Hak kavramı olmadan hiçbir değer üretilemez

Ali Osman Sezer / Zonguldak Bülent Ecevit Üniversitesi
7.10.2022

Bir inanç sisteminde hak olan, başka bir inanç sisteminde olmayabilir. Bu sistemlerin adalet kavramı da aynı kriterleri taşımaz. Örneğin iki hırsızın çaldıkları malı aralarında bölüşürken adil olup olmadıklarını söylemek mümkün müdür? Makro ölçekte bakacak olursak... Sömürgecilerin sömürdüklerini aralarında paylaşım konusunda koydukları adalet kriteri de adalet kavramını anlamsızlaştıran bir içeriğe dönüşür.


Hak kavramı olmadan hiçbir değer üretilemez

Kavramlar, varlıklar dünyasında elde edilen anlamın dilde ifadesi ve bu anlamla aklın eylemi olan düşünmenin gerçekleşebilmesi ile var olur. Varlıklar dünyasındaki ilişkilerin insanın anlam dünyasında nasıl algılandığına ilişkin temsili bir soyutlama olan dilin, o dili kullanan için temsil ettiği varlıkların anlamına dair bir doğrultu içermesi kaçınılmazdır. Bu durum aklın, nesnesi olarak kullandığı kelimeler ile kurduğu bağlamların kaçınılmaz sonucudur. Doğruluk bu anlamda dilin imkan verdiği anlam doğrultusunda elde edilen akli bir çıkarımdır. Akleden kişinin kullandığı kelimelerle onları hangi bağlamda kullandığı üzerinden doğruluğu tartışmaya açılır. Doğruluk iddiasındaki ifadelerin yer zaman ve kişi bağlamında farklı doğrultuları ortaya çıkar. İnsan ilişkilerinin meydana getiren uzlaşı veya farklılaşmalar da buraya dayanır. Hemen herkes kendi iddiasının doğruluğu üzerinden ona yaslanarak hareket etme eğilimindedir. Bu iddiadan vazgeçmek ise o kadar kolay değildir. Hatta insanlık tarihinin, her kesimin doğruları üzerinden bir anlaşma veya çatışmalar tarihi olarak doğruların öyküsü algısıyla okunması da mümkündür.

Değerler kaynağı

Doğru, aklın ulaştığı bir çıkarımdır. Onun bu özelliği felsefi bir kavram olduğunu, bu yönüyle de bakış açılarına göre değişkenliğini ifade eder. Ancak bu değişkenlik, her bir anlayışın merkezinde bir değişmeyen sabiteye yaslanarak üretilir. Doğruların gerekçesi olarak kendisine yaslanılan ve mutlaklığı ifade eden hak kavramı, başta doğru olmak üzere bütün değerlerin kaynağıdır. O olmadan hiçbir değer varlık bulamaz. Çünkü hak, her şeyin varoluş kaynağı olarak kabul edilen zatın veya iradenin tasdiği (iman) ile elde edilen temel değerdir. Başta doğruluk olmak üzere, yanlış, iyi, kötü, güzel, çirkin gibi temel değerlerin temelinde bu hak ile kurulan mesafeler yer alır. Bu yönüyle insan, hakkı belirleme yetisine sahip değildir ancak tasdik edip iman ettiği hakkı tanır ve bu doğrultuda hayatını bu hakka uygunluk üzerinden kurduğu değerler sistemiyle yaşayarak somutlaştırır.

Makro düzeyde medeniyetlerden mikro düzeyde bireye kadar ortaya çıkan farklılıklar hakkın mahiyetine izafe edilen doğruluk doğrultularında ayrışır. Özünde bu farklılık, insan ilişkilerinin ve hakikate dair düşünme ve her türlü araştırmanın kaynağı olarak gelişmenin kaynağı olduğu kadar, çatışmaların da temelini teşkil eder.

