Halkoylaması sonuçları ve Türk diasporasını bekleyen zor günler

Aydın Enes Seydanlıoğlu / UETD Yönetim Kurulu Üyesi, Almanya
22.04.2017

Referandumda paradigmayı belirleyenlerin tercihlerine aykırı bir sonuç çıkması, Türk diasporasını Avrupa’da büyük sıkıntılarla yüzyüze getirdi. Referandum sonucu bugünkünden farklı olsaydı, varolan bazı eksiklerimize rağmen, yapılan eleştirilerin hiçbiri gündeme gelmeyecekti. Avrupa’da yaşayan Türk toplumu bütün baskılara rağmen ve sürecin sonunda neler yaşayacağını bile bile referandum sürecinde anayasa değişikliğinin geçmesi noktasında büyük destek sağladı.


Halkoylaması sonuçları ve Türk diasporasını bekleyen zor günler

Almanya Federal Parlamentosu’nda tartışmalı ‘Ermeni soykırımı’ ifadesi ilk olarak 1915’in 100’üncü yıldönümü sebebiyle yapılan anmada açık biçimde zikredilmişti. 1915 senesinde vuku bulan olaylar, gerek Federal Parlamento başkanı Norbert Lammert, gerekse dönemin  Cumhurbaşkanı Joachim Gauck tarafından İttihat ve Terakki yönetimi döneminde sözde gerçekleşmiş bir ‘soykırım’ olarak nitelendirilmişti. Alman Yeşiller Partisi tarafından 2015 yılı sonunda konu yeniden dillendirilmiş, hazırlanan ve Federal Parlamento’ya şubat ayında sunulacağı söylenen ‘Ermeni soykırımı tasarısı’ son anda geri çekilmişti. 2016 yılı Haziran ayında ise Alman Meclisi 1915 olaylarını ‘Ermeni soykırımı’ olarak kabul etti. Bu olayın hemen akabinde Türkiye’de gerçekleşen darbe girişimi Almanya’da büyük tartışmaları da beraberinde getirdi. Kamuoyunda ve basında neredeyse 15 Temmuz kalkışmasının başarılı olmayışı üzüntüsünün hakim olduğu bir hava oluşmaya başladı ve Avrupa kamuoyunda bu demokrasi direnişi doğru algılanmadı. 31 Temmuz’da Cumhuriyete sahip çıkmak adına bir demokrasi mitingi düzenlemek isteyen Türk diasporası ülkenin kamu düzenini bozmak isteyen holigan bir topluluk gibi lanse edildi. Bu mitinge Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın canlı bağlantı yapması mahkemelerce engellendi ve demokrasiye sahip çıkmak isteyen bu insanlara reva görülen bu muamele aslında referandum sonrası sürecin de habercisi oldu. “Erdoğan taraftarları Türkiye’ye geri dönsün” retoriği ve Şansölye Merkel´in sadakat beklentisi tartışmaları bu süreçte gündeme geldi. Medya ve siyasiler eliyle kamuoyunda oluşturulan bu negatif Türkiye algısı, Almanya’da ikamet eden Türklerin,  Almanya toplumuna aidiyet duygusunda kırılmaya yol açtı.

Çok kültürlü entegrasyon

Bu fırtınalı sürecin ardından referandum çalışmaları dolayısıyla Türk hükümeti yetkilileri Avrupa’daki Türk diasporası ile bir araya gelmek için harekete geçti. Geçtiğimiz şubat ayında Oberhausen’da büyük bir salon programı düzenleyen Başbakan Binali Yıldırım’ın ziyaretinde hiçbir sorun olmamışken, şaşırtıcı bir şekilde iki hafta sonra Adalet Bakanı Bekir Bozdağ’ın Almanya’nın Gaggenau kentine yapmayı planladığı program tam anlamıyla bir krize neden oldu. Bu program yerel yönetim birimleri tarafından bazı sıradan gerekçelerle iptal edildi ve bu olayı diğer bakanların programlarının iptal edilmesi kararları izledi. Bu iptaller Almanya sınırlarını aştı ve nihayet Hollanda’da vuku bulan menfur hadise ile Türk vatandaşlarına karşı aşırı sert uygulamalara yol açtı. Bahsettiğimiz bu kırılma son yaşananlarla zirveye ulaştı ve Türk toplumunda bu coğrafyada istenmeyen insan psikolojisi oluşturdu.

