Hafızalara kazınan eski Türkiye

Muharrem Coşkun/GAZETECİ-YAZAR
23.05.2015

Geçtiğimiz günlerde Zaman gazetesinin manşetini süsleyen, ‘Türkiye 1930’lu yılların tek parti döneminden daha kötü’ ifadesi, 1925-1950 arası yaşayanlarda nasıl duygu oluştururdu bilmiyorum, fakat, o dönemi az çok okuyan birisi olarak, Zaman’ın manşetinde övgüye değer görülen dönemden akılda kalan bazı zulümleri hatırlatma gereği hâsıl oldu. Malum; Hafıza-i beşer nisyan ile maluldür. Said Nursi başta olmak üzere binlerce âlimin o dönemde yaşadığı çile, idamlar, suikastlar, işkenceler, Türkçe Ezan ve dine müdahaleler bir anda unutulmuştu sanki. İşte yeni başlayanlar için bir ‘Eski Türkiye’ yolculuğu.


Hafızalara kazınan eski Türkiye
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ‘Yeni Türkiye’ vurgusuna itiraz edenler, hak ve özgürlüklerde, demokrasi ve insan haklarında atılan adımları küfran-ı nimetle yad etseler de, Türkiye’nin eski Türkiye olmadığını, hakikati görme yeteneğini kaybetmemiş herkes teslim edecektir. Türkiye’de CHP’li tek partili yıllarda yaşananları bugün etrafınızda bulunan yaşlılara sorsanız bile hala dinleyebilirsiniz. Kur’an cüzlerinin nasıl suç sayıldığını, ahırlarda Kur’an eğitimi yapılırken kapıya nöbetçi dikildiği günleri, halk müziği seslendirdiği ya da dinlediği için soruşturma geçirenleri, Cem ayininde jandarma baskınına maruz kalan Bektaşileri, İskilipli Atıf’ın idamını, Sabahattin Ali’nin hapis yılları ve korkunç infazını, Şeyh Said ve Seyid Rıza’nın darağacına gönderilişini...
 
Fethullah Gülen ve cemaatinin sesi Zaman Gazetesi AK Parti’li Türkiye’yi, ‘28 Şubat’tan beter’ ‘1930’lu yıllardan daha vahim’ olarak iki kez manşetine çekti. İlginçtir; ‘Türkiye 1930’lu yıllardan beter’ sözünü de CHP lideri Kılıçdaroğlu’na söyletmişti. CHP liderinin sözleri bir yandan CHP’li yılların’beter yıllar’ olduğunu kabul etmek olarak yorumlansa da, bugünkü Türkiye’nin 1930’lardan daha vahim olduğunu manşetine çeken gazetenin ‘Çile adamı’ olarak anlattıkları Said Nursi’yi dillerinden düşürmeyen cemaate ait olması nasıl yorumlanabilir?
Peki, gerçekten Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da ısrarla vurguladığı ‘Eski Türkiye’ Zaman’ın ifadesiyle gerçekten bugünlerden daha mı iyi idi. Özellikle Zaman’ın manşetinde yer alan “1930’ların Türkiye’sinden daha kötü durumdayız” ifadesi ne kadar gerçekçi? Buyurun birkaç örnekle ‘Eski Türkiye’ yolculuğu yapalım.
 
Yasaklar dönemi
 
Aslında erken Cumhuriyet dönemi ya da 1925 ile 1950 arası yıllar, ne belgesellere sığdırılabilir ne de kitaplarla anlatılabilir. Bu yıllar muhalif tek sesin çıkmadığı çık(a)madığı seneler olarak geçecek, Hüseyin Cahit Yalçın’ın ifadresiyle ‘halk nefes dahi alamayacaktı.’ Mehmed Akif’e ‘İrtica 906’ kodu vererek peşine hafiye takan da, Sebahattin Ali’yi cevazaevine tıkan da, İslamcı Sebilürreşad dergisini kapatan da, Marksistleri susturan da, Dersim’i bombalayan da, şapka giymeyenler için il il darağaçları kuran da, Cem ayinlerine ve Kur’an kurslarına jandarma baskını yaptıran da tek parti zihniyeti değil miydi?
 
