Halkın ikbalinde yüzyılın yokuşu

Ali K. Metin/ Şair, yazar
26.03.2019

İslami değerler manzumesini kapitalist statükonun ve popülizmin sarmalında soğurmaya izin vermeyecek muhkem bir tavra sahip olmak geleceğimiz için ümitvar olmanın yegane şartıdır. Bu konuda acziyete meydan vermeyecek bir dikkat, dirayet ve sorumluluk göstermek iktidar unsurlarının da bütün Müslümanların da üzerine vazifedir.


Halkın ikbalinde yüzyılın yokuşu

Türkiye’de mevcut iktidarın nasıl bir değişimi gerçekleştirdiği sorusu, farklın bakış açılarına göre farklı şekillerde cevaplanabilir, gayet tabii. Tabii olmaktan öteye bu durum düşünsel zenginliğimizin bir tezahürü olarak da kabul edilebilir. Bizatihi iktidarın bakış açısından bile farklı cevaplar üretecek sorgulamalara her zaman ihtiyaç vardır. İktidar partisinin bugünlere uzanan uzun dönemli başarısında, muhalefeti eleştirel ve ideolojik açıdan aciz bırakan sorun çözücü performansının büyük rolü oldu. Biriken dahası kronikleşen sorunlar karşısındaki icraat ve politikalarıyla iktidar, kendisini adeta toplumsal bir mutabakatın mümessili (öznesi) konumuna getirmeyi başardı. Muhalif partililerin bile itiraz edemeyeceği düzeydeki akılcı, demokratik ve reformist politikalar her kesimden insanın takdir ve desteğiyle karşılandı. Oysa bu değişim, o dönem 28 Şubat şakşakçılığı yapan muhtelif kesimlerin -fikir ve/veya çıkarları- aleyhine bir gidişata yol açmaktaydı. Buna rağmen, gelinen süreçte 28 Şubatçı anlayışlar bile artık hizaya çekilmiş, birer ideolojik maraz olarak toplum ve siyasetin marjına doğru itilmiş oldu. Sadece AK Parti ve tabanı değil, solcusuyla sağcısıyla yükselişe geçen genel sağduyu 28 Şubatçı mahfillerin üzerinden adeta silindir gibi geçti. Beraberinde iktidar partisi taban olarak güçlenmekle kalmadı, bölgesel ve uluslararası planda da önemli itibar kazandı. Belli ki, çağın ruhuna ve değerlerine muvafık, halktan güç alan bir siyasetin karşısında ideolojik saplantıların tutunabilme şansı yoktu. Hele bu saplantılar anakronik, otoriter bir siyaset anlayışıyla sürdürülüyorsa tutunacak dalı zaten olamayacaktır.

Kimlik despotizminin reddi

Son süreçte yaşanan değişime sosyolojik açıdan ve tarihsel bir zaviyeden baktığımızda, olan biteni çok kabaca, sessiz çoğunluk diye adlandırılmış muhafazakar halk kesimlerinin hukuksal ve siyasal düzlemdeki yükselişiyle tarif edebiliriz. Bu çerçevede, sistemin ve egemen unsurların muhafazakar-dindar kesimler üzerindeki baskılayıcı mekanizmaları kırılmış, hak ve özgürlük problemleri toplumsal beklentiler çerçevesinde çözülmüş, aynı zamanda bu kesimler siyasi irade anlamında egemenliklerini sürdürebilmişlerdir. Ayrıca siyasal egemenliğin kazanımları muhafazakar-dindar kesimlere siyasette, bürokraside, ekonomide avantajlı bir konumu da temin etmiştir. Başka ifadeyle, sistemin liberal değerler üzerinden restorasyonu, realitede muhafazakar-dindar kesimlerin lehine bir iyileşmeyle sonuçlandığı gibi, sürecin öznesi olan muhafazakar-dindar unsurlar bir güç alanı elde ettiler. Bunun sonucu, muhafazakar-dindar kitle toplumun ezilen, ötekileştirilen, ikinci sınıf muamele gören unsurları olmaktan çıktı. Sisteme her cephesiyle dahil oldular. Eğitimden bürokrasiye, ekonomiden medya sektörüne kadar meşruiyet, görünürlük ve etkinlik sahibi oldular. Halk çocukları tabiri caizse sınıf atlama imkanına kavuştular. Bunun sıfırdan başlamış bir süreç olduğunu söylemek yanlış olur, ancak öncesiyle sonrası arasında hem nicel hem de nitel bakımdan ciddi farkların olduğu çok aşikar. Cumhuriyet tarihi boyunca sistemin marjına itilmekten kurtulamayan muhafazakar-dindar çoğunluk bu süreçte sistemin egemen unsuru haline gelmiş oldu. Bu görece dahi olsa demokrasi açısından da gelenekçi-İslami talepler açısından da bir başarıydı. Kimlik siyasetine dayalı tahakkümcü yapının çözülmesi halkın özgürleşmesi anlamına geliyordu.

