Halep mutabakatı sonrası Türkiye-Rusya ilişkileri

Prof. Dr. Nurşin Ateşoğlu / BİLGESAM Başkan Yrd.
24.12.2016

Türkiye’nin Halep’te sivillerin tahliyesini sona erdirmek üzere Rusya ile başlattığı diplomatik istişarelerin üç ülkeyi masaya oturtacak noktaya gelmesi, Batı’da ama özellikle de Washington’da kaygı ile izleniyor. Sorulan soru; Ortadoğu’da yeni bir eksen mi oluşuyor? Bu soru dillendiriliyor çünkü bu üç ülkenin ortak noktalarından biri de Batı ile olan ilişkilerinde ciddi sorunlar yaşaması.


Halep mutabakatı sonrası Türkiye-Rusya ilişkileri

Halep’teki insani dramının aşılması konusunda son dönemde yaşananları hepimiz biliyoruz. Dünya kendi derdine gömülmüşken son aylarda Türkiye hem Batı hem de Rusya ve İran nezdinde aktif bir mekik diplomasisi sürdürdü. Sonuçta, bir yandan Rusya’nın rejim üzerindeki etkisini kullanmasıyla diğer yandan Ankara’nın Suriye’deki muhalifleri ikna etmesiyle yaklaşık 40 bin Suriyelinin Halep’in doğusundan tahliye edilmesi mümkün oldu. Tahliye süreci sorunsuz geçmedi; İran’ın etkisi altındaki Şii milislerin tahliye konvoylarına saldırması ile zaman zaman sekteye uğradı. Bu sefer de Türkiye ve Rusya’nın arabuluculuğu sonucunda İran’ın tahliye konusunda ileri sürmüş olduğu ek koşullarda uzlaşı sağlanması gerekti. Nihayetinde Suriyeli muhaliflerin ve Doğu Halep’te mahsur kalan sivil halkın büyük bir çoğunluğu İblid’e tahliye edilebildi. Aslında Suriye özelinde uzun bir süredir farklı ve zıt düşüncelere sahip üç ülkenin Suriyelilerin Halep’ten tahliye edilmesi gibi bir insani meselede yeni bir iş birliği zemini yakalamış olmaları oldukça dikkat çekici bir gelişme. Bu durum, Suriye denkleminde sahadaki gelişmelerin sürekli değişmesiyle ilintili olarak devlet ve devlet dışı aktörlerin konumlarını zorunlu olarak yeniden belirlediklerini gösteriyor. Suriye’nin geleceğiyle ilgili zıt görüşlere sahip aktörlerin savaş alanının, üstlendikleri rollerin ve risk hesaplarının dayattığı koşullar sonucu bir araya gelebileceklerini en son İran, Türkiye ve Rusya arasında Halep üzerinde ortaya çıkan uzlaşıda gördük. Bu üç ülkeyi şu anda Suriye’de Halep üzerinden birbirine yaklaştıran en önemli unsur, küresel seviyede süregelen Batı ile Rusya arasındaki jeopolitik kırılma ve bunun sahaya yansımasıydı şüphesiz. Suriye’nin geleceğinin nasıl şekilleneceğini tahmin etmek için Batı faktörünü, özelde ABD-Rusya ilişkilerinin geleceğini aklımızın bir köşesinde tutmamız bunun için gerekli. Fakat tüm bu jeopolitik hesaplamalar ve dengelemelere rağmen yadsıyamayacağımız bir husus daha var; Türkiye ile Rusya arasında ikili ilişkilerde yaşanan normalleşme Halep konusunda sınırlı iş birliğinin ortaya çıkmasında çok önemli bir ilk adım oldu.

