattığı kameralar ve herkesin eline tutuşturduğu cep telefonları üzerinden vatandaşlarına puan yazdığı, düşük puan alanların belki üniversiteye bile başvuramadığı hatta çocuk sahibi olmasına izin verilmediği bir dünyaya doğru yol almaktaydık. Avrupa demokrasileri için kabullenmesi zor bir toplumsal felaket olurdu. Ama Avrupa demokrasileri için bundan daha yakın tehdit göç ve göçle birlikte gelen toplumsal parçalanmanın artmasıydı. İngiltere’yi Kıta Avrupa’sından ayıracak kadar korkutucuydu göçle gelen kontrolsüz yabancılar.

Almanya için sorun değil

İtalya ve Yunanistan gibi göç yollarındaki geçiş ülkeleri kendilerini aldatılmış ve yalnız bırakılmış hissederken ne Orta Avrupa’nın ne de Kuzey Avrupa’nın küçük ülkeleri göçle gelen sorumlulukları paylaşmak istediler. Oysa gelenler kontrol edildiğinde ve nitelikleri artırıldığında çekirdek Avrupa ve özellikle Almanya için o kadar da sorun değildi. Hatta daha yakın zamanda Almanya kendini yeniden göç ülkesi olarak tanımlamış ve yeni gelecek olanlar için hangi alanlarda ihtiyaç olduğuna dair bir politika da geliştirmişti. Uzun zamandır biriktirdiği entegrasyon tecrübesinin işe yarayacağı umuduyla zaten mecbur olduğu yeni göçmenleri kabule hazırdı.

Avrupa fikrinin yaşayan temsilcisi ve yılmaz savunucusu Habermas, ileri yaşına rağmen nasıl birarada yaşanacağını geçen kasımda piyasaya sürülen bin 700 sayfalık yeni kitabında “postsekülerizm” kavramı üzerinden göstermişti. Avrupa fikri için aydınlanmacı hakikat iddiasından vazgeçmeden çoğu mecburen Müslüman olan yeni göçmenlerin nasıl entegre edileceğinin düşünsel altyapısı da hazırdı.

Postseküler hayat

Dini olanın da seyreltirilerek içine dahil olduğu bir postseküler hayat Avrupa fikrinin ve demokrasilerinin de kurtuluşu olacaktı. Bu nedenle Alman İslamı, Fransız İslamı gibi kavramlar köpürtülmüştü. Fakat küçük bir virüs bir anda toplumsal dengeleri altüst etti. İronik olan virüs de modern Avrupa insanı gibi mümkün olan en uzun süre sadece kendisi için konforlu yaşam imkanları yaratmaya ve yerleştiği dünyayı sömürmeye eğilimliydi.

Virüsün yarattığı toplumsal şok, kapitalist düşüncenin sınırlarını fark ettiği halde hayal kırıklığı ile kendini konfora vuran Zizek’i oldukça heyecanlandırmıştı. Komünizm zamanı gelmişti, onun komünizmden kastı zaten yapısal olarak dayanışma gereğinden fazla bir şey de değildi. İşte virüsün yarattığı toplumsal mesafeler ancak dayanışma ile aşılabilecekti. Bir nevi sınıfsız topyekün devrimi tetikleyen Marx’ın söylediği gibi artık kapitalist yabancılaşma değil sosyal mesafe olacaktı. Zizek uzun süredir yokluğunu çektiği susuzluktan dolayı sanki düşünsel seraplar görür gibiydi. Avrupa’nın pesimist düşünürü Agamben için bu kadar iyimserlik fazlaydı. Schmitt’ten uyarladığı olağanüstü hal kavramını sıradanlaştıran Agamben’e göre bizi bekleyen yeni normaldi. Virüsün yarattığı toplumsal olağan üstü hal yeni toplumsal, siyasal ve ekonomik dengeler oluşturacak ve yeni denge olağanlaşacaktı.

Agamben’in korkusu

Avrupa’yı göçmenlerden sonra yeni homo sacer’ler olarak virüslüler sarmıştı. Yani aşkınla bağını kaybettiği için kurban bile edilemeyen ama öldürülebilen çıplak insanlar. Agamben’in korkusu devletlerin ilan ettiği olağanüstü halin kalıcı olması ve insan hayatının değerini yitirmesiydi. Ama çıkış noktası ancak normal bir grip kadar etkili virüsün abartıldığı olunca kanser tedavisi için kemoterapi almaya yanaşmayan bilim karşıtı basit bir pesimist olarak alay konusu oldu. Oysa sorusu anlamlı ve önemliydi; nasıl oldu da hastalık karşısında politik ve etik olarak çöktük? Cüzzamlılara sarılan Katolik inayetten sosyal mesafeyi koruyan kapitalist bireyciliğe savrulma nasıl gerçekleşti?

Siyaset felsefesinin gündelik hayatı yakalayan adamı Koreli Alman Byung-Chul Han, nihayetinde aydınlanma aklına bağlılığını teyit etse de Agamben’in korkularını dijital Asya’nın avantajları olarak formüle ederek bizi sanki gizliden otoriteye boyun eğmeye çağırmaktadır. Virüsün bizi dayanışmaya değil tecride sürüklediğini iddia eden Han, Zizek’in iyemserliğine hiç katılmamaktadır. Karmaşa halinin Çin’in dijital polis devletini pazarlamasına elverişliği bir politik ortam hazırladığından korkan Han, aklın virüsü aşacağına inancını yitirmediğini söylemektedir. Aslında Trump’ın Çin’i suçlayan popülist çıkışlarından sonra gelecek Avrupa aklının hukuki yaptırım inadı Çin için bıktırıcı bir sürecinin başlangıcı gibi durmaktadır. Şimdiye kadar ekonomik ve politik hamlelerle tehlikeleri savuşturan Çin’in hukuk aklına karşı nasıl bir performans göstereceğini de göreceğiz.

