Hakem kuruluşlar mı hakim kuruluşlar mı?

Prof. Dr. EROL KATIRCIOĞLU/İstanbul Bilgi Üniversitesi Öğretim Üyesi
17.11.2012

Dünyanın değiştiğinden sık sık söz eden Batılı siyasetçiler ve bilim adamları, iş BM gibi ya da Dünya Ticaret Örgütü gibi ya da bunlara benzer uluslararası siyasi ve ekonomik düzeni regüle eden “hakem kuruluşlara” gelince pek de önemli bir şey söylemiyorlar.


Hakem kuruluşlar mı hakim kuruluşlar mı?

Geçenlerde Başbakan Erdoğan, Fitch adlı derecelendirme kuruluşunun Türkiye’nin notunu artırması münasebetiyle yaptığı konuşmada, bu kararı olumlu bulmakla beraber bu tür kuruluşların miadını doldurduğuna dikkat çekerek “Kredi derecelendirme kuruluşlarında hakkaniyete dayalı yeniden yapılandırmalarına ihtiyaçları var” diyerek de eleştirdi. Başbakan’ın daha önce, kredi derecelendirme kuruluşlarının Türkiye’nin bütün iyi göstergelerine rağmen notunu artırmamalarına yönelik eleştirisi biliniyor. Hatta, “Biz de bir derecelendirme kuruluşu kurarız” diyerek meydan okumuşluğu da sanırım hatırlarda.

Başbakan’ın “Bu tür kuruluşlar”dan maksadının “uluslar arası hakem kuruluşları” olduğu açık. Açık çünkü Başbakan’ın bu kuruluşlarla ilgili Batı’nın tavrından rahatsız olduğuna dair çeşitli işaretler mevcut. Özellikle Birleşmiş Milletler’de yaptığı bir konuşmada Birleşmiş Milletler’in daha da öncelikli olarak Güvenlik Konseyi’nin de yeniden yapılanmaya ihtiyacı olduğuna vurgu yapması hatırlardadır. Güvenlik Konseyi’nin, Amerika, Rusya, Çin, İngiltere ve Fransa’dan (Permanent Five) oluşan daimi delegelerine ait veto hakkının dünyanın ulaşmış bulunduğu küresel karmaşıklığı çözmede etkisiz kalacağına dair görüşleri de bu kanaati doğrular nitelikte.

Değişime ayak uyduramıyorlar

Nitekim geçenlerde Endonezya’da, 5. Bali Demokrasi Forumu’nda yaptığı konuşmada da BM’nin değişmesi gerektiğini tekrarladı ve “Dünya 5 tane daimi üyenin iki dudağının arasına bırakılamaz” dedi. “Bunun için biz, BM’nin, bütün insanlığın hukukunu koruyacak, uluslararası toplumu ortak değerler ve adalet temelinde örgütleyecek şekilde yeniden yapılanması gerektiğini savunuyoruz. BM’de, Güvenlik Konseyi’nde tüm insanlığın temsilcilerinin bulunması lazım, tüm kıtaların temsilcilerinin bulunması lazım, tüm inanç gruplarının temsilcilerinin bulunması lazım. BM’nin hem vizyonu hem de yapısı yenilenmek zorundadır” diyerek daha önce ileri sürdüğü fikirleri yineledi.

Gerçekten de dünyanın değiştiğinden sık sık söz eden Batılı siyasetçiler ve bilim adamları, iş, Birleşmiş Milletler gibi ya da Dünya Ticaret Örgütü gibi ya da bunlara benzer uluslararası siyasi ve ekonomik düzeni regüle eden “hakem kuruluşlara” gelince pek de önemli bir şey söylemiyorlar. 2008 Finansal Krizi nedeniyle G-7’lerden G-20’lere genişlemek zorunda kalmaları hariç uluslararası sisteme eleştirileri çok yaygın değil.

İlginçtir, Birleşmiş Milletler’in reforme edilmesine ilişkin ihtiyacı vurgulayanlar arasında en önde gelen isimlerden biri de bir başka Türkiyeli Kemal Derviş’tir. 2005 yılında yazdığı “A Better Globalization” (Daha İyi Bir Küreselleşme) adlı kitabında dünyanın ulaşmış olduğu ekonomik ve siyasi düzeyin, BM Güvenlik Konseyi, İMF, DTÖ gibi kuruluşların yeniden yapılandırılmasına ihtiyacı daha görünür kıldığını vurgulayarak, bu ihtiyacın karşılanmasının kolay olmamakla birlikte en azından tartışılmaya başlanılması gereğinin altını çizmişti.

