Hz. Âdem’in iki oğlu Habil ve Kabil, Tanrı’nın kendilerinden armağan istemesi üzerine, O’na armağan verirler. Hediye olarak bitki sunan Kabil, yerleşik toplumların atası gibidir. Hediye olarak hayvan kurban eden Habil çoban-göçebe toplumların atası gibidir.
TAHİR GÜROĞLU/Yazar
Tarihin muhtelif dönemlerinde, insan toplumlarında, insan kurban etme ayinleri görülür. Bunu, insanlığın ‘ilahî olandan’ uzaklaşmasının, uç noktadaki tezahürlerinden biri olarak görmek mümkündür. Bu ‘ilahî olandan’ uzaklaşmanın insanlığı nerelere götürebileceğini bize anlatması bakımından, özellikle önemlidir. Hz. İbrahim ve Hz. İsmail kıssası bize bu - çeşitli yorumlarıyla beraber- ‘insan kurban etme’ eyleminin olmazlığını, yasaklanmasını anlatır.
Eski çağlarda insan kurban edilmesi, bir nevi temizlenme ve sihir vasıtasıdır. Ailenin ilk çocuğu Tanrı’ya aitti ve ona kurban edilmesi gerekiyordu. Mısırlılar köpek başlı olarak tasvir ettikleri insanlara Âni diyorlar ve onları Ay Tanrısı’na kurban olarak sunuyorlardı. Fenikelilerin inancına göre tanrılar her şeyin ilkini isterler, ilk doğan erkek çocuğun istenmesi de buradan kaynaklanmaktadır. İnsan kurbanının önlenmesi ilk dönemlerde çok zor olur. Mısır ve Atina’da belli törenlerle insanlar da kurban edilmektedir. İran imparatoru I. Dârâ, Kartacalılar’a insan kurban etmelerini yasaklar.
Eski Mezopotamya kültürlerinde Fenikelilerde, bazı Kızılderili topluluklarda, eski Yunan kültüründe, Doğu Afrika yerlilerinde ve eski Ruslarda görülmüş olan çocuk kurbanları dikkat çekicidir. İlk çocuk tanrının hakkı sayılıp boğazlanarak kanındaki enerji sunulur. İnka kültüründe ise güneş tanrısı Uirakoşa’nın kanla beslendiğine inanılır. Mircea Eliade Anadolu’da özellikle tarihî devirlerde, mesela ilk çağlarda hasat mevsimi dolayısıyla icra edilen insan kurbanı ve kafa kesme ayinlerine örnek olarak Frigyalılar’ı gösterir. Yüzyıllar önce hasat zamanında insanları, başlarını kesmek suretiyle kurban ettiklerini, hatta elde mevcut delillere göre, o zamanlar bu âdetin Doğu Akdeniz’in her tarafında yaygın olduğunu kaydetmektedir.
Niçin kurban ederiz?
Cahiliye dönemi Araplarında da, insan kurbanı âdetinin devam ettiği kaydedilmektedir. Cahiliye devrinde Arapların, Sabah Yıldızı’na daha doğmadan büyük bir acele ile insan ve beyaz deve kurban ettikleri söylenmektedir. Yine önemli putlardan Uzza’ya, erkek ve kız çocuklarının ve esirlerin de kurban edildikleri ileri sürülmektedir. Hz. Peygamber’in dedesi Hz. Abdülmuttalib, Zemzem kuyusunun kazılması sırasında Kureyşlilerin kendisine çıkarttıkları zorluklar sebebiyle, eğer on tane oğlu olursa ve bunlar kendilerini koruyacak yaşa gelirlerse içlerinden birisini Kâbe’nin yanında Allah için kurban etmeyi adar. Burada Zemzem’in Hz. Hacer ve Hz. İsmail ile irtibatını da, hatırlamak gerekir. Abdülmuttalib’in isteği gerçekleşince, adağını yerine getirmek ister. Oğulları arasında çektiği kura, Abdullah’a çıkar. Ancak bunun âdet haline gelmesinden çekinen Kureyşliler, engel olurlar. Bunun üzerine Abdülmuttalib kâhin denilen ama bir bilge olduğu da düşünülebilecek, bir kadına müracaat eder. Kadın: Bana ilham geldi, sizde kan bedeli nedir, diye sorar. On deve olduğunu söylerler. “Memleketinize dönün ve kurban edeceğiniz adamı bir tarafa, on deveyi de bir tarafa koyun ve aralarında kura çekin. Ok adamın aleyhine çıkarsa, on deve daha ekleyin ve tekrar kura çekin. Fal develere çıkıncaya kadar develeri artırın. Develeri kurban edip adamı salıverin” der. 100 deveye varıncaya kadar oklar Abdullah’ı gösterir. Daha sonra fal (kura) develere çıkar ve kefaret olarak bu 100 deve kurban edilir.