Mutabakatının ilk adımı

Türkiye, uzun bir süredir muhatap olduğu Suriye kaynaklı çok yönlü terörist tehditler konusunda Batılı müttefiklerini uyarmaktaydı. Ankara’nın rahatsızlığının esas kaynağının Batı’nın DEAŞ ile mücadele ediyor gerekçesiyle PKK/PYD/YPG’ye verdiği destek olduğu malum. Ankara, bu desteğin Türkiye açısından nasıl bir güvenlik sorununa dönüştüğünü diplomasi aracılığıyla müttefiklerine anlatmaya çok çalıştı -ki PKK ve DEAŞ’ın birbiri ardına düzenlediği terör saldırıları ve yaşanan can kaybı kendi başına zaten çok şey anlatıyordu-. Ancak müttefiklerin Türkiye’nin hassasiyetlerini dikkate almak konusunda son derece nobran davrandığı bir dönemde, Ankara’ya sürekli kendi güvenliğini kendisinin sağlayabilecek güçte olduğu hatırlatıldı. Sonuçta diplomasinin yanında, sınırın ötesinde tehditlerin sonlandırılması amaçlı bir askeri operasyonun başlatılması stratejik bir zorunluluk halini aldı. Cereblus operasyonu ile başlayan Fırat Kalkanı’nın gerçekleştirilmesi için kilit konumdaki ülke, Suriye’deki askeri varlığının doğası gereği Rusya Federasyonu’ydu. Nitekim Ankara-Moskova normalleşmesi sonucunda Moskova Türk Hava Kuvvetleri’nin Suriye üzerinden uçuşuna engel olan hava savunma sistemlerini devre dışı bıraktı ve Cerablus askerî harekâtı başladı. Türkiye’nin Cerablus operasyonu konusunda Rusya’yı ikna etmesi karşısında Batılı başkentler ve özellikle de Washington DC, Cerablus operasyonuna istemeksizin yeşil ışık yakmak zorunda kaldı. Ancak, bu yeşil ışığın sarıya dönmesi an meselesiydi. Nitekim Türkiye’nin ÖSO ile sürdürdüğü Fırat Kalkanı operasyonu, kısa bir süre sonra DEAŞ ile mücadelesinde başarılı olup da El-Bab’a dayanınca, durum ABD’yi rahatsız etti. Washington’a göre, Türkiye’nin sahadaki bu yeni askeri varlığı, ABD’nin Suriye’nin kuzeyinde bir PYD-PKK kuşağı oluşturma planlarını zorlayabilirdi. Bu da ABD’nin tercih ettiği bir durum değildi; zira Obama yönetimi uzun bir süredir Ortadoğu’nun özellikle de Levant’ın zayıf ve parçalı devletimsi yapıları barındırır biçimde dizayn edilmesi üzerinde çalışıyordu. Washington’ın ima ettiği: Sykes-Piccot işlemediğine göre Ortadoğu’ya kendi 30 yıl savaşlarını dayatabiliriz düşüncesi. Bu nedenle Ankara’nın girişimi ile Halep’te sivillerin tahliyesini sona erdirmek üzere Rusya ile başlatmış olduğu diplomatik istişarelerin üç ülkeyi masaya oturtacak noktaya gelmesi, Batı’da ama özellikle de Washington’da kaygı ile izleniyor. Sorulan soru; Ortadoğu’da yeni bir eksen mi oluşuyor? Bu soru dillendiriliyor çünkü bu üç ülkenin ortak noktalarından biri de farklı nedenlerle de olsa Batı ile olan ilişkilerinde ciddi sorunlar yaşamaları.

Türkiye- Washington hattı gergin. Bu gerginliğin tek sebebi de PKK/PYD’ye Irak-Suriye’de Washington DC’nin verdiği destek değil. Ankara 15 Temmuz darbe girişiminin ertesinde ABD’nin sivil yönetimi ve demokrasiyi desteklemek konusunda zorluk yaşadığının farkında. Bu nedenle FETÖ elebaşısı Fetullah Gülen’in iadesi meselesinde yaşanan ayak direme Türkiye-ABD ilişkilerini, üstelik Türkiye’de terör saldırıları neticesinde acılar her gün tazelenirken daha da geriyor. Buna Ortadoğu’nun devletimsi yapılara bölünüp sürekli istikrarsızlık üreten bir yer haline gelmesine Ankara’nın Washington’a rağmen direnmesi eklenince iki ülkenin ilişkilerini tanımlarken kullandığımız soğukluk sıfatı az kalıyor. Normalleşmenin hemen öncesi ve sonrasında Ankara ve Moskova’da kimi çevrelerin ifade ettiği üzere Türkiye-ABD ilişkileri bu haldeyken Moskova Ankara’yı dinlemek konusunda daha büyük bir çaba gösterdi.