Madalyonun diğer yüzü

Fakat mesele halkın iyiliği ve selameti olduğu takdirde madalyonun diğer bir yüzü daha olmalı, işin bu kısmı belki daha da önemsenmeliydi. Devralınan sistem, halkı sadece kimlik siyasetinden ibaret bir tahakküm ve çaresizliğin muhatabı yapıyor değildi. Aynı zamanda ekonomik tahakküm ilişkilerinin zayıf nesnesi haline getirerek sosyo-ekonomik ayrışmaların devamını sağlıyordu. Ekonomik tabakalaşmanın siyasal tabakalaşma kadar problemli bir ayrışma biçimi olduğu, siyasal alandaki ayrıcalıklı katmanlaşmalar neyse ekonomik düzeydeki eşitsiz yapının da problem olarak algılanması konusunda bir hassasiyet ne yazık ki yeterince ortaya konamadı. Söylem olarak da icraat olarak da  pozitif unsurlar elbette vardı. Ancak küresel dünyadaki hakim değerler ve normlar icra edilen siyasal projeksiyonun ve sosyal politikaların temel parametrelerini oluşturdu. Neoliberalizmle ekonomik liberalizmin birbirinin tamamlayıcısı olduğuna ilişkin genel geçer kanaatleri tartışma konusu bile etmeyecek kadar -temel hatları itibariyle- sistemle bütünleşik bir pozisyon ibraz edildi. Yapılan kapitalizm veya emperyalizm eleştirilerinin var olan sistemden ve adaletsizliklerden duyulan rahatsızlık anlamında kıymetli şeyler olduğu tabii ki yadsınamaz. Ancak aslolan bunun boyutlarının ve siyasetteki yansımalarının ne olduğu, olacağı hususudur. Kapitalizmin hüküm sürdüğü yerlerde sözünü ettiğimiz rahatsızlıkların olmaması zaten beklenemez. Bunun için kapitalizm, doğurduğu çelişkileri ve rahatsızlıkları tolere edecek iyileştirmeleri yapmaktan hiçbir zaman geri kalmamıştır. Şayet kalsaydı, Marks’ın öngördüğü ihtilaller gelişmiş Batı ülkelerinde muhtemelen çoktan gerçekleşmiş olacaktı. Yaptığı reformlarla siyasal liberalizmi ikmal etme başarısını gösteren Türkiye’nin ise kendisini kapitalist dünya sisteminden ayrıştıracak bir “adalet”  anlayışı ve projeksiyonuyla temayüz ettirmesi gerekmektedir. Geçen süreçte Türkiye, halkın ve dezavantajlı kesimlerin lehine malum pek çok iyileştirmeler yaptı. Siyasal iktidar sadece uyguladığı liberal politikalarla değil, aynı zamanda bu iyileştirmeler sayesinde ciddi güç devşirdi. Halkın refah ve adalet beklentilerine bir ümit ışığı oldu. Bir yandan genel refah seviyesinin yükselmesi, diğer yandan dar gelirlilerin refah seviyesindeki görece artış, son iki yıla gelene kadar toplumun farklı kesimleri tarafından yer yer gizlenen yer yer açığa vurulan bir memnuniyetle karşılandı. Toplumun bütününe yansıyan ekonomik, sosyal iyileşmelerin olmaması halinde, siyasal iktidarın bugünlere kadar gelen başarılarına sanıyorum hiç kimse ihtimal vermeyecektir. İktidar bu yönden zamanın ruhuna ve ideolojisine uygun gerçekleşmeleri yapmış, Türkiye’yi