Türkiye’de peşine hafiyeler takıldığı için Mısır’a gitmek zorunda kalan Akif, Safahat’ın son aşaması Gölgeler’i kaleme alırken, Türkiye’de sadece dini değil, muhalif her türlü yayına engeller getirilecekti. Örneğin 1934 yılında yayınlanan A. İbrahim’in, “Milli Din Duygusu ve Öz Türk Dini” adlı 90 sayfalık kitabı, Bakanlar Kurulu kararıyla toplatılıp imha edilmişti. Kitabın toplatılmasına gerekçe olarak yazılan raporda ise, “Din merasimi günden güne kıymetini kaybederken, bunları yeni bir şekilde yaşatmanın anlamsızlığı”na dikkat çekilecekti. Türkiye Bibliyografyasına istinaden yapılan tedkike göre, 1930’lu yıllardan sonra, özellikle “İrticayı teşvik” gerekçesiyle toplatılarak imha edilen eserlerin sayısında artış yaşandığı dikkatlerden kaçmayacaktır. 1923- 1938 yılları arasında sadece Bakanlar Kurulu kararıyla yasaklanan 144 yayından 125’nin çoğunu da, inkılâplara muhalefet, Takrir- Sükun Kanunu’na muhalefet, din propagandası yapan yayınlar ve Mustafa Kemal’in şahsına karşı yapılan yayınlar oluşturacaktı. Tabii, Bakanlar Kurulu kararı olmadan toplatılan eser sayısı, bu rakamın hayli üstünde olacaktı. Bundan İstiklal Şairi’nin eserleri de nasibini alacak, Akif yurda döndükten sonra da, Safahat için 1936 yılında İçişleri Bakanlığı tarafından ‘İmha edilmesi’ emri dahi çıkarılacaktı. 
 
Susma hakkı da yok
 
Burada daha ileri gidip Mustafa Kemal’in ‘Kız gibi meclis oluşturacağım’ sözüyle, nasıl vekil tayin ettiğini, Şapka devrimi öncesi de, ‘İhtimal bazı kafalar kesilecektir’ ifadesini hatırlatmayacağım. Ebedi Şef ve Milli Şef’in neden hiç miting yapma gereği duymadığını da. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın (TCF) parti programındaki, ‘Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası efkar ve ittihad-ı diniyyeye (dinin birleştiriciliğine) hürmetkardır’ ifadesi Şeyh Said isyanını körükleyen sebep olarak yorumlanacak, Parti çok geçmeden 3 Haziran 1925’te İstiklal Mahkemesi tarafından kapatılacaktı. Öyle ki, 19 Nisan 1925’te Terakkiperver Parti’nin merkezinin basılmasını gazetesinde haber olarak veren Hüseyin Cahit Yalçın da tutuklanacaktı. Mahkeme Başkanı’nın sözleri ise gelinen noktayı anlatması açısından çarpıcıydı. Mahkeme Başkanı, Takrir-i Sükun yasası çıkınca neden bu yasayı övmediğinin hesabını soruyordu Yalçın’a. Hüseyin Cahit Yalçın ise şu cevabı vermişti: “Takrir-i Sükun Kanunu çıkıyor dediler. Elzemmiş. Ben de bunu kabule mecburdum, sustum. Şimdi susuşum bir suç oluyor. Susmak hakkım yok mu benim. Böyle nazik bir dönemde bari bir şey yazmayayım, hükümet rahat etsin dedim. Bununla hizmet ettiğim kanısındaydım. Oysa şimdi bu yüzden sorguya çekiliyorum. Hata ettiğimi görüyorum. Çünkü gazeteyi büsbütün kapatmalı imişim...”
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ‘şah damarımızı kestiler’ dediği, Harf devrimiyle de, bin yıllık kültürümüzle bağlarımız koparılmıştı. Yine Haziran 1927’de yürürlüğe giren 1057 Sayılı Kanunla, Osmanlı devrinde inşa edilmiş ne kadar millî ve resmî bina varsa, bu binalardaki tuğralar, kitabeler ve Osmanlı devlet armaları varsa kazınmış, örtülmüş veya sökülmüştü. Kısaca, mazi ile bağ bırakılmamalıydı. Tekke ve Zaviyeleri yasaklayan kanunla da ülkedeki tüm Müslüman tarikat ve tekkeler kapatılacak, pek çok cami da satılacak ya da samanlık veya ahır haline dönüştürülecekti. Yine Müslümanlar için önemli olan sünnet de bazılarını rahatsız etmiş olacak ki, 1928 yılında Meclis Başkanlığına verilen önergede çocukların sünnet olmasının yasaklanması isteniyordu. Ancak kabul görmeyecekti.
 