Gerçekten de küreselleşmenin ulaştığı bugünün karmaşık dünya düzeni daha iyi bir biçimde “regüle” edilmesi gerekiyor. Bugün, “Arap Baharı” ile başlayan gelişmelerin özellikle İran ve Suriye bağlamında bir savaşa yol açmaması ancak çok daha “kredibıl” bir uluslararası düzenle mümkün. Özellikle Suriye krizinde ÇİN ve Rusya’nın Güvenlik Konseyindeki veto güçlerinin sorunun çözülmesini sağlayacak bir adımı imkansız kılması BM’nin bugünkü yeteneksiz halinin son örneği. Bu örnek bile varolan düzenin ne kadar sorunlu olduğunu ortaya koymuş oldu.

Tabii ki bir ayağı barışı, diğer ayağı gerçekçi bir bakışla askeri önlemleri de içermesi gereken böyle bir hakem kuruluş tasarlamak kolay değil. Farklı ülkelerin farklı çıkarları arasında bir denge oluşturmak, yani hakem bir kuruluş olmak o ülkelerin alınacak kararlarda bir biçimde dahil olmalarını sağlamakla mümkün. Oysa, “Karar alanlar daima kendi çıkarlarına uygun karar alırlar” mottosundan gidersek bugünkü Permanent Five, yani veto yetkisi olan ülkelerin kendi çıkarlarına uygun olan kararları aldıklarını, uygun olmayanları ise almadıklarını söylemek mümkün. Sanırım dünyanın diğer ülkelerinin çıkarlarına bakmaksızın bu böyle...

O nedenle de Başbakan’ın bu tür “hakem kuruluşların” günün gereksinimleri doğrultusunda yeniden yapılandırmasına ilişkin görüşlerinin yerinde ve haklı olduğu açık. Hatta yine bir BM konuşmasında-sanırım aynı konuşmaydı- yeniden yapılanmış bir BM’de “katılımın” esas olması gerektiğine dair görüşler serdetmesi de bence çağımızın ruhuna uygun.

Fakat Başbakan’ın benzer görüşlerini ülkedeki “hakem kuruluşları”na göstermemesi ise dikkat çekici. Örneğin yakın bir zaman önce, “Davul bizim boynumuzda, tokmak onların elinde” diyerek çoğu seksenlerde kurulmuş “bağımsız idari otorite” adı verilen, BDDK, BİT, EPDK gibi çeşitli “hakem kuruluşların” “bağımsızlıklarına” itiraz etmesi ve daha sonra da çıkarılan bir “kanun hükmünde kararname” ile onları çeşitli bakanlıklara bağlaması, söz konusu “hakem kuruluşların da bir çeşit sonları oldu. Oysa  Başbakan’ın Fitch, BM ve son olarak da Bali’de yaptığı konuşmalarından gidersek bu “hakem kuruluşların” eğer yeniden yapılanması gerekiyor idiyse bunun yolunun da yine sektörlerdeki aktörlerin bu kuruluşlara “katılımlarından” geçmesi gerekirdi, onların “bağımsızlıklarına” son vermekten değil.

Batı’ya değil ‘evrensel’e bakmak

Şu anda geldiğimiz noktada ekonomide çeşitli çıkar grupları arasında bir denge oluşturarak sektörler içinde ve/veya sektörler arasında sorunları çözebilecek bu türden hakem kuruluşlarının varlığından, daha doğrusu “bağımsız varlığından” söz etmek artık zor. Bu nedenle de bu kurumların verecekleri cezalarda ve koyacakları kurallarda gerçekten “hakem olanın” mı yoksa “hakim olanın” mı karar verdiğini ayırdetmek mümkün olmayacak. Oysa kamusal bir alanda farklı çıkarların olması durumu bu çıkarlar arasında adil olmayan bir ilişki üretiyorsa, orada “hakeme” ve “hakemliğe” de ihtiyaç var demektir. Bu kamu alanın ülkeler arasında mı yoksa bir ülkede farklı çıkar grupları arasında mı olduğunun ise bence bir önemi yok.

Kendi kültürümüzün “iyi”leri üzerinden giderek Batı’yı eleştirmek mümkün ve gerekli. Küreselleşmenin ülkeler arasındaki dengeleri zorunlu olarak gelişmekte olanlar lehine dönüştürürken böyle bir “meşruiyetimiz”in olduğu da açık. Ama bunu, “evrensel” olandan kopmadan yapmak gerekir. Unutmamalıyız ki “evrensel” dediğimiz, ne sadece “Batı”yı ve ne de sadece “Doğu”yu referans alan bir kavram. “Batı”nın olduğu kadar “Doğu”nun da değerlerini içeren bir terim. O nedenle de eğer Batı medeniyetine Doğu’dan bir söz edeceksek, bu söz “evrensel” bir temele dayanmalı “yerel” olana değil.

[email protected]