Hakikat şovenizminden diyalektik düşünceye doğru

Ali K. Metin / Şair, Yazar
30.09.2022

Aydınlanmanın doğurduğu pozitivist ve elitist kibir, postmodernitenin hakikatsizlik düzlemiyle imha edilemez. Hakikat insanoğlu için hem varoluşsal bir ihtiyaç hem de daha iyi/başka bir dünyanın referans noktasıdır.


Hakikat şovenizminden diyalektik düşünceye doğru

Şeytanın Hazreti Adem karşısındaki kibri ile dogmatik yaklaşımlar arasında hem özsel hem de biçimsel mahiyete sahip benzerliklerden bahsedilebilir. İnancı ve/veya hakikati Allah'ın diğer kullarına karşı üstünlük taslama vasıtası haline getirmekle insan açık veya gizli kibre düşmektedir. Hakikat üzerinde otorite iddiası güderek kendince bir mülkiyet alanı tesis etmektedir. Bunun yanı sıra her iki durumda da hakikat mutlak bir yadsımaya dönüştürülerek ötekileştirici ve nesneleştirici bir dilin kaynağı haline getirilir. Böylece siyah-beyaz bir dünya anlatısıyla bilgi ve hakikat üzerinde ipotek oluşturmak işten değildir.

Dogmatik adalar

Postmodern düşüncelerin sağladığı bazı törpülenmelere rağmen, hakikat tekelciliği/şovenizmi marazi taraflarıyla ciddiyetini koruyan bir sorun olmaya devam etmekte. Bir taraftan din ve kültür olgusu içinde yer etmiş derin alışkanlıkların, düşünce ve inanç kalıplarının varlığı söz konusu. Diğer taraftan felsefi ve bilimci dogmatizmin ürünü olan otoriter-totaliter söylem dünyaları büyük adalar, adacıklar halinde çevremizde gezinmeye devam ediyor. Hakikatin diyalojik doğasına ilişkin entelektüel bir kavrayış seviyesinin maalesef epey daha gerisindeyiz. Bu yüzden sadece toplumsal, bölgesel farklılaşmaların derinliklerine nüfuz edememekle kalmıyor, tarihin gerçeklik değerini dolayısıyla hakikate ilişkin boyutunu da ıskalıyoruz. Metafizik yapıların, inanç ve ideolojilerin duvarlarıyla çevrilmiş farklı adalarda yaşıyoruz.

İletişimin yoğun baskısı altında olduğumuz bir dünyada diyalojiye kapalı olarak yaşamaya devam etmek pek kolay olmamalı. Diyaloji, günümüzde neredeyse kendi kendisini dayatır halde. Ama diyalojiyi sağlayacak aklı selimi kaybettiğimiz takdirde işimiz gerçekten zor olmalı. Buradaki körkütük direnç, şeytanın Tanrı'ya karşı çıkmasında olduğu gibi kendi hakikatini dolayısıyla iktidarını/üstünlüğünü muhafaza etme çabasıyla ne kadar alakalı, tartışılabilir. Ancak bunun bir hadsizlik olduğunu çok rahat söyleyebiliyoruz. Kendi hakikatimizi genel geçer kılma istencinde ukalaca bir kibir yatmaktadır. Ötekini cahillik, aptallık veya kötücüllükle damgalama vardır. Zira, hakikati mutlak ölçüye vurmak kendi gerçekliğimizle ötekinin (başkalarının) gerçekliği arasındaki farklılıkları görmezden gelmeyle eş değer bir konumda durur. Başkalarının başka hakikatleri vardır ve her zaman da olacaktır. Birer insan olarak bize düşen, söz konusu hakikatler (hakikat potansiyelleri) ile diyalojiye geçerek büyük harflerle yazmamız gereken o tarihsel ve evrensel Hakikat'i tezahür ettirmektir. İnsan her konuda olduğu gibi hakikat bahsinde de başkalarına karşı haddini bilmek zorunda. Bunun mesela bir Müslüman açısından hayatındaki karşılığına şu hadis dolayımında işaret etmek yanlış olmaz sanıyorum. "Hikmet, değerli bilgiler mü'minin yitik malıdır. Onu nerede bulursa almaya hak sahibidir." Şöyle de diyebiliriz: Hakikat her yerdedir. Her coğrafyada, her kültürde, her söylem ve ideolojide hakikatten izler vardır.