Virüsle gelen büyük kapatılmayı Foucault’nun disiplin toplumu üzerinden analizi çekici olsa da biyopolitikanın virüs gibi ölümü değil yaşamı örgütlediği düşünüldüğünde bize çok şey söylememektedir. Ölümlerdeki seçimin faydacıların etik anlayışına bırakılmaması uyarısında bulunan Habermas’ı ise Avrupa’da pek duyan olmadı. Farklı ülkelerde kimlerin solunum cihazlarından öncelikli olarak yararlanacağının kriterleri bildik soğuk faydacı etik ilkeler gereği belirlendi. Tıp etiğinin Kantyen ödev olarak iyi olanı hedefleme anlayışının politik irade ile çerçevelenmesi zor olmadı, itirazlar da yükselmedi. Yükselen itirazlar ise daha ziyade devletin yaptırımlarından dolayı bireysel hakların sınırlanmasına karşıydı ve yine kapitalist bencillik kokuyordu.

Derrida’nın Pharmakon’u gibi ilacı da zehiri de içeren virüs sonrası dünyanın, krizle gelen fırsatların dünyası olması mümkün olsa da yeni normalin sıkıntıları da kısa sürmeyecektir. Ekonomik olarak bakıldığında ilk elden hareketliliğin azalacağı, tedarik zincirlerinin pahalılaşacağı ve zorlaşacağı, tüketimin azalacağı bir dünya daha olası ise toplumsal sıkıntılar da artacaktır. 2008 krizi sonrası zaten başlayan güvenlik politikalarının öne çıkması, hakların askıya alınması ve daha otoriter yapıların normalleşmesi süreci Avrupa insanını daha da zorlayacak gibi görünmektedir. Habermas’ın ancak norm-al hallerde işleyecek olan öznelerarası iletişimsel akla dayalı kurgulanmış tartışımcı demokrasi anlayışının olağanüstü halden Avrupa’yı çıkarmakta ne kadar başarılı olacağını gözlemleme fırsatımız olacaktır. Şimdilik Merkel’in temkinli bürokratik-ekonomik aklının kriz yönetimi anlamında başarılı göründüğü Avrupa’da yükselen toplumsal huzursuzlukların kontrolü yeni bir politik meşruiyet zeminini zorlayabilir. Avrupa medeniyeti Agamben’in çıplak insanının yani kutsallıktan sıyrılmış ve öldürülse bile suç işlenmeyen insanın kemikleri üzerine yükselmekteydi. Avrupamerkezci elitizm karşısında viral ölümlerle eşitlenen dünyada doğaya hakimiyet iddiamızın beyhudeliği krizin geçici olup olmamasına bağlı olarak ortaya çıkacaktır.

Henüz daha bir volkan patlamasının, depremin ya da yayılan bulaşıcı hastalıkların ancak insan tarafından acımasız bir şiddet olarak tanımlandığının farkına varmış değiliz. Bilimin hijyenik dünyası uzun zamandır ölümle bizi karşılaştırmıyordu. Ölüm üzerine düşünmekten vazgeçmiş ve hayatının nasıl örgütlenebileceğini tartışıp duruyorduk. Şimdilerde yine bizi sakinleştirenin bilim olduğunu zannediyoruz. Tıp bilimleri salgını durduracak ve sosyal bilimler de bizi teskin edecek diye umut ediyoruz. Nihayetinde ekonomik bilim de hayatımızı yeniden yapılandıracak diye bekliyoruz. Avrupa aydınlanmasının iyimser akılcılığı iliklerimize kadar işlediğinden kaderimiz de pazarımız da aslında Avrupa’ya bağlıdır. Bu bağlılığı itiraf edebilsek iki yolumuz olacaktır; ya krizi aşmak için bilime sığınarak Avrupa’nın yolundan yürüyeceğiz ya da bunu fırsat bilip kendi yolumuzu inşa edeceğiz. İnsanları ürküten eşcinsellik tartışması da karar anında duruşumuzun işareti olarak görülebilir.

Avrupa’nın kale duvarları

Avrupa karşısında kaybeden Türkiye, sınır taşlarını da kendi kendini oryantalize ederek kendisi sökmüştü. Sınır taşlarının sökümü içerideki düşmanlıklarımızı artırmaktan başka bir işe yaramadığını yenişemeyen taraflardan anlamak zor değildir. Dahası zamanla fark ettik ki sınır taşlarını sadece biz sökmüşüz, Avrupa’nın taşları görünmez olsa da sağlam ve ayakta duruyor. Virüsün Avrupa kalesini dayanışmacı kılarak dışa açacağını düşünmek Zizek’in komünizmine inanmak kadar romantik, muhtemelen kale duvarları sağlamlaştırılacaktır. Bir zamanlar Çin’in barutu ortaçağ kalelerini yıkmıştı, şimdilerde de Çin’in dijital polis devleti yıkılan kaleleri yeniden onarabilir. Bu ise Avrupa değerler sisteminin çöküşü demektir. Uzun zamandır aşırı sağ milliyetçilerin baskısı ile evrensellik iddiasından zaten vazgeçen aydınlanmacı modernite kale içine hapsolduğunda anlamını da koruyamayacaktır. Habermas kaleyi yıkmak, Avrupa fikrini evrenselleştirmek isteyenlerdendi. Göç ve ekonomik krizden sonra virüsle son darbesini de alarak dağılan politik etik onun çabasını boşa çıkarabilir.

 

[email protected]