İran yönetimi ise, Obama yönetiminin son aylarında Tahran’a yönelik yeni yaptırımlar uygulamasından oldukça rahatsız. Ayrıca, bir ay sonra Amerika’da ipleri eline alacak yeni Trump yönetiminin İran’la ilişkileri nasıl sürdüreceği konusunda Tahran nezdinde ciddi kaygılar var. Tahran’da muhakkak İran, zor ele geçirdiği Amerikan kartını Türkiye-Rusya yakınlaşırken kaybederse ne olur diye soruluyordur. Suriye savaşına İran’ın ne kadar yatırım yaptığı biliniyor. Jeopolitik hesabını yanlış yapıp hem ABD hem de Rusya desteğini kaybederse Suriye’nin siyasi geleceğinin belirlenirken İran’a düşecek söz ve pay azalabilir. Tüm bu zor sorular İran’ı bir an önce hareket etmeye, bu acele de acımasızlığa itti. İran kontrolündeki milislerin Rejim güçleriyle beraber Doğu Helep’te yaptıkları şu ana kadar Suriye’de İran’ın elde ettiği siyasi/askeri kazanımları 20 Ocak’tan evvel stratejik bir siyasi kazanca dönüştürme çabası. Oysa Suriye Savaşı İran’ın savaşan kara gücü olmasından kaynaklanan avantajlarının da sınırları olduğunu gösteriyor. Örneğin Rusya, Tahran’ın görüşlerine başvurmadan yeni ve alternatif bir Suriye siyasi çözüm planı oluşturabiliyor. İran bu planın dışında kalma lüksüne şu an için sahip olmadığının farkında. Bu nedenle Tahran yönetimi, Trump döneminin kendi bekası için neler getirebileceğini bilmediğinden şu andaki kazanımlarını garantileyeceğine inandığı Suriye’nin toprak bütünlüğünü önceleyen siyasi çözüm fikrini ciddiye almaya başlamıştır. Kısaca Tahran’ın, ABD’nin Suriye’nin parçalanmasını hızlandıracak bir PYD-PKK kuşağı oluşturulması fikrine giderek daha da uzak durma olasılığı biraz daha artmıştır.

Tek dışlanan Rusya değil

Bilindiği gibi, Rusya, uzun bir süredir Batı kaynaklı bankacılık ve enerji konusundaki yaptırımlara muhatap olmakta. Ukrayna ve Suriye müdahalelerinden jeopolitik kazanımlarını pekiştirmiş olarak çıkan ama bu kazanımlar için önemli bir ekonomik bedel ödeyen Rusya için çok kritik bir geçiş sürecindeyiz. Moskova, ABD’de Trump, yönetimi devralmadan önce Suriye’de elini sağlamlaştıracak ama kendisine de ek bir iktisadi yük getirmeyecek bir siyasi çözümün peşinde.  Kobani krizinden bu yana, Moskova, Bosna hikayesinin Suriye’de tekrar sahnelendiğini görüyor. PYD’nin Suriye’nin kuzeyinde ABD’nin desteğiyle etnik ayrıştırmaya dayalı bir PYD-PKK kuşağı oluşturmasının Rusya için ne anlama gelebileceğini de tartıyor. Hikâyeyi bütünleyen ikinci sahne için petrol bölgelerine, yani Irak ve Libya’ya dönelim. Avrupa ve ABD’nin Libya ve Irak petrolleri ile Akdeniz doğal gaz kaynaklarını Rusya’yı dışlayacak şekilde Batı’ya taşıma, böylece AB’nin enerji arz güvenliğine alternatif oluşturma planları eskiden beri vardı; bugün daha da ciddiyet kazandı. Bu ciddiyeti fark edenler jeopolitik/jeo-ekonomik oyunu özetliyor: Libya müdahalesi bir petrol savaşıydı; Rusya kandırıldı. Suriye iç savaşı bir doğal gaz savaşı ve Rusya kandırılamayacağını kanıtlamak istiyor. Ancak gözden kaçan; bu alanlardan geçecek petrol ve doğal gaz oyunundan tek dışlanmak istenenin Rusya olmadığı. Türkiye’yi de ikinci plana atan, dışlanma riski ile karşı karşıya bırakan bir enerji oyunu olasılığı Batı başkentlerinde ve Washington’da pişirilmiş durumda. Türkiye, ekonomik, askeri, siyasi cezalandırmalarla karşı karşıya kalan kızgın bir Rusya ile burun buruna Avrupa’nın askeri ve ekonomik güvenliğinin Türkiye’den başladığını anlatmaya çalışıyor. Sadece bu nedenle bile Moskova-Ankara/ Moskova-Ankara-Tahran diyaloğu önemli.

