Adeta kendisini Tanrı'dan torpilli bir zümreden görerek davranan Tanju Özcan'ın psikolojik ve düşünsel temellerini çözmeye çalıştığımızda, ulusalcılık ideolojisine ve oradan da CHP zihniyetinin tarihsel kodlarına ulaşırız. Yeni kurucu irade kendi elitini oluştururken geleneksel yönetimlerin doğasında var olan ontolojik aristokrasiyi de transfer etmek istedi. Kitlelerin “Padişahım çok yaşa” tavrını “Yaşasın cumhuriyete” tebdil etmek iddia edildiği gibi büyük bir coşkuyla olmadı. Aksine baskılarla gerçekleşti.
Prof. Dr. Mazhar Bağlı / KTO Karatay Üniversitesi
CHP'li Bolu Belediye Başkanı Tanju Özcan, mülaki olduğu bir programda sunucunun "Unutamadığınız bir anınızı anlatır mısınız?" sorusuna müstehzi bir eda ile ve sırıtarak: "Bir açılış yapıyoruz. Tesettürlü bir hanımefendi geldi yanıma. Ankara'ya döneceğim hemen. Bolu'da yapıyoruz. 'Tanju Bey bir konu var, konuşabilir miyiz' dedi. Dedim ki, hemen Ankara'ya dönmem gerekiyor özel değilse burada anlatabilir misiniz? O kadar çok millet var ki... Söylerim dedi, sıkıntı yok dedi: 'Benim bebeğim olmuyor bana yardımcı olabilir misiniz?'. Hanımefendi dedim ben size nasıl yardımcı olabilirim o konuda" diyerek verdiği cevaptaki iğrenç imanın ve soya bağlı aristokrasiyi ideolojik aristokrasi ile tebdil etmenin tarihi yeni değildir, bu had bilmezliğin tarihi çok eskidir.
Nevzuhur seçkincilik
Bu tavırların asıl nedeni kadim olan aristokrasinin yerine inşa edilen nevzuhur seçkinciliktir. Yeni kurucu irade kendi elitini oluştururken geleneksel yönetimlerin doğasında var olan ontolojik aristokrasiyi de transfer etmek istedi. Kitlelerin "Padişahım çok yaşa" tavrını "Yaşasın cumhuriyete" tebdil etmeleri iddia edildiği gibi büyük bir coşkuyla olmadı. Aksine baskılarla ve tepeden inmeci yollar ile gerçekleşti. Özellikle devrimler üzerinden oluşturulan dönüşümün ana hedefi kitlelerin yönlendirilmesi ve sözümona "medenileştirilmesi" olduğunu görüyoruz, biliyoruz. Devlet radyolarında Türk müziğinin yasaklanmasının, ecnebi danslarının Bitlis Valiliği'nin zafer balolarında bile zorunlu hale gelmesinin ana sebebi, yeni elitlerin toplumun dizaynında yegane hak sahibi olduklarının göstermekti. Bolu Belediye Başkanı'nın da zihin uzantısı bu değil midir? Faşizme varan söylemleri ile elitist yaklaşımın en pespaye şeklini zuhur eden bu şahıs garip ve korkutucu bir sırıtma ile halk için rezil bir ima esprisini herkesin önünde yapabiliyor ve bundan hicap duymuyor. Zira ona göre hicap duyması gereken kendisi değil ona gelen aydınlanmamış, seçilmemiş ve çocuğu olmayan o başörtülü kadın idi. Savunmasında dahi sunduğu benim annem, babam da hacı argümanındaki alt metin "Ben onlara tahammül ediyorum daha ne istiyorsunuz bilinçsiz kitleler" söylemidir. Burada benim işaret etmek istediğim konu emin olunuz ki başörtüsü veya İslam değildir, ki bunları savunmaktan da büyük bir onur duyduğumu vurgulamak isterim ama bu yazıda altını çizmek istediğim esas mesele sınıfsal ayrımdır. Kendini bu memleketin sahibi olarak gören bu şahsın halk üzerinde her türlü tasarruf hakkının olduğunu düşünüp bu rezil imayı yaptıktan sonra da ne var ki bunda diyerek bunu doğal hakkı olduğunu düşünüyor olmasının sosyolojik bağlamıdır esas konu.