Düşüncenin gücü

Hakikatin izafiliğine yönelik mezkur değerlendirmelerimizin yanlış anlaşılma ihtimaline karşı şunu söyleme ihtiyacı duyabiliyoruz: Hakikatin izafi nitelikleri beşeri, toplumsal, tarihsel bağlamlara ilişkin epistemik mütekabiliyetlere denk düşen bir kaçınılmazlığın sonucudur. İstesek de istemesek de hakikat her birimizin anlam/bilinç dünyasında bağlamsal koşullar ve dolayımlar içinde zuhur eder. Dil de bu bağlamsal dolayımların hem bir aracı hem de bir dönüştürücüsü olarak iş görür. Ne bağlamlar ne de dil elbette mutlak bir sabite yani kodlayıcı olmaya muktedirdir. Düşünen özneler olarak, daha açıkçası kendi üstüne düşünme yetisine sahip varlıklar olmamız hasebiyle bağlamın da onun bir çıktısı diyebileceğimiz verili dilin de dışına çıkabilecek imkanları kendi potansiyelimizde taşıyoruz. Lakin hakikat tarihten münezzeh değil. Tam da bu sebeple hakikatin bir filozofta veya bir düşünce adamında kamil anlamda somutlaşmış halinden bahsedemiyoruz. İnsanoğlu ateşi çalmıştır (Promethus) ama Tanrı ile boy ölçüşme kudretini belli ki hiçbir zaman gösterebilmiş değildir. Boy ölçüştüğünü zannettiğimiz olduysa da bunun bir yanılsama olduğunu bir süre sonra gördük. Bütün ihtişamına ve etkileyiciliğine rağmen ne Kant'ı ne Freud'u ne de Marks'ı bugün artık mutlak olarak doğrulayamayacağımızı biliyoruz. Tarih yani eleştirel akıl hakikat adına gerekli tashihleri yapmaya devam ediyor. İdeolojinin, bilimin hatta sanatın ve dinin bönlüklerimize paravan yapılması kadar acınası bir durum olamaz. Hakikatin mücadelesini vermeyen bir dini bilinç ve hayatın kıymeti ve sebebi vücudu ne olabilir, bir düşünsek derim. Bönleşme/bönleştirme çabalarının günlük hayata ve kültürel pratiklerimize egemen hale gelmesi ne kadar ürkütücüyse farkındalıklarımıza rağmen dünyaya uyum sağlamakla iştigal etmemiz de öylesine berbat bir paradokstur. Büyük ölçüde trajik diyemeyeceğimiz nitelikte bir paradoks.

Konformist şövalyecilik

Elbette paradoksa düşmenin çok kıymetli bir şey olduğunu yadsıyamam. Hakikat arayışı paradokslarla sahicilik kazanmakta, evrensel bir tecessüsü ve derinliği tedarik etmektedir. Buna mukabil, tuhaf ve aptalca bir konfora dönüştürüldüğünde paradokslar bütün kıymetini yitirir, trajiğe doğru evrilecek bir dinamizme kaynaklık edemez. Paradoksların hadım edildiği dolayısıyla trajiğin önünün kesildiği bir öznenin dünyasında kibir yine şeytani yüzünü gösterir. Empati ve özeleştiri ihtiyacı olabildiğince yüzeysel, konformist bir çerçeve içinde tutulur. Bunun sonucunda paradokslarla olsa olsa belki koyun koyuna yaşamaya devam ederiz. Bilgi ve söylem dünyamızı süsleyen entelektüel, sanatsal aparatlar olarak gerektiğinde bol bol kullanmaktan da geri kalmayız. Lakin bu paradoksların ardındaki hakikate erişme konusunda gereken tutku ve cesaret pek çoğumuzda yoktur. Hakikate değil bütün bönlüğümüz ve konformist halimizle kendi kurgu ve hayallerimize aşığızdır. Bönlükle konformizm, aşkla kibir iç içe girerek gerçek bir aydınlanma çabasını devre dışı bırakmışlardır. Şövalye ruhu konformizme düçar olmuştur.