Batılı ülkelerin yaşam standartlarına doğru ilerletebilmiştir. Burada amacımız Türkiye’nin ekonomik sorunlarını tartışmak olmadığı için, gelinen noktada ekonominin nereye doğru gittiği meselesi başka bir bahistir. Bizim üzerinde durduğumuz nokta, Türkiye’nin cari siyasetinde halk dediğimiz toplum kesimlerinin ne anlam taşıdığı, bunun kimlik siyasetinin ötesinde kapitalist ülkelerin sosyal politikalarını aşan bir projeksiyon ve değerler manzumesi içerip içermediğidir. Türkiye’deki Kemalist-laikçi statükoyu büyük ölçüde tasfiye etme başarısını gösteren siyasi iktidarın, diğer taraftan sistemi bütün boyutlarıyla halkın çıkarına ve iyiliğine olacak bir transformasyon sürecine sokma iradesi taşıyıp taşımadığını sual etmektir. Bunun için dünya sistemiyle beraber bizatihi kapitalizmin dayandığı ekonomik hatta kültürel, zihinsel normlara karşı bir itiraz ve alternatif üretme çabasına yoğunlaşmak icap etmektedir. Kapitalizme dayalı genel refah artışı sistemin daha adil ve ahlaki bir işleyişe kavuştuğu anlamına gelmemekte. Aksine kapitalizmin üzerine oturduğu haksızlıkları kamufle etmenin veya normalleştirmenin bir aracına dönüşebiliyor. Sömürü ve tahakküm ilişkileri böylelikle daha sofistike, daha çok katmanlı bir şekilde sürdürülebiliyor. Oysa kapitalizmin dışına çıkabilmek için, her şeyden önce, insanı homo-economicus’a indirgeyen ilişkiler ve değerler sistemine karşı bir tavır, dahası bir tarz-ı siyaset geliştirmek zorundayız. Halkın iyiliği ve selametinden dem vuruyorsak, bunu gerçekten halkın tamamını kapsayacak sosyo-ekonomik iyileştirme ve reformlarla realize etmek gerekir. Rekabet ve iktisadi büyüme odaklı bir sistemin bizi ahlak ve adalet temelli bir alternatif konusunda rahat bırakmasını beklememeli. Halk ancak tahakküm ve güç ilişkilerinin bertaraf edildiği bu minval bir siyasallaşma sayesinde insanca yaşamanın asaletine kavuşabilir. Refah standartlarının yükseltilmesi halkı itibar sahibi kılmaya yetmez. Halk adına yürütülen siyasetler halktan ziyade belirli güç odaklarının çıkarına bir gelişme sağlıyorsa orada halk araçsallaştırılmış anlamına gelir. Kapitalizmin ekonomi-politiğinde olduğu gibi orada da güç ve imkanların bir grup veya kesimden insanın faydasına işletilmesi söz konusu demektir. Nitekim Kemalist, komprador burjuvazinin yerini muhafazakar-dindar burjuvazinin almasıyla sistemin özünde bir değişim hasıl olmuyor. Aynı durum bürokrasi ve siyasetteki kimliksel değişim için de geçerli. Eğer buralar hizmet makamı olmaktan çok zenginleşme, statü ve sınıf atlama aracı haline geliyor, getiriliyorsa sistemsel bir değişimden söz etmeye imkanımız olmaz. Statüko dediğimiz kurulu düzen -figürler haricinde- eski tas eski hamam devam ediyordur.