Hakkın varlığı insan iradesi olmaksızın kendiliğinden iken doğruluk, hakka ilişkin aklın eylemi olan düşünce ile ortaya çıkar. Hakkın mahiyetine ilişkin farklar kadar aynı hak algısına izafe edilen yaklaşımların doğruluk fikrini şekillendirmesi ve farklı yaklaşımlarla ortaya çıkması kaçınılmazdır. Neredeyse her insanın sahip olduğu anlam ilişkileri kadar birbirinden farklılaşabilen doğruluk fikri insanların anlaşma, bir arada olma veya farklılaşıp ayrışmalarının da kaynağını teşkil ediyor. Ancak doğruluk fikri matematik veya bilimsel gerçekliklerle karıştırılmamalıdır. Gerçeklik gerçekleşen veya gerçeklenen bir olgu iken doğruluk aklın eylemi olarak düşünsel bir çıkarımdır ve hakikat ile kurulan bağlam olarak ortaya çıkan önermedir. Güneşin doğuşunun, yağmurun yağışının doğruluğundan değil gerçekleşmesinden söz edilebilir.

İspatı olmayan mesele

Doğruluk fikri bir önerme olarak ortaya çıktığında önerinin muhatapları arasında olması gereken diyaloğu başlatır ve onun hakikati veya gerçekliği üzerine müzakere ortamı başlatır. Ancak aynı cümle bir önerme olarak değil hak vurgusu ile ifade edildiğinde artık söz konusu olan müzakere edilecek bir önerme değildir. Önermeler doğruluğu veya yanlışlığı sınanabilir cümleler iken hak algısı bu sınamanın ölçütü olarak sınanmaya izin vermez.

Her din, o dine mahsus hak algısına yani varoluşun tüm ölçü ve değerlerini yaratarak belirleyen bir tanrı fikrine dayanır. Tanrı ise her şeyi yaratan olarak varlıklar üstüdür. İspat, varlıklar arasındaki ölçütler üzerinden, varlıklar dünyasındaki ilişkileri açıklayabilirken kendisinin varoluşu hiçbir ölçüte dayanmayan Tanrı'yı kavrayamaz. Tanrının kavranabileceği iddiası ise zımnen onu kavrayanın Tanrı olduğu anlamına gelir. Bu açıdan aynı zamanda Tanrı ile aynı anlama sahip hak kavramına ilişkin, onun niçin hak olduğuna ilişkin somut bir veriye ulaşılamaması ispatlanarak çözülebilecek bir konu değildir. Belki de Kuran öğretisinin " Sizin dininiz size bizim dinimiz bize" ifadesi, ispatı olmayan bir meseleye koyduğu son noktadır.

Doğruluk konusunda söz konusu olan doğrunun bulunması değil doğruluğu iddia edilen önermenin neden doğru olduğunun ispatıdır. Bu ispat hak algısına yaslanarak ulaşılabilen ve bu yönüyle ahlaki ve hukuki (hakları tespit edip belirleyen ve koruyan bir sisteme) bir içeriğe sahiptir. Burada tekrar yukarıda vurgulanan gerçeklik ve doğruluk kavramlarını hatırlamak gerekir. Çünkü doğruluk kavramı yaşamsallığa ilişkin bir kavram olarak bir eylemin veya yaşamsallık olarak tezahür edecek fikrin önermesidir.