Tarihsel kodlar
Adeta kendisini Tanrı'dan torpilli bir zümreden görerek davranan bu kişiliğin psikolojik ve düşünsel temellerini çözmeye çalıştığımızda ulusalcılık ideolojisi ve oradan da CHP zihniyetinin tarihsel kodlarına ulaşırız. Dikkat edilirse bahse konu ideolojinin siyasi yapılanmasının yöneticileri de üyeleri de destekçileri de ülkedeki tüm üçüncü şahıslara, hep kendilerinin özgür bir yaşam bahşettiğini söylerler. İşin daha çarpıcı olan yanı ise bugün eğer isminiz Jony, George, Mary, Christin değilse "Bu bizim sayemizdedir" diyenlerin kahir ekseriyetinin geçmişinde muhtemeldir ki İstiklal Harbi'ne katılan da yoktur. Zira düğüne gider gibi o savaşa koşanlar zaten o fedakarlığı tam da bunun için yaptılar. Ama onlar "asaletinin" gereği yaptıkları bu fedakarlığı dile getirmediler fakat onların bu kazancını kendi hanelerine artı bir kar olarak yazmak isteyenler onların sahip oldukları bağlamı bozguna uğratıp yeni bir yapı inşa ettiler. Bu yapının en bariz özelliği geleneksel-soya bağlı aristokrasinin yok edilip yerine ideolojik-bir aristokrasi, pespaye bir elitizm inşa edilmesidir.
Endişeli gözlerle etrafa bakan ve üstü başı pejmürde bir vaziyette bir sandalyede oturan Sultan Abdülaziz'in arkasında iki saray görevlisi, onun omzuna yaslanarak mağrur bir eda ve gülen gözlerle poz vermiş.
Cinayet örtbas edilemedi
Bilindiği gibi Osmanlı'nın son dönemlerinde, 30 Mayıs 1876'da Serasker Hüseyin Avni Paşa önderliğindeki cuntacı bir ekip halkın lideri ve İmparatorluğun Padişahı olan Sultan Abdülaziz'i uydurma fetva ve gerekçelerle tahttan indirdi. Kısa bir süre sonra da intihar süsü vermeye çalışarak öldürürler. Her ne kadar her türlü mizansen hazırlandıysa da cinayet örtbas edilemedi. Çünkü aynı anda her iki bileğin de derin ve öldürücü bir yarılma ile hem de küçük bir sakal-bıyık traş makası ile kesilmiş olmasının mümkün olmayacağından dolayı uydurulan hikaye inandırıcı bulunmadı. "Kibirli olan padişah azledilmeyi kendine yediremedi ve intihar etti" yalanından başka hiçbir delilleri olmayan darbecilerin başı olan Hüseyin Avni Paşa ölüm haberini alır almaz olay mahalline gitmiş ve cinayet delillerini yok etmiştir. İsmet Sarıbal'a göre "Valide Sultan, Sultan Abdülaziz'in cansız bedeni başında feryat ederken yüzüğünü ve küpesini Harbiyeli Nazif adlı bir subay zorla çekip almış, ihtilalciler Sultan Abdülaziz'i bir perdeye sarıp Ortaköy karakoluna götürdükleri sırada Valide Sultan'ı da Sultan Abdülmecid'in oğlu Nureddin Efendi'nin kölelerinden Necib Efendi kollarından çekerek yalınayak, yaşmaksız ve feracesiz bir şekilde Ortaköy Karakoluna götürmüş karakol meydanında vükelanın önünde yerlerde süründürmüştür". Sözde, Valide Sultan'ın sahip olduğu mal varlığına el koymak bahanesi ile darbeciler; hem Padişah'ın hem de Valide Sultan'ın yatak odalarına kadar girmiş ve dahası cariyelerin şalvarlarına el uzatmıştır.
Bu dramatik hikâyenin esas konusu ise hiçbir yöneticilik vasfı olmayan saray soytarılarının sahip oldukları şeytani zeka sayesinde kendilerini ülkenin yönetim yapılanmasında belirleyici bir aktör haline getirmeleri ve dahası imparatorluğun da esas sahibi olarak görmeye başlamalarıdır.
Tahttan indirilip Fer'iyye Sarayı'nda tutuklu bulunan Sultan Abdülaziz'in, öldürülmeden kısa bir süre önce saray fotoğrafçısı tarafından çekilen bir fotoğrafı var. O kareden de bu konuyu son derece çok çarpıcı bir şekilde müşahede etmek mümkündür.
