Hakkını helal et, Sultan Vahidettin!

Mehmet Ödemiş/ Yazar
28.05.2019

Mustafa Kemal’i övmek için Vahdettin’e sövmek şart değil. Tarihe ideolojik ve mitolojik gömlek giydirmenin de bir insafı olmalı. Elbette ki yeniden inşa ettiğiniz bir devletin, halkça kabul görmesi için konjoktürel olarak ‘eski yapı’ya muhalefet edersiniz ve ortaya muknî bir retorik koyarsınız. O dönemde olanları, biraz da böyle okumak gereklidir. Tarihçilerin yıllardır tartışageldiği şeylerden biri, ‘Mustafa Kemal’in bu seyahate nasıl çıktığı’ sorusudur. Bir tarafta ‘O’nu, Sultan Vahdettin gönderdi’ diyenler; diğer yanda ‘Paşa, ülkenin makus talihini değiştirmek için kendiliğinden inisiyatif almıştır’ diyenler.


Hakkını helal et, Sultan Vahidettin!
Bugün, güzel ülkemde son Osmanlı padişahı rahmetli Vahdettin’in kemiklerini sızlatacak bir söyleve (!) şahit olmak/maruz kalmak zorunda kaldığım için Vahdettin’i yazmak istedim. Sözün başında helallik istiyorum Son Sultan’dan... ‘Bugün bile’ hala onun iffetini koruyamadığımız için...
 
Malum Mustafa Kemal Atatürk’ün, milli mücadelenin başladığı yer kabul edilen Samsun’a çıkışının 100. yılı münasebetiyle bu önemli tarih, tüm ülkede çeşitli etkinliklerle kutlanıyor. Lakin anma programlarını icra eden kişilerin “seviyelerine”(!) göre ortaya elvan elvan programlar çıkıyor. 
 
Bu sayfaları takip edenler hatırlayacaktır, geçtiğimiz haftalarda biz de Samsun’da atılan cihad tohumun önemini ve aslında ne olduğunu, “Samsun’a çıkan Çanakkale” başlığıyla burada yayımlamıştık. 
 
Öncelikle şuna şerh düşmek isterim: Milli Mücadele, Samsun ile başlamaz. Çanakkale’yi, Kut’ul- Âmâre’yi, yine içinde Mustafa Kemal’in de bulunduğu Libya’da yaşananları ve Filistin cephesini hatta Galiçya’yı Milli Mücadele mefhumundan ayıramazsınız. Bununla birlikte ‘eski’yi reddedip ‘yeni’ için bir başlangıca ihtiyaç duyuyorsanız Samsun, elbette ‘her şeyin başladığı yer’dir.
 
Utkunun başladığı yer
 
Samsun’daki ruh, fiilen yıkılmış olan İmparatorluğumuzun bakiyesinden yeni bir devlet kurma ülkümüzün ve utkumuzun başladığı yerdir. Cumhuriyetin ilanı, tarihi yürüyüşümüzün devlet isimleriyle mukayyet olmadığının ve asla akamete uğratılamayacağının kanıtı olmuştur. Emperyalistlerin her örtülü (15 Temmuz darbe girişimi) ya da açık (Sevr) işgal girişiminde, milli direniş ruhu müstevlilerin karşısına heyula gibi dikilmektedir ve de dikilecektir.
Tarihçilerin yıllardır tartışageldiği şeylerden biri, ‘Mustafa Kemal’in bu seyahate nasıl çıktığı’ sorusudur. Bir tarafta ‘O’nu, Sultan Vahdettin gönderdi’ diyenler;  diğer yanda ‘Paşa, ülkenin makus talihini değiştirmek için kendiliğinden inisiyatif almıştır’ diyenler. 
 
Merak ettiğim şey şudur: Osmanlı ordusunda liderliği, kıdemi ve majiskül geçmişiyle nice azametli paşa bulunduğu halde Milli Mücadele önderliği, hangi evsafı nedeniyle Mustafa Kemal’de temerküz etmiştir? Elbette Çanakkale ve Trablusgarp cephesi başta olmak üzere Atatürk’ün devasa bir geçmişi vardır. Yapıp ettikleri ortada ve yararlılıkları aşikardır. Ama yine de yüksek ve meşru bir otorite tarafından icazetiniz yoksa askeri hiyerarşide size kim itaat eder? ‘Amaç, onu İstanbul’dan uzaklaştırmak, Anadolu’ya sürgüne göndermekti’ diyenler, hangi sürgüne, bu kadar geniş yetki verildiği görülmüştür? Bu soruların cevabı, bu yazı boyunca bir paraşüt açıp yavaş yavaş nüzul edecektir.
 
