Halk yöneticiyse yönetilecek kim?

AHMET DEMİRHAN / Yazar
29.12.2012

Cemevlerinin (‘devlet’ten değil) ‘kamu kaynakları’ndan da istifade edebileceği bir ‘statü’ye kavuşamaması, aslında CHP’nin ‘kurucu parti’ iddiasından vazgeçememesinde, kendi tarihlerinde yapılan bir yasaklamayla yüzleşmek istememesinde ve ‘eşit haklar’dan gerçekten yararlanamayan Alevilerin rıza gösterebilecekleri adımların sadece ‘iktidar’dan beklenmesinde, ikna edilmesi gereken kesimin ise Alevi olmayanlar olması beklentisinde yatıyor.


Halk yöneticiyse yönetilecek kim?

Hollanda’da 1815 yılında yürürlüğe giren, 1953’te günün koşullarına uyarlanan, 2007 ve 2010 yılındaki girişimleri başarısızlıkla sonuçlanan bir yasanın kaldırılması için yeni bir çaba başlatıldı bir hafta kadar önce. Söz konusu yasa, pazar günlerinde ve ‘Pazar’ gibi kutsal sayılan belirli dini günlerde, özellikle saat 13’ten önce birçok faaliyeti yasaklıyor. Amaç o gün kiliselerde düzenlenen ayinlerin sakin ve sükunet içinde gerçekleşmesi. Kilisenin belirli bir mesafe yakınında gürültü yapılamıyor mesela, hatta kiliseye gitmek haricinde toplu olarak bulunamıyor, mesleğiniz gereği yaptığınız işleri yapamıyorsunuz. Yerel belediyeler, isterlerse, yasakların kapsamını genişletebiliyor ya da daraltabiliyor.

Ülkede böyle bir yasağın olması, demokratik bir rotasyona tabi olarak gelip giden ‘iktidar’lar konusunda değil, daha çok ‘otorite’ konusunda bize bir şeyler söyler. Çünkü iktidarların veya Meclis’te grubu bulunan partilerin (onların tabanlarının) değil, bütün bir sistemin ‘otorite’sinin ‘kaynağı’yla ilgili bir tarafı var yasağın. Özellikle yasanın eski olması ve ülkenin Napolyon işgalinden kurtulduğu 1814’ten hemen sonra, ‘kuruluş’ aşamasında oluşturulması, onun, sadece bir ‘yasa’nın kaldırılmasından daha fazla anlam taşıdığını gösteriyor. Hollanda’yı “siyasal bir birlik” olarak kuran dönemin bir ürünü çünkü söz konusu yasa ve yasayı kaldırmak, bu ‘birlik’in tanımını değiştirmek anlamına gelebilir. Kaldırılsa bile, bu, ancak o ‘birlik’in yeni bir yorumlanması anlamını taşıyabilecek bir şekilde kaldırılabilir. Yani, Hollanda’da ‘otorite’nin ‘kaynağı’ sorgulanmadan söz konusu yasağı kaldırmak mümkün mü sorusu, önümüzdeki günlerde yasa kaldırılabilirse cevabını bulacak.

Öyle görünüyor gibi, ama ‘halk’ın çoğunluğundan güç alan ve dolayısıyla kendi ‘değerler’ini diğerlerine de dayatan anlamında, İhsan Dağı’nın başka diyarlar için ileri sürdüğü “postmodern otoriterlik” neticesi olarak yorumlanması da mümkün değil bu yasağın. Anakronik bir şey olurdu tabii bu; elbette Orta Doğu’yu zaten ‘anakronik’ bir diyar olarak görüyorsak, o başka!

Öte yandan, AB ülkelerinin, her ne kadar sembolik de olsa oluşturmaya çalıştıkları “Bir AB Anayasası” fikrini rafa kaldırmalarının arkasında, sadece Fransa ve Hollanda’daki referandumlarda ‘hayır’ oyu çıkması gibi formel bir neden mi rol oynadı? Farklı farklı “kurucu otorite”leri ve “değer ve norm”ları, aynı “çatı otorite” altında birleştirebilmenin güçlüğü, iki ülkedeki referandumda da ‘hayır’ oyu çıkmasının arka planı olduğu gibi, bu rafa kaldırmada pay sahibi değil miydi? Bunlar da bu yasadan kalkarak geniş bir çerçeve içinde ortaya atılabilecek sorulardan bazıları. Bu durumun bizdeki “değiştirilmesi dahi teklif edilemez”likle aralarındaki fark, birisinin ‘kurucu’ olması, diğerinin ise ‘koruyucu’. Bizde Hollanda’daki gibi böyle bir “kurucu otorite” bulabilir miyiz, çok fazla üzerinde çalışıl(a)madığı için bir şeyler söylemek güç. Görünüşte TBMM, Kurtuluş Savaşı’ndan galip çıkan bir meclis olarak, böyle bir işlevi haiz addedilebilir.