El-Bab’da le Carré okumak

Ankara’da bir sergi açılışında Rusya Federasyonu Büyükelçi’si suikast sonucu hayatını kaybetti. Olayın vahim tarafı çok tartışıldı ve hep aynı soru soruldu: Bu elim saldırı Türkiye-Rusya yakınlaşmasını mı hedefliyor? Ortadoğu karıştığından; Ankara da Rusya da Ortadoğu’da güvenliğin çizilmesinde dışlanamayacaklarını farklı mekanizmalarla birbirlerine ve diğerlerine anlattıklarından itibaren ilişkileri çok farklı ama bir o kadar da zorlu sınavlardan geçiyor. Duyduklarımız, düşündüklerimiz, tahmin edebildiklerimiz adeta bir le Carré romanında olduğumuz izlenimini veriyor; yani tüm entrikaların stratejik amaçları var. Saldırının bu yönünü bir tarafa bırakarak, uluslararası politikanın içerisinden soğukkanlı bir gözle olaya bakalım. Bu çirkin çok yönlü saldırı, Türkiye ve Rusya’yı hedef almaktadır. Rusya’nın olayın hedefini şimdilik doğru okuduğunu da söyleyebiliriz çünkü suikast, Moskova mutabakatının çıkacağı toplantının ertelenmesine neden olmadığı gibi Kremlin, üçlü işbirliği zemininin daha da pekişeceği meali açıklamaları hemen yaptı. Birlikte hedef alındıkları bu saldırının araştırılmasında Rusya ve Türkiye birlikte çalışacak. Üç ülkenin dışişleri bakanlarının ‘Moskova Deklarasyonu’ adı altında Suriye’nin yeni yol haritasını belirlemiş olmaları Moskova’nın Türkiye ile var olan ilişkilerini Suriye özelinde de sürdürmekte kararlı olduğunu gösterdi. Moskova bilindiği gibi 8 Aralık’ta ABD ile Suriye konusunda yeni görüşmeler başlatmak için Washington nezdinde bir girişimde bulunmuştu. İki ülke dışişleri bakanları arasında gerçekleşen Suriye konulu bu görüşmeler 12 Aralık’ta neticesiz kalınca Rusya bu sefer Batı’yı dışlayan ama İran ve Türkiye katılımı ile gerçekleşecek alternatif bir Suriye görüşmeler trafiğini başlatma kararı aldı. Bu mutabakatla Suriye toprak bütünlüğünün ön plana çıkarılması ve Halep’te sivillerin tahliyesi meselesinde uzlaşılmış olması, Türkiye’nin El-Bab’a yönelik askerî harekâtını hızlandırmasında da Ankara’nın elini kuvvetlendirdi. Dengelerin bu kadar hassas olduğu, risklerin bedelinin yüksek olduğu bir noktadayız. Türkiye askeri varlığını bu operasyonlarla kanıtlamakta, askeri operasyonları sürdürmekte ama Suriye’de siyasi bir çözüme geçilmesi gerektiğiyle ilgili inancını da uluslararası kamuoyu ile paylaşmaktadır. Zaten Suriye’de şimdilik bir rejim değişikliği olmayacağı hususunda taraflar arası uzlaşmaya itiraz etmemiş olması Ankara’nın Suriye’de ivedilikle siyasi bir çözüme geçilmesi gerektiği inancı yüzündendir.

Siyasi çözümün yol haritası

Türkiye’nin Suriye’de başlatmış olduğu Fırat Kalkanı operasyonu ile varmak istediği nihai hedef; sınır güvenliğini sağlamak ve DAEŞ ve PYD tehdidini sınırlarının ötesinde durdurmak ve yok etmektir. Tabii, Ankara güvenlik doktrini gereği Suriye’de bu askeri operasyonu yaparken Suriye’nin toprak bütünlüğüne özen göstereceğini en baştan beri ilan etmiştir. Bu bağlamda, Ankara’nın askeri hedefleri arasında öncelikle El-Bab’ın daha sonra da Menbiç’in terörist unsurlardan arındırılması gelmektedir. Türkiye bu süreçte Suriye’nin geleceğinde El-Bab üzerinden edinilen askeri kazanımlarla irtibatlı olarak Suriyeli muhaliflerin de ülkenin siyasi geleceğinde etkili olabilmeleri için de katkıda bulunmayı temel hedefleri arasına dahil etmişti. Türkiye ileride böyle bir ihtimalin gerçekleşebilmesi adına şimdiden Rusya ile muhalifler arası görüşmelere önayak olmuştur bile.  Günümüzde küresel jeopolitik kırılma oldukça sert vuku buluyorsa da Türkiye bu ortamda bile kendisine yönelik güvenlik risklerini savuşturmak için Suriye meselesinde olduğu gibi gerekli olduğunda ilişkilerinde esneklik göstermeye hazırdır. Ankara’nın Suriye’de izlemeye başladığı bu yeni esnek politika şüphesiz hem Türkiye’nin güvenliğinin teminat altına alınması hem de Suriyeli muhaliflerin siyasi geleceğinin garanti altına alınabilmesi için oldukça gerekli bir stratejidir. Türkiye-Rusya arasında tesis edilen bu yeni iş birliğinin bundan sonra nasıl ilerleyeceği konusu kuşkusuz ABD ve Rusya arasında Trump ile küresel mücadelenin nasıl evirileceği ile yakından ilgili olacaktır. Yaklaşık bir ay içinde, Suriye ile ilgili meseleler biraz daha netleşmiş olacak. Türkiye an itibariyle Suriye’deki askeri hareketliliğini diplomasi masasında da garantilemek için zorlu ve ciddi bir mücadele vermekte.    

[email protected]