Resmi tarih, yıllarca Sultan Vahdettin’i şeytanlaştırmak; böylece onun yapıp ettikleri üzerinden geçmişin ve onun tüm kurum ve değerlerinin (Osmanlı ve onun temsil ettiği değerlerle toplumun bağını koparmak için yapılanlara ilginç bir örnek, Cumhuriyet’in ilk yıllarında Türk musikisinin bile yasaklanmasıdır.) geçmişte kalmasını sağlamak için Paşa’nın Samsun’a kendi iradesiyle gittiğini, bu uğurda çok sevdiği askerlik vazifesinden atılmayı bile göze aldığını hatta ve hatta İstanbul hükümetine karşı canını ortaya koyduğu yönünde bir ‘ezber’ vaz etti. Oysa Mustafa Kemal’i övmek için Vahdettin’e sövmek şart değildi. Tarihe ideolojik ve mitolojik gömlek giydirmenin de bir insafı olmalıydı. Elbette ki bütün kurumlarıyla baştan aşağı yeniden inşa ettiğiniz bir devletin, halkça kabul görmesi için konjoktürel olarak ‘eski yapı’ya muhalefet edersiniz ve ortaya muknî bir retorik koyarsınız. O dönemde olanları, biraz da böyle okumak gereklidir.
 
Perde gerisinde yaşananlar
 
Samsun yolculuğunun bir cephesinde, Paşa’nın yola çıkmadan evvel sarayda Sultan ile yaptığı görüşmeyi, kendisine verilen yardım ve perde gerisinde yaşananları, dönemin vesikaları ve hatıratları üzerinden anlatmaya çalışan bir grup vardı. Bu ikinciler, uzunca bir süre seslerini çıkaramamış sonrasında da ideolojik söylevler aryasında, bir ‘latif fısıltı’dan (!) ibaret kalmışlardı. Zaten bir hakikati yok etmek için önce onun sesi kısılmalıydı. 
Şurası var ki mezkur mitik tarih okumacılığına, sürpriz bir şekilde ve ses getirecek şekilde ilk şerh düşenlerden biri, Bülent Ecevit olmuştur. Aynı zamanda bir Osmanlı tarihi kitabı da hazırlayan eski başbakanlardan Ecevit, ‘O, bir hain değildir. Bazı hoş olmayan şeyleri mecburen yapmıştır. Bu arada ülke için çok iyi şeyler de yapmıştır’ ifadelerinin sahibidir.  Ecevit, konuyla ilgili kendisiyle yapılan bir röportajda Vahdettin için şunları söyler: ‘Kurtuluş Savaşı’na açıktan olmasa bile belirgin şekilde destek oldu. İstanbul’dan ayrılacağı zaman devletin elinde külliyetli altın ve para vardı. O, çok az bir miktar aldı. İstese tümünü alabilirdi. Saygıdeğer bir davranışta bulundu.’
Atatürk’ün Nutuk’ta Sultan Vahdettin hakkında kullandığı ifadeler yüzünden bu konu uzun yıllar hiç tartışılamamıştı. Hakikatin böyle olmadığını yüksek perdeden ilk dillendirenlerden birinin Ecevit olması, kaderin bir cilvesi olsa gerek!
 
‘Devleti kurtarabilirsin’
 
Mustafa Kemal Paşa, Samsun’a hareket etmeden önce 15 ve 16 Mayıs 1919’da Sultan Vahdettin ile son görüşmelerini yapar. Son diyorum zira öncesinde başka görüşmeleri de vardır. Çünkü Sultan Vahdettin ve Paşa, yaverlik yıllarından iyi tanışmaktadırlar. O görüşmenin en can alıcı cümlesi, Vahdettin tarafından kurulur. Sultan Vahdettin, elini masanın üzerindeki kitaba basarak şöyle der: “Paşa! Şimdiye dek devlete çok hizmet ettin! Hepsi bu kitaba yani tarihe geçmiştir. Ama asıl şimdi yapacağın hizmet, daha önemlidir. Paşa, devleti kurtarabilirsin!” 
Vahdettin’in bizzat bu ifadeleri kullandığını söyleyen Atatürk’ün kendisidir. 1926 yılında, Dönemin Milliyet ve Hakimiyet-i Milliye gazetelerinde Paşa’nın hatıratı yayınlanmaya başlanır ama ne ilginçtir ki Sultan Vahdettin ile görüşmeye gelince seri birden bire kesilir. Tanıklar yine susar. Ancak 1944 yılına gelindiğinde Falih Rıfkı Atay’ın kaleme aldığı ‘19 Mayıs ‘adlı küçük bir kitapçıkta görüşmenin detayları yer alır. Falih Rıfkı Atay, daha sonra Atatürk’ün söylediklerini, Atatürk’ün Bana Anlattıkları-Mustafa Kemal’in Ağzından Vahidettin isimli kitabında kayda geçer. 
 