Bir toplum, değerler sistemine ilişkin yabancılaşma neticesi ortaya çıkan davranışları yanlış olarak nitelerken o toplumun hak algısı etrafında oluşan bu sisteme uyumlu davranışlar doğru olarak algılanır. Değerler sisteminin temelinde yer alan din veya ideoloji ile o dinin veya ideolojinin algılanıp davranışa dönüşmesi ile somutlaşan yaşamsallığına ilişkin ahlak, kendi kurduğu hak ölçütü ile şekillenen doğrular ve yanlışlar sistemidir. Dinin akaidinde yer alan hak veya batıl algısı, bunu anladığı kadar yaşamına aktaran toplumun ahlak sisteminde doğru ve yanlışlar olarak değerler sistemine dönüşür. Bu sisteme uyum doğruluk kriteri iken buraya yabancılaşma yanlış olarak ifade bulur. Marks'ın yabancılaşması "yaratıcı" olarak ifade ettiğini yorumlayabileceğimiz doğadan yabancılaşmanın yanlışlığı ve bu yanlışın insana dair problemlerine ilişkindir. Varoluşun ilk sebebi ve kaynağı olarak görülen doğa, ateizmin tanrısıdır ve bu ortamın yasalarına dayalı yaşamsallıktan uzaklaşma Marks'ın yabancılaşma olarak ifade ettiği en büyük problemdir. Hak kavramı olmadan hiçbir değer üretilemez ve bu kavram inanca dair bir kavram olarak ideolojiler de dahil olmak üzere tüm dinlerin merkezinde yer alır. Bu açıdan her insan ciddi manada dindardır ve farklı dinlere dayalı bir arada yaşamanın temeli herkesin dininin kendisine olduğunun kavranabilmesidir. Zaten bir insan seçtiği dini kendisi ve tüm insanlık için en iyisi budur inancı ile seçmişse ondan beklenen diğer insanlara en iyi şekilde davranmasıdır. Bu da elbette iyilikte bir yarıştır, ancak insanların çoğu için din kendisinin seçtiği bir inanç değildir.

Hırsızın adaleti

Hak ve doğruluk arasındaki bağlam ise adalet kavramında açığa çıkar. Özellikle bir emek karşılığı ortaya çıkan hakkın karşılığı olarak icra edilen doğru davranışlar, hakkın muadili, yani onun unsurlarını içermesi bakımından adil davranış olarak nitelenir. Adalet, doğruluğu ileri sürülen davranışın, ölçütü aynı hak algısına dayalı değerler sisteminde, hakkın muadili olan değerleri taşımasıyla ortaya çıkar. Dolayısı ile adaletten söz edebilmek için öncelikle neyin hak veya haksızlık olduğunun bilinmesi gerekir. Dolayısı ile bu ölçüte göre bir inanç sisteminde hak olan, başka bir inanç sisteminde olmayabilir ve sonuç olarak bu sistemlerin adalet kavramı da aynı kriterleri taşımaz. Örneğin iki hırsızın çaldıkları malı aralarında bölüşürken adil olup olmadıklarını söylemek mümkün müdür? Onlar açısından böyle bir ölçüt kabul edilse de bu kavram hırsızlık mağdurlarınca ne anlama gelir? Makro ölçekte bakacak olursak sömürgecilerin sömürdüklerini aralarında paylaşım konusunda koydukları adalet kriteri de elbette adalet kavramını anlamsızlaştıran bir içeriğe dönüşür.

Bambaşka içeriklere dönüştürülerek dile getirilebilen hak, adalet ve doğruluk kavramlarının toplum olarak bir arada yaşayabilme kriterlerinin temelini teşkil ettiğini düşündüğümüzde bu kavramların anlamlarına ilişkin uzlaşı nerede gerçekleşiyor? Bu durumun gerçekleşmesi o toplumun millet olmasına dönüşecektir. Böyle bir sistemin oluşumu dikte edilen bir öğretiyle değil ancak bir inanç sisteminde onu yaşamına aktardığı süreçte kendisi kılmasıyla mümkündür. Bu süreçte oluşan değerler sistemi de, her biri o ortamı oluşturan hak, adalet ve doğruluk kriterlerinin sosyal, siyasi ve hukuki sistemlerin merkezinde yer alması ile o toplumun millet halini ve üzerinde yaşadığı toprakların da vatan halini koruyabilir. Ancak böylece bir millet hak bildiği yaşamsallık üzerinde yaşamının öznesi olarak özgür olabilir. Bizim ilk anayasamızda yer aldığı şekliyle, hakimiyetin kayıtsız şartsız millete ait olması anlamında ifadesini bulan cumhuriyet tanımımız, milletin hak bildiğini yaşamsallığına hakim kılması esasında gerçekleşebilecek bir istiklal beyanıdır. Aksi takdire söz konusu olan, merhum Aliya İzzetbegoviçin meşhur ifadesiyle "bir savaş öldüğünde değil düşmana benzediğinde kaybedilir" vesselam.

[email protected]