“Halk egemenliği”nin bir simgesi olarak duran (kuruluş tarihi “milli egemenlik” bayramı olarak kutlanan) TBMM, daha geç tarihlerde “kuvvetler ayrımı” gereği bir ‘yasama’ organı olarak kabul edilse de, ilk başlarda simgesel olarak da olsa böyle ‘kurucu’ bir ‘otorite’ gibiydi (‘iktidar’ ve ‘otorite’ tek partide cisimleşmişti; “kuvvetler birliği” benimsenmişken, ‘fonksiyon’lar ayrı addedilmişti; hükümet, “meclis hükümeti” idi ve meclisi, mesela seçim ilan ederek düşüremezken, meclis hükümeti düşürebiliyordu vs. Bir de tabii ‘ilk’ ve ‘ikinci’ meclis durumları var). Ancak Cumhuriyet tarihi boyunca, ne ülkede ‘halk’ adına, iktidar ve onu dengeleyecek diğer mekanizmalar üzerinde ‘otorite’ makamı olabildiğini, ne de böyle bir ‘kuruculuk’ iddiasını yürütebilecek bir ortam bulabildiğini söyleyebiliriz. Hani varsa böyle işlevi, onu yürütebilmesi, Alman grameri gibi, sanki onu sınırlandıran ‘istisnacık’lara aşırı bağlanmış durumdaydı: Gramerin ayakta kalabilmesi için kural var, ama sanki o kural sayısız ‘istisnacık’ var olabilsin diye var. Sadece darbeler de değildi bunun nedeni; en önemli neden, her bir fiili ya da en geniş anlamıyla, yani tek parti dönemi uygulamalarını da içerecek şekilde, her bir dolaylı darbenin toplumu yeniden dizayn ederken arkasına aldığı ‘düşünce’nin önce dizayn etmeye çalıştığı toplumu ıskalamasıydı.

Son günlerde tartışılan “kuvvetler ayrılığı” meselesini, aynı “kurucu otorite”nin değişik veçheleri, birbirini tamamlayan unsurları olarak görmek de güç. Her bir ‘kuvvet’, (‘istisnacık’ mantığı gereği) farklı bir ‘otorite’ye (gayr-i meşru bir şekilde, ama ‘meşru yol’unu da bularak) kolaylıkla yaslanabiliyordu. Dolayısıyla, aslında bizdeki “kuvvetler ayrılığı” anlayışı, Başbakan’ın somut bir örnekten yola çıkarak yaptığı eleştirilerin daha sertini, zaten ezelden (daha doğrusu, “kuvvetler ayrımı”nın, biraz gevşekçe, Anayasa’ya girdiği 60 darbesi sonrasından) beri daha temelden hak ediyor. (Amaç mevcudu ‘korumak’sa, bu cümle geri alınabilir.)

Cumhuriyet’in ‘mit’leri

‘Kurucu otorite’ problemi, aslında Cumhuriyet’in sürekli ‘mit’ üreterek kendisini mobilize etmesinin arka planını da oluşturuyor. Kurtuluş Savaşı’nda ‘din’ adına sağlanan mobilizasyon, kavmiyetçi bir ‘mit’ üretme seferberliğiyle yer değiştirirken (ve elbette bu yer değiştirmelerle toplum da sürekli biçimlendirilirken); dönem dönem Üçüncü Dünyacı bir “sol söylem”; dönem dönem, muhafazakar Türk-İslam sentezci bir söylem bunların yerlerini alabiliyordu; nihayette öyle bir kakafoni oluştu ki bütün bu farklı seferberlikler, hala Cumhuriyet ve değerleri adına “kurtuluş savaşı”nın devam ettiğini iddia edenlerden farklı “gerçek Cumhuriyet” savunularına kadar ortada çok değişik sahiplenmelere sebep olabilmekte. Ama bunları ortak bir paydada buluşturacak “ortak bir kurucu otorite”, en formel şekliyle, yani Anayasa’nın temel ilkelerinin yorumlanması düzeyinde bile, sağlanabilmiş mi, sorulması gereken önemli bir soru olarak duruyor. Zaten kendisini (henüz) kuramamış, sadece korumaya çalışan bir yapıda “kurucu otorite”den ne kadar bahsedilebilir ki?