İşte bu, yani insan kurbanının olmazlığının, Hz. İbrahim ve Hz. İsmail’den sonra ikinci defa, teyidi ve tekidi, peygamberimizin dedesi ve babası, Hz. Abdülmuttalib ve Hz. Abdullah üzerinden olur. Bu ve başka sebeplerden, peygamberimizin dedesi ve babası ve validelerini, pagan inançları çerçevesinde değerlendirmek, doğru olmayacaktır. Arapçada gerek maddî gerekse mânevi her türlü yakınlığı ifade eden kurban kelimesi, özel olarak da Allah’a yakınlık sağlamak, yani ibadet amacıyla belli vakitte belirli cinsten hayvanları kesmeyi ve bu amaçla kesilen hayvanı ifade eder. Kurban bütün dinlerin ana temalarından biridir. Latince kökenli Batı dillerinde kurban karşılığı kullanılan sacriflce kökünde “kutsamak, bir nesnenin tanrıya sunularak kutsal hale getirilmesi”, offering de tanrıya hediye sunma, takdim, anlamını taşır. Eski Ahid’de kurban karşılığında, bağış ve vergi manasındaki minha, yaklaştıran şey anlamında gorban ve “kutsal kan dökme”yi ifade eden zebah kelimeleri kullanılır. Çeşitli dillerde bu kavramı ifade için kullanılan kelimelerin imlediği kök anlamlarının ortak olması da bu ibadetin/ritüelin aslî köküne bakmamızı gerekli kılmaktadır.
Mitolojik dönemdeki kurban eylemini M. Eliade şöyle açıklar: “Mitolojik dönemdeki inşa ayinlerinin altında yatan teori şuna denk gelmektedir; ‘Canlandırılmadığı’, bir kurban verilerek ona ‘can’ bahşedilmediği takdirde hiç bir şey süremez; inşa ayininin prototipi dünyanın kuruluşu sırasında gerçekleşen kurban kesme eylemidir. Öyle ki, kimi arkaik kozmogonilerde dünya, kaosu simgeleyen bir ilk canavarın (Tiamat) veya bir kozmik devin (Ymir, Pan-Ku, Puruşa) kurban edilmesiyle varoluş kazanır.” Bu önemlidir, çünkü kurbanın gayelerinden biri, dengesizliklerin, felaketlerin, kaosun önüne geçme isteği/talebidir. Hz. Âdem’in iki oğlu Habil ve Kabil, Tanrı’nın kendilerinden armağan istemesi üzerine, O’na armağan verirler. Hediye olarak bitki sunan Kabil, yerleşik toplumların atası gibidir. Hediye olarak hayvan kurban eden Habil çoban-göçebe toplumların atası gibidir. Bitki kurbanı günümüze değin görülür. Doğu Afrika’daki Britanya Nandi’lerinde ailedeki kadınlar bir sepet yeni buğday toplayıp tavanda kuruturlar. Aile reisi elinde bir miktar buğday tutarak sıhhat, kuvvet, süt vb. için dua eder. Batı Afrika’daki Ewes’lerde yeni mahsul önce “Agbasia”ya takdim edildikten sonra ziyafette yenir. Kongo kabilelerinde mısır, fasulye vb. ilk mahsullerinin bir kısmı doğan güneşe atılır, diğer kısmı ise “ilelebet bunu yiyeceğiz” denerek yenir. Musquakie yerlileri, yeşil buğday dansında, bereketin çoğalması için, Manitou’ya buğday yakma takdimesinde bulunurlar. New Caledonia’da özel çanaklar içerisinde pişirilen ilk mahsul, reis veya bir ihtiyarın her sene iyi mahsul için dua etmesinden sonra yenir. Amerika’nın birçok yerli kabilesinde yeni mahsul törenle ve genellikle önceden oruç tutulduktan veya kusturucu bir ilaç alındıktan sonra yenir.