Bütün gelgitler ve siyasi çekişmeler, süreç içerisinde Türkiye ve Avrupa arasında başat sorunun diaspora Türkleri olduğuna işaret etti. Türkiye ve Avrupa ülkeleri arasına sıkışmış Türk diasporasıyla ilgili her iki tarafın birbirinden çok farklı tasavvurları olduğu görülmektedir. Avrupa, Türkiye’nin diaspora Türklerini kendisi için bir dış politika enstrümanı olarak kullandığı varsayımından yola çıkıyor ve bu teori çerçevesinde politikalar geliştiriyor. Bu algıyla Türk toplumu, Avrupa ülkelerinde iç güvenlik ve toplumsal entegrasyon için bir risk olarak değerlendiriliyor. Avrupa’daki monokültürel eğilim ve bahsedilen algının bir sonucu olarak asimilasyon politikaları, çok kültürlü entegrasyon stratejilerinin önüne geçiyor. Asimilasyon nosyonunun kabul gördüğü Avrupa siyaseti, Türklerin asimilasyonuna engel olduğunu yahut olabileceğini düşündüğü kurumlara karşı agresif bir kampanya başlattı. Avrupa’da “devlet aklı”  bu kurumlara karşı önemli bir mücadele yürütmekte ve kurumların meşruiyetlerini tartışmaya açmaktadır. Bu bağlamda kısa adı DİTİB olan, 896 derneği bir çatı altında temsil eden ve Almanya’da yüzbinlerce Müslümana hizmet veren Diyanet İşleri Türk İslam Birliği, bir takım ithamlarla hırpalanmaya ve meşruiyeti sorgulanmaya çalışılmaktadır. Bir şahsın kendi üzerine vazife olmayan sorumsuz bir yazısının gündeme gelmesiyle Almanya´da bütün imamlar zan altında bırakılmış, kamuoyunda imamlar ajanlık suçlamaları ile itham edilmiştir. DİTİB’e yönelik bu uygulamalar devam ederken de büyük kitleleri temsil eden birçok dernek bu metotlarla yıpratılmakta, Türk diasporasının binde birini bile temsil etmeyecek yapılanmalar Türkiye´de mevcut hükümete muhalefet olsun diye Avrupa basınında ön plana çıkarılmaktadır. Asimilasyona direnen Türk diasporası ve kurumları bu şekilde gözden düşürülmeye çalışılmaktadır. Bu dışlayıcı ve yapıcı olmayan tutumun devam etmesi, Avrupa’da yaşayan Türk azınlık ve içinde bulunduğu toplumun fertleri arasında ciddi bir çekişmeyi tetikleyecektir. Ayrıca içinde bulunduğumuz iletişim ve sosyal medya imkanlarının yaygın olduğu postmodern dönemde, alışılagelmiş asimilasyon modellerinin başarılı olması da mümkün değildir.Yukarıda da ifade edildiği gibi Avrupa’daki gündelik hayatta artık Türkler kendilerinin içinde yaşadıkları ülkelerin bir parçası olmadıklarını hissetmektedir. Bu durum Almanya özelinde günlük hayatta daha net gözükmektedir.

‘Cahiller terbiye edilmeli’

En yoğun Türk nüfusunun yaşadığı bu ülkenin kültürel kodları, farklı kültürleri absorbe etmeye müsait durumda değildir. Almanya’da gündelik hayattaki dışlayıcı kültür özellikle son dönemde Türkiye ve Türk diasporası ile ilgili konularda dışlayıcı bir dil olarak belirmiştir. Referandum sonuçları sonrası Alman siyasetçiler arasından en insaflı olanı ‘evet’ oyu kullanan kaba tabiri ile “cahil” ve “eğitimsiz” göçmenler ile ilgilenilmesi ve bunların “terbiye edilmesi ” gerektiğini tavsiye etmekte, muhafazakar bazı siyasiler ise bu kesimin “sınır dışı” edilmesini talep etmektedir. Muhafazakar, liberal ve sol kesimden siyasetçilerin söylemleri neredeyse aşırı sağ, popülist partilerin söylemlerini aratmamaktadır. Özellikle son dönemde Almanya’da oluşan dominant diskur, “Erdoğan diktatör, ona oy verenler cahil” algısını oluşturdu. Bunun dışında farklı bir