Bizde ‘devlet’ kavramının hoyratça kullanımının arkasında elbette bu kavramın tarihsel olarak kazandığı anlam yanında, “kurucu otorite” konusundaki muğlaklık da yatıyor. ‘Otorite’yi, ‘devlet’ ile kolaylıkla özdeşleştirebiliyoruz. Ayrıca ele alınması gereken bu meselede, İhsan Dağı bile ‘otoriterleşme’ tezlerinin bir ayağını “devlete egemen olma”ya bağlayıveriyor.

Elbette “Hollanda sistemi farklı; kıyaslama yanlış” denebilir. Protestan bir ‘kuruculuk’ taşıyan (ABD dışındaki) ülkeler gibi kraliyetle yönetilen bir demokrasi Hollanda (bu bile kendi başına tuhaf geliyor kulağa, ama tuhaflık sahiden bizde). Dolayısıyla ‘iktidar’ların rotasyonu ile ‘otorite’nin sembolik kaynağını kendince dengelemiş bir ülke. Amerikan halkı ise, ‘kurucu’ gücünü, kendilerinin ‘rıza’ göstermediği uygulamalar dayatan bir kraliyete karşı ‘devrim’le elde ettiğinden ‘otorite’yi sembolik bir kraliyetle de olsa doldurması mümkün değildi. Bu nedenle seçimle gelen ‘iktidar’ı, sanki sürekli Anayasa yapar gibi davranan, yani ‘hukuki’ bir yorumcu gibi davranan (yani her türlü ‘iktidar’dan yoksun kılınan, ama ‘halk’tan devşirilen ‘otorite’nin kaynağından güç alan) Yüksek Mahkeme’yi yetkilendirerek dengelemeye çalıştı, bir anlamda Mahkeme’yi kralın sembolik makamına yerleştirdi (zaten ABD’nin “kuvvetler ayrımı” ilkesinin ‘sert’ olması, onun siyasal olarak bağrından koptuğu Britanya Kraliyeti’ndeki uygulanma tarzı açısından kıyaslanmasıyla oluşan bir siyasal algı. ABD’nin dış politikası devreye girince, “kuvvetler ayrımı”nın nerede durduğu ise, daha yakınlarda da bol bol örnekleri var, ama literatürde en kapsamlı değerlendirilen bir örnek olarak, özellikle İrangate gibi skandallar patlak verdiğinde, ayrı bir muamma).

Ama en önemlisi, Amerika’yı kuranlar, Ahd-i Atik’teki ‘ahit’leşmeye benzeşen bir ‘otorite’ anlayışı benimsemeden, yani ‘otorite’yi Tanrı’ya bağlamadan ‘kurucu’luğun tamamlanmayacağının da farkındaydılar. ABD Başkanlarından birisinin ifadesiyle Yüksek Mahkeme, “sonsuz içtima içinde bir çeşit Anayasal Meclistir”. (Buradaki o “sonsuz içtima” ifadesinde, en eski ‘sözleşme’ örneği olarak, Kitab-ı Mukaddes’te anlatılan, Hz. Musa’nın “bütün kavmi” -sadece o an orada bulunanları değil ‘bütün’ünü- önünde içtima ettirerek emirler ve yasaklar içeren “Rabbin Kitabı”nı okuması ve onlara onaylatması hadisesinin tınısı yok mu?  Kurucu Babalar, iyi bildikleri Montesquieu’nun “kuvvetler ayrımı”nı yorumlayarak kendilerine özgü bir hale getirirken, bunun yanı sıra, ‘kuruculuk’ ile Püritenlik arasında en azından simgesel bir ilişki kurmamışlar mıdır? Sahi, “kurucu mit”lerden birisi olarak, Mayflower Gemisi’ndeki yolcuların -pilgrim’lerin- yarı yolda kendi aralarındaki ‘sözleşme’leri, Amerika’nın sonradan vasfını kaybettiği Cumhuriyet’ini kurarken tahayyül edilen ‘sözleşme’den ne kadar uzaktı? Ergün Özbudun’un Milliyet’te yayınlanan “Türk usulüne göre başkanlık sistemi” yazısı elbette ki Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nda görüşülen bir taslak metni anlamak için iyi bir makale; ama Özbudun, meselenin ‘hukuki’ tarafları dışında, mesela ABD’deki sistemin arkasındaki “siyaset felsefesi” açısından bize bir şeyler söylüyor mu ki ‘otoriterlik’ tartışmasına katılanlar, sürekli bu metne referans vermek zorunda kalıyorlar? Bunlar da, tartışmanın seyri ve selameti açısından cevaplanması gereken sorular.) Bu bakımdan mesela ABD’de ‘iktidar’ı ‘otorite’ye bağlamadan (Montaigne ve Paskal gibi ‘eski’, Benjamin ve Derrida gibi ‘yeni’lerin temelini ‘mistik’ diye adlandırdığı ‘otorite’ sorusunu ortaya atmadan) bu ilişkiyi değerlendirmenin ne zemini ve ne bağlamı olabilir.