Fotoğrafta endişeli gözlerle etrafa bakan ve üstü başı pejmürde bir vaziyette bir sandalyede oturan Sultan Abdülaziz'in arkasında iki saray görevlisi onun omzuna yaslanarak mağrur bir eda ve gülen gözlerle poz vermişler. Sultanın yüz ifadesi ile hizmetçilerin ifadelerine dikkat edilirse "ülke yönetimindeki doğal siyasi dengenin" hangi mizansenler ve entrikalarla nasıl bozguna uğratıldığı açıkça görülmektedir. Saray soytarılarının saray soylularının yerine geçtiğinin resmidir bu.
Abdülaziz'in sırtına yaslanıp sırıtanlarla Bolu Belediye başkanının sırıtmaları arasında hem siyasi hem ontolojik hem de tarihi bir akrabalığın olduğu çok açık değil midir? Zira o da artık kendisini yönetici bir aristokrat olarak görüyor.
Bilindiği gibi aristokrasi, Atina'da, orduların başında dövüşen yetenekli ve genç vatandaş-askerler için kullanılırdı. Bunlar, cesaretin ve erdemin temsil edildiği liyakatli ve iyi kişilerdi ve işin içinde her zaman metafizik bir elin olduğuna da inanılırdı. Her ne kadar aydınlanma ile beraber böyle bir sosyolojik kategorinin varlığı dışlansa da reel hayatta soya dayalı bir yönetim tecrübesinin var olduğu konusu kolay bir hamle ile dışlanamadı ve bundan dolayı da pek çok yerde geleneksel yöneticilerin yerine geçen yeni yönetici sınıf, kendisini asilzade olarak göstermeye özel bir gayret gösterdi. Dahası teoride sınıfları ret eden sosyalizmin dahi pratikte Politbüro aristokrasisini oluşturduğunu biliyoruz. 1917 devriminden hemen sonra kurulan Politik Büro, birkaç kez kısa süreliğine kapatılmış olsa da işlevsel varlığını hep devam ettirmiştir.
Cumhuriyetin kurucu iradesi olma iddiası ile geleneksel aristokrasiyi kaldırdığını gururla söyleyen CHP'nın de esasında kendisine ait olan yeni bir aristokrasiyi inşa ettiğini görüyoruz. Ancak bu yeni mekanizmanın içinde "tanrının eli" olmadığı için insanların gönlünde eskisi kadar hüsnü kabul görmedi ve o da bunun hıncını milletten çıkarmaya başladı.
Aristokrasi inşa edilemez
Dikkat edilirse Tanju Özcan orta gelirli bir aileden gelmektedir, köyde doğmuştur. Anne ve babası memurdur. Başarılı bir öğrencidir. Ama asıl başarısını siyasi kariyerinde elde etmiştir. Belediye meclis üyeliğinden vekilliğe oradan da belediye başkanlığına uzanan bir hikayesi vardır. Antrparantez bu, yeni elitizmi geleneksel olandan ayırmayı meşrulaştıran tipik bir hikayedir aynı zamanda. "Vekillikten önce gelebildiği en yüksek makam Boluspor yönetim kurulu üyeliği olan birisi ülkede yönetici oluyor" sözünün öznesidir o artık. Ama sadece bir özne olarak kalmayacak, aynı zamanda hızlıca bir vasiye de dönüşecektir. Siyasette elde ettiği kazanımlarla o politik bir aktör olmanın ötesine geçmiş, devletin kurucu iradesi ve sahibi olmuştur. Zaten benim de bahse konu etmek istediğim bu politik pozisyonun ona hiçbir zaman ontolojik bir aristokratlığı kazandırmadığı aksine kendi elitizmini kendisinin inşa ettiğidir ki aristokrasi inşa edilebilir bir meziyet değildir ne var ki. Spor yöneticiliğinden asilzadeliğe milletvekili seçilerek terfi ettikten sonra AK Parti'nin iç rekabetinden doğan boşluktan belediye başkanı seçiliyor ama o kendisini tüm ülkenin yöneticisi olarak görüyor.Hatta ülkede yaşayan yabancıların alacağı nefesin bile kendi iznine tabi olmasını istiyor. Çocuğum olmuyor diyen "tesettürlü" kadının şahsında da tüm ülkeye "yeme içme dışındaki her şeyi biz size öğretiyoruz ve gösteriyoruz" tavrı ile karşılık veriyor ve bunu da hoş bir anı olarak hafızasına kaydediyor.