Vazgeçtiğin senindir!
Ancak, herhalde en güzeli daima yolda olmak olmalıdır. Kitab-ı Mukaddes’teki sembolizmde, Kabil her şeyden önce bir ziraatçı olarak, Habil ise bir çoban olarak sunulmaktadır. Dolayısıyla bunlar, şu andaki insanlığın asıllarından itibaren ya da en azından insanlık içinde ilk farklılaşma meydana geldiği andan itibaren mevcut olan iki halk tipidir. Kendilerini toprak kültürüne bağlamış olan yerleşik insanlar ve kendilerini hayvan yetiştirmeye adamış olan göçebeler. Rene Guenon’nun yorumundan öğrendiğimiz kadarıyla, zamanla temsil edilen sıkıştırma ilkesi ve mekânla temsil edilen yayılma ilkesi, göçebe olmak ve yerleşik olmakla irtibatlıdır. Bu iki ilkenin her biri hem zaman içinde hem mekân içinde hem de her şey içinde birlikte gözükür. Şu da bir gerçektir ki, sıkıştırma ilkesi zaman şartı içinde kendini gösterirken, yayılma ilkesi de mekân şartı içinde kendini göstermektedir. Oysa zaman mekânı aşındırmaktadır, deyim yerindeyse, böylece zaman ‘yiyip bitirici’ işlevini yerine getirmektedir. Aynı şekilde, çağlar boyunca, yerleşik toplumlar da göçebe toplumları yavaş yavaş kendi içinde eritip yiyip bitirmiştir: İşte, Habil’in Kabil tarafından öldürülmesi olayının sosyal ve tarihsel bir anlamı da budur.
Hz. Âdem’in iki oğlunun hikâyesi, Habil ve Kabil kıssası, diğer birçok hikmetinin yanı sıra, insanlık tarihinin sembolik bir anlatımıdır. İnsanlığın en temel bölümlenmesi, göçebeler ile yerleşik olanlar arasındaki ayırımdır. Allah’ü Teâlâ’ya hediye olarak bitki sunan Kabil, yerleşik toplumların atası gibidir. Hediye olarak hayvan kurban eden Habil çoban-göçebe toplumların atası gibidir. Habil’in daha fedakâr oluşu ve onun armağanının kabulü, göçebe olanların, yani “yolda” olanların, yani “Allah yolunda” olanların, Allah indinde makbul olduğu şeklinde de anlaşılabilir. Kısa da olsa, orta Asya Turani geleneğinin, özellikle Türklerin, tarih içinde oynadıkları pozitif rolün, göçebelikle irtibatına işaret etmek yerinde olur. Toprağa bağımlı olmamak, fütuhat neticesi elde edilen yerlerde başkalarının varolma hakkını ve adaletle hükmetmeyi sağlamış olmalıdır. İslam’ın tasavvufi yönüne bağlanmayı/geliştirmeyi, sağlamış olmalıdır. Ve burada Orta-Asya’dan Anadolu’ya, ozan âşık abdal geleneğinin son temsilcilerinden, merhum Neşet Ertaş’ın da, bu göçebeliğin pozitif yönüyle irtibatlı olduğunu söylemek, çok konu harici değildir.
Nihayet burada söylenmesi gereken “Allah yolunda” olanların nefis terbiyesi yoluyla, ‘ego’larının tahakkümünden kurtulduklarıdır. “Yolda” olmak da, böylelikle mümkündür. Burada Hz. İsmail’in yerine kurban edilen ‘Koç’u, aynı zamanda burçlar kuşağının ilki olan koç burcu ile irtibatlı düşünmek, herhalde ilgisiz değildir. Koç Burcu’nun öncelikle egoyu, benliği ifade ettiğini de birlikte düşünmek gerekir. Belki de buradan, göçebe olanların, yani “yolda” olanların, yani “Allah yolunda” olanların, zâhiri olarak koç kurban ederek, bâtıni olarak da, nefis terbiyesi yoluyla, egolarının tahakkümünden kurtularak, Allah indinde makbul olduklarını anlamak, manadan çok uzak bir yorum olmamalıdır.