Bizde ‘otorite’ ile ‘iktidar’ arasındaki ayrımın kendisini en bariz hissettirdiği alanlardan birisi, “cemevlerinin statüsü” ile ilgili tartışmalar. Diyelim ki bir ‘iktidar’, cemevlerine ‘ibadethane’ statüsü verdi, ama böyle bir karar için ‘otorite’yi nereden alacak? Meclis’ten mi? Dolayısıyla, cemevlerinin (‘devlet’ten değil) ‘kamu kaynakları’ndan da istifade edebileceği bir ‘statü’ye kavuşamaması, aslında CHP’nin “kurucu parti” iddiasından vazgeçememesinde, kendi tarihlerinde yapılan bir yasaklamayla yüzleşmek istememesinde ve “eşit haklar”dan gerçekten yararlanamayan Alevilerin rıza gösterebilecekleri adımların sadece ‘iktidar’dan beklenmesinde, ikna edilmesi gereken kesimin ise Alevi olmayanlar olması beklentisinde yatıyor. (Aynı şeyi, Etyen Mahçupyan da yapıyor: Meclis’te ‘cemevi’ açılması talebinin, “dindarlığın sosyoloji”sinden kalkarak, Meclis Başkanlığı tarafından niye uygun bulunmadığını soruyor. Doğrusu, bu talep karşısında Meclis’in cevabı, tamamıyla, anlamsız; bu konudaki kararın ‘otorite’sini Diyanet’in üzerine atmış; ancak dindarlığın “toplumsal dinamik içinde her gün inşa edilen” bir şey olduğunu iddia etmek ne anlama geliyor?

‘İktidar’ın ‘değerler’ icadı...

Ayrıca, Mahçupyan, Alevilerin genelinin ‘dergah’ diye isimlendirdiği ‘cemevleri’nin, tarihsellik içinde, “camilerin Sünnileşmesi”ne tepki olarak doğduğunu öne sürüyor ki bu Alevilerin de kolaylıkla itiraz edebilecekleri bir iddia. Dolayısıyla ‘cemevleri’ne ‘ibadethane’ statüsü verilmemesi için geriye kala kala ‘hazımsızlık’ kalıyor Mahçupyan’a göre. Doğrusu, doğal: Diyanet’in Cumhuriyet’in başından beri problemli bir doğası oldu, ama insanların ‘dindar’lığına Ali Bulaç gibi “Diyanet muhafazakarlığı” derseniz, ‘dindar’lığı da o algı çerçevesine hapsedersiniz.) Kısacası, ‘otorite’, ne kadar öyle görünse de, öncelikle ‘siyasi’ ya da “siyaset bilimi”nin kendi başına tanımlayabileceği bir kavram değil, nihayette felsefi (ve elbette ‘teolojik’) bir kavram. Kavramın bu özellikleri ve oluşturduğu devasa bir tarih unutularak yapılacak her ‘siyasi’ mülahaza, kendi kendisini yapısöküme uğratır (Mümtaz’er Türköne’nin cümleleriyle, “otorite, meşru iktidardır” ya da “[o]toriterleşme, ancak rızaya dayanırsa sürdürülebilir” gibi kendi kendisini söken cümleler edebilirsiniz mesela) ve aslında şematik kalır; ‘iktidar’ ile ‘otorite’nin arasındaki ayrım silikleşir. ‘İktidar’a, İhsan Dağı’nın iddia ettiği gibi, “kurucu bir akıl” bağışlarsınız mesela. O zaman ‘iktidar’ın her adımında ve her retoriğinde bir ‘otorite’ keşfedeceğiniz gibi kendinizi de, toplumunuzu da ‘değersiz’leştirirsiniz. (‘İktidar’ın, ‘değerler’ icat edebileceğini, bu ‘değerler’le “yeni bir toplum” inşa edilebileceğini ve ‘değerler’in, her ‘iktidar’ın “içini serbestçe dolduracağı ‘siyasal enstrüman’ olabileceğini zanneden İhsan Dağı’yı, umarım, yanlış yorumluyorumdur. Tabii buradaki kurgusunun tersinden okunmasının, yani ‘değerler’in topluma ‘dışarıdan’ verilebileceğini ima eden bu düşüncesinin, ne kadar ‘otoriter’ bir tını içerdiğini düşünürken de, umarım, öyledir.)

Sahi, şu büyük soru, “halk yöneticiyse, yönetilecek kim?” sorusu, nasıl cevaplanmalı?

[email protected]