Derin devrimin şartı

Bu yüzden halka dayanmakla halkın yanında olmak çok başka şeyler. Demokrasinin aldatıcı tarafı da burada. Demokrasi eni konu biçimsel mekanizmalardan ibaret bir şey olabiliyor. Propaganda ve türlü manipülasyonlarla her türlü sistemin normalleştirilmesi ve halkın motive edilmesi mümkün. Adına halk cumhuriyeti denen yönetimlerin halkın perişanlığı pahasına ne biçim oligarşik, totaliter düzenler oluşturduğunu biliyoruz. Halkçıyım demekle de halkın nabzına şerbet vermekle de samimi, gerçek anlamda halk taraftarı bir siyaset olamıyor. Bunun için iktidarın halkı temsil edici bir pozisyon, bir söylem içinde olması yetmez. Daha açık söylersek, halkın devletiyle bütünleşmesi önemlidir ama yetmemelidir. Bütünleşmeden özdeşleşmeye, hemhal olmaya doğru bir yol almak gerekiyor. 21. yüzyılın kapitalizmi aşacak muhtemel büyük siyasetinin sırrı kanımca burada. Tamamen halkın iyiliği ve yararını gözeten bir iktidar aklının oluşturulması kapitalizme karşı değişimci siyasetin temel ilkesi olabilecek mi, aslolan bu. Bu da belki her şeyden önce halk için her türlü feragati yapabilecek bir iktidar ahlakı ve yapılanmasını öngörmektedir. Dünya nimetleriyle taltif edilmiş her türden iktidar olgusuna ve unsurlarına karşı, hayırda yarışmanın erdemiyle mücehhez kadroların fedakarca cehtleriyle şekillenen bir iktidar realitesi, sessiz devrimin enerjisini daha muhteşem bir derin devrime doğru harekete geçirebilecektir. Kolay değil, kısmen ütopik hatta, ama mümkün. Bu devrim, bir tarafıyla bile olsa, fertlerden iktidar mekanizmasına doğru kanalize edilecek ahlaki bir devrimle koşulludur. Halkın içinde, halkın mütevazı hayat koşullarıyla mütenasip düzeyde bir geçimliğe talip kadrolar -ancak bu takdirde- iktidarı gerçek bir halk sevgisi ve kahramanlığıyla aşikar hale getirecektirler. Halkın ikbalini sağlamada iktidarın nefesi ve duyarlıkları nelere kifayet edecektir, pek de bilemiyoruz.

Bildiğimiz, İslami değerler manzumesini kapitalist statükonun ve popülizmin sarmalında soğurmaya izin vermeyecek muhkem bir tavra sahip olmak geleceğimiz için ümitvar olmanın yegane şartıdır. Bu konuda acziyete meydan vermeyecek bir dikkat, dirayet ve sorumluluk göstermek iktidar unsurlarının da bütün Müslümanların da üzerine vazifedir. Bunun için sistemi derinlemesine dönüştürecek bir kavrayış düzeyini ve motivasyonu ortaya koymakla mükellefiz. Problemi yorgunluk gibi belirlemelerle tahfif etmekten bilhassa sakınmakta fayda var. Mesele keşke bu kadar basit olabilseydi. Ama değil. 21. yüzyıla mührünü vuracak bir Türkiye için büyük ahlaki devrimi başarma mecburiyetiyle karşı karşıya bulunuyoruz. Dünya sistemine gerçek anlamda meydan okuyabilmemizin yolu buradan geçmekte. Fark edilmesi gereken büyük hakikat budur.

Buysa Türkiye olarak bizim aynı zamanda telef edilmeyecek kadar hassas bir süreçte, çok da tarif edilemeyen bir kavşak noktasında olduğumuza işaret etmektedir.