‘Tanrı Uludur’
 
Bir ramazan ayı idi. 20 Ocak 1932 tarihinde, Mustafa Kemal Aydın Milletvekili Dr. Reşit Galip ile Antep Milletvekili Kılıç Ali’nin bulunduğu bir mecliste, Hafız Yaşar Okur’a Cuma günü Yerebatan Camii’nde Türkçe Kur’an okuyacağını söyler. Reşit Galip ve Kılıç Ali’yi de bu hadiseyi gazetelere bildirmek ve bizzat Türkçe Kur’an merasimine nezaret etmek üzere görevlendirir... 22 Ocak 1932 tarihinde Yerebatan Camii’ne gelen Hafız Yaşar, Reşit Galip ve Kılıç Ali’nin ikazları üzerine kürsüye çıkar, “Müşfik ve Rahim olan Allah’ın ismiyle” diye başlayarak, Yasin Suresi’nin Türkçesini rast makamıyla okur. 29 Ocak 1932 tarihi ise, Mustafa Kemal’in emriyle, Sultanahmet Camii’nde toplu olarak gerçekleştirilecek Türkçe Kur’an okuma günüdür. Bu günün akşamında, Hafız Yaşar’ı huzuruna çağıran Mustafa Kemal, aynı merasimin Kadir Gecesi Ayasofya Camii’nde yapılması talimatını verir.. Şu anda müze olan Ayasofya Camii’nde, Türkçe Kur’an’ın yanı sıra bir ilke daha imza atılacak, Türkçe tekbirin de bu akşam okunması istenecektir. “Tanrı uludur, Tanrı uludur, Tanrıdan başka tanrı yoktur..Tanrı uludur, Tanrı uludur! Hamd O’na mahsustur.”
 
3 Şubat 1932 tarihinde yani Kadir Gecesinde Ayasofya Camii’nde gerçekleştirilen program Mustafa Kemal’in emriyle radyodan da canlı olarak yayınlanır. Mustafa Kemal ise programı radyodan dinleyecektir.
 
Frakla hutbe
 
Sıra Türkçe hutbeye geldiğinde ise tarihler, 4 Şubat 1932’yi, yani Ramazan ayının son Cuma gününü göstermektedir. Mustafa Kemal, Sadettin Kaynak’a, “Haydi bakalım, Türkçe hutbeyi de Süleymaniye Camii’nde mukabele ile oku! Amma okuyacağını evvela tertib et, bir göreyim” der. Hafız Sadettin Kaynak, minbere çıkmadan önce de Mustafa Kemal’e, “Sarık saracak mıyım” diye sorduğunda şu karşılığı alır: “Kat’iyyen sarık istemem. Sarığı bırak, işte bu gece giymiş olduğun elbise ile başı açık ve fraklı olarak git. Fakat hava soğuktur palto giyebilirsin.” Sadettin Kaynak fraklı, başı açık olarak çıktığı minberde, hutbesini, “Ey ulu Tanrı.” ifadesiyle okumaya başlar.
Halk, Türkçe Kur’an ve Türkçe Tekbir’in şaşkınlığını henüz atamadan Hafız Rıfat tarafından 29 Ocak 1932’de Fatih Camiinde okunan Türkçe ezanla bir kez daha şoke olur.. Bu aynı zamanda, 18 yılı aşkın sürecek olan ilk Türkçe ezandır. Başı açık kravatlı bir şekilde Fatih Camii minaresine çıkan Hafız Rıfat’ın, elinde bulunan kâğıda bakarak yeni ezanı okuması Türkçe ezanı ezberlemediğinin kanıtı gibidir. Türkçe ezana en dikkat çekici tepki Bursa’da meydana gelir. Ezan’ın Türkçe okunmasına tepki gösteren yüzlerce Bursalı Ulu Camii önünde protesto yürüyüşü yapar.
 