Paradokslardan doğmak

Hakikatten veya aydınlanma süreçlerinden nasıl emin olabileceğimiz sorusuna belki de hiçbir zaman evrensel geçerlilikte bir cevabımız olamayacak. 18., 19. yüzyılın Aydınlanma aklı verdiği cevabın tarihsel gelişmelerle kifayetsiz bırakıldığını gördü. Her mutlakçılık içerdiği sınırlamalar sebebiyle kendi zıddını ortaya çıkarmanın kaderini yaşıyor. Doğru veya yanlış, ancak söz konusu zıtlıklar mutlakçı söylemlerde gördüğümüz boşluklara veya kırılganlıklara ilişkin bir gerçeği işaret etmekte. Aydınlanma aklının dinin realitesi karşısındaki körlüğü kendi dogmatizmini beraberinde getirdi. Fakat buradan, postmodernizmi Aydınlanmanın yegane ve biricik alternatifi olarak görmek gibi bir budalalığa teşne olamayız. Aydınlanmanın doğurduğu o pozitivist ve elitist kibir, postmodernitenin hakikatsizlik düzlemiyle imha edilemez. Hakikat insanoğlu için hem varoluşsal bir ihtiyaç hem de daha iyi/başka bir dünyanın referans noktasıdır. Hem varlığın anlamı ve giziyle ilgili bir husus hem de dünyanın/hayatın neliğine ve olabilirliklerine ilişkin ciddi bir meseledir. O yüzden hakikat meselesini burada bu iki boyutuyla birlikte dikkate alıyor, değerlendirmelerimizi her ikisi üzerinden bir zaviyeye oturtmaya çalışıyoruz. Eğer bir kibirden ve mutlakçılıktan bahsedeceksek her iki tarafıyla da bunun beşeri realiteye aykırı olduğunu söylemenin çabası içindeyiz. Başka bir ifadeyle, bilgi dünyamızla inanç dünyamız arasındaki paradoksları konformist bir zihinle normalleştirmek yerine, bu paradoksların arkasındaki hakikate talip olmanın entelektüel, ontolojik bir ihtiyaç olduğunu görmek gerekiyor. Sanatın, felsefenin, entelektüel düşüncenin her iki anlamda da paradokslara ilişkin bir duyarlığı ve mücadeleyi ibraz etmekle soylu ve hayati bir edime dönüşeceğinin farkındayız. Paradokslar bizi yeni doğumlara götürecek hakikat tohumlarıdır.

Gelgitler yapmak tarihin kaderidir belki. Paradokslar sanki biraz da bu gelgitlerle dönüştürücü bir güce kavuşuyor. Düşünce tarihinde de bunu açıklıkla görmek mümkün. Descartes ünlü "Düşünüyorum o halde varım" önermesiyle sofizme doğru bir dönüş yapmış gözükür. Ancak bunun kesinlikle bir u dönüşü olmadığını biliyoruz. Aksine bilgimizden emin olmanın mümkün olup olmadığı Descartes tarafından felsefenin temel sorunu haline getirilmiştir. Nasıl düşündüğümüz, nasıl bilebildiğimiz sorusuna cevap ararken Descartes, Kartezyen bir çıkış yoluyla inancı bilgiden ayırmıştır. Bu ayrımın Kant'a kadar (Kant dahil) devam ettiğini biliyoruz. Bilahare insanın bilmesini sağlayan koşul, ilke ve yöntemler konusunda öne çıkan pozitivistik düşüncelere, bilimdeki yeni gelişmeler ve bilim felsefesi etrafındaki tartışmalarla da haddi bildirilmeye başlanmıştır.

Eleştirel akıl bugün tarihten getirdiği bütün birikimiyle insanoğlunun bilişsel imkanlarını sorgulamaya devam ediyor. Büyü her şekilde bozuluyor. Üstelik had meselesiyle ilgili eleştirilerin sadece pozitivizmle sınırlı olmadığı bir sürecin içindeyiz. Büyüyle sarıp sarmalanan kibirler bizi sadece aptal bir dinazora dönüştürür. Kibir şeytandan bize gelen bir beladır.

Kibir değil hakikat! Dogma değil fikir! Bunu da kartezyen bir kolaycılığın yerine daha kuşatıcı bir zeminde yapmak gerekiyor. Bilgiyi fikirle, fikri inançla kademelendirecek epistemik bir diyalektiği gerçekleştirmenin şart olduğunu düşünce ve insanlık tarihine bakınca net olarak görüyoruz. Hakikat tekelciliği veya şovenizmi yaparak bu diyalektiği imkansız hale getirdiğimizde kendi kumdan kalelerimizi korumaktan ve kibrimizin esiri olmaktan başka bir şey yapmamış oluyoruz. Oryantalistlerin düştüğü hataya düşmekle kalmayıp hakikatle aramızdaki mesafeyi günden güne artırıyoruz.

Naif olabilir, diyalektik ve düşünsel hatalar yapabilir ama inanç ve düşüncelerimizi kibrin tel örgüleriyle hakikatsizliğe mahkum edemeyiz. Aksi halde olan bize olur. Bizler ne yaparsak yapalım tarih aslında hükmünü sürüyor. Biz değilsek de ardıllarımız değişiyor.

[email protected]