Mustafa Kemal, Samsun’a Osmanlı devletinin görevlendirmesiyle gitmiştir. Görevi ise Vahdettin’in masaya vurarak belirttiği gibi Milli Mücadeleyi başlatmaktır. Haddizatında bu vazifeyi ifa etmek için gönderilen tek kişi Mustafa Kemal de değildir.
 
Mustafa Kemal’i Samsun’a böylesine önemli bir vazife için görevlendiren bizzat Sultan Vahdettin olmasına rağmen daha sonraki süreçte ve zahirde Paşa’yı görevden azletmesi, rütbelerini alması ve asi ilan eden fermanı nedeniyle “hain” ilan edildi. Yıllar yılı Sevr’i imzaladığı yalanı kitaplarda dolaştı. Saltanatın sona erdirilmesinden sonra çok sevdiği vatanını bir İngiliz gemisiyle (sanki başka gemi varmış ve İngilizlerden habersiz adım atabilirmiş gibi) terk etmek zorunda kalışı da ballandıra ballandıra bu ithama sos edildi. Oysa O, daha Paşa’yı görevlendirirken baldıran zehri içtiğinin farkındaydı. Milleti var kılmak, vatanı yaşatmak için kendini feda eden adamdır, Vahdettin. Öyle ki vefat ettiği haberi kendisine ulaştığında, “Dünyanın en dürüst ve namuslu devlet adamını kaybettik” diyen de yine Atatürk’ten başkası değildir. 
 
Bir ülkede rejim değiştiğinde, hainler de kahramanlar da çoğalır. Vaktiyle milli mücadelenin en önemli isimlerinden biri olan Kazım Karabekir Paşa’nın bile hain ilan edildiğini ama sonra 1946’da TBMM başkanlığına kadar yükseldiğini hatırlayalım. 
 
Vaktiyle ‘Son Sultan’ın hayatını okumuş, İstanbul’u terk edişini, sonra Malta, Mekke ve ardından San Remo’ya gidişini, orada vefat edip kimsesiz biri gibi defnedilişini ağlayarak öğrenmiştim. Yaptığım bu okumadan yıllar sonra onunla yeniden karşılaştığımda, Şam’da medfun idi. Ziyaret edip kalabalığın elverdiğince hüznümü içime çektim. Yine yalnızdı. İmparatorluğun en zorlu yılları olan 1. Dünya (paylaşım) Savaşı sonrasında tahta çıkmıştı. Sarayda yalnızdı, mücadelesinde yalnız. Ölürken de durum değişmedi. Ömrünün son yılları, tam anlamıyla sefaletle geçti. Öyle ki 16 Mayıs 1926 tarihinde vefat ettiğinde, cenazesine haciz bile geldi. Haciz nedeniyle cenaze 15 gün defnedilemedi. Sonunda kızı Sabiha Sultan, küpelerini satarak borcu kapattı ve defin işlemine geçilebildi. Vahdettin’in ‘vatanı sattığını’ iddia edenler, vicdanlarından geriye kalan kırıntının lojistiğini reddetmeyerek onun nasıl bir sefalet içerisinde yaşayıp öldüğünü fehmetmeye çalışsalar bari. 
 
İftihar edilecek bir miras
 
Peki nereye defnedilecekti? Bir Hıristiyan mezarlığı onun ebedi istirahatgahı olamazdı. Kendi ülkesine gelmesi, işten bile değildi. Bir zamanlar vatanı olan Suriye seçildi. Cenaze, ülkede askeri törenle karşılandı ve dedesi Yavuz Sultan Selim tarafından yaptırılan Şam’daki Sultan Selim Cami avlusuna defnedildi.
 
Ailesine kanıyla olduğu kadar ıstırabıyla da bağlı olduğunu terennüm eden Sultan Vahdettin’in kızı Sabiha Sultan’ın mektubundan bir pasajla bitirelim:
 
“Gönlüm ister ki Türk Milleti, tarihine karşı hürmetkar olsun... Maziye karışan bedbaht hükümdarlara şimdiye kadar yüklenen ithamların yerinde olup olmadığını tam bir müsamaha ve titizlikle tetkik etsin... Bugün Cumhuriyet kurulmuş, ailemiz vazifesini yapıp geçmiştir... Milletimiz için Osmanlı tarihi iftihar edilecek bir mirastır. İmparatorluk ayrı bir devirdi fakat o da Türk’ün idi, bugünkü Cumhuriyet de Türk’ün malıdır.”