Olayların büyümesi üzerine İzmir’e gidecek olan Mustafa Kemal karar değiştirerek, Bursa’ya hareket edecektir.. Mustafa Kemal, henüz hazırlanmış bir kanun bulunmamasına rağmen, Türkçe ezana tepki gösterenlerin cezalandırılacaklarını açıklar. Bursa’da Türkçe Ezan dayatmasını protesto edenlerden 200’ü aşkın kişi Çorum’a gönderilerek orada yargılanır ve birçoğu hapis ya da kürek cezasına çarptırılır. Öyle ki, Arapça ezan okuyanların idam edilebileceğinden bile söz edilmeye başlanmıştır.. Gazetelerse, evkaf idaresinin Türkçe ezan işini sıkı takibe aldığını, Türkçe ezan okumayan müezzinlerin görevine son verileceğini yazmaya başlamıştır. Tekbir ve salaları Türkçeleştirip 6 Mart 1933’te müftülüklere tamim gönderen Diyanet İşleri Reisliği, 4 yıl sonra; 1937 yılına gelindiğinde, cenaze salalarının da tamamen kaldırılmasını emredecektir.
 
Tarih derslerinde durum
 
Yine bu dönemde, ders kitaplarında özellikle de tarih kitaplarında önemli değişiklikler dikkat çekecektir. 1931’de T.T.T. Cemiyeti Tarafından yazılan ve 1941 yılına kadar ortaokul ve liselerde okutulan Tarih kitaplarında, İslam dini ve peygamberi Hz. Muhammed’le ilgili hakarete varan ifadeler kullanılıyordu: “Muhammed 40 yaşına geldiği zaman vatandaşlarını kendisinin bulduğu ve doğru olduğuna inandığı yeni bir dine davete başladı. Muhammed, Mekkelileri 12 yıl, sürekli bu dine davet etmişse de, bu müddet içinde, ancak 150 kadar adama İslamiyet’i kabul ettirebilmiştir. Muhammed’in koyduğu esasların toplu olduğu kitaba Kur’an denir.  Hakikatte peygamberin ilk söylediği Kur’an ayetlerinin ne olduğu kati surette malum değildir. Muhammet başlangıçta doğaçtan dini hitabette bulunan bir vaiz oldu. Muhammed vaizlikten nebiliğe, nebilikten nihayet Allah’ın resulü haline geçti.”
 
Bugün varlığı tartışılan din dersleri ise, 1930’un programında şehir ilkokullarında yalnızca beşinci sınıf öğrencilerine, ebeveynleri isterse, haftada yarım saat verilen bir ders olmuştu. Şehir ilkokullarında isteğe bağlı hale gelen bu ders 1933 yılından itibaren müfredattan tamamen kaldırılacaktı. Dersin köy ilkokullarından kaldırılması 1939, liselerden kaldırılması 1930, öğretmen okullarından kaldırılması ise 1931 yılından sonraydı. Böylece 1939 yılından itibaren din öğretimi tamamen eğitimin dışında bırakılmıştı.
 
İslam’ın beş şartından olan Hac konusunda da fiili bir yasak uygulanıyordu. 1947’lere kadar Türkiye’den hacca resmen izin çıkmamıştı. 1948’de ise döviz yokluğu bahanesiyle hac yine yasaklandı, hacca, ancak 1949’da izin çıkmıştı. Oysa aynı yıllarda Rusya dahi hacılarına yasak koymamıştı. Tek partili yıllardan sonra 1960’lı yılların sonunda, bile umreye giden Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay, kamouyundan gizlemek için ihramlı resimlerini yaktırmak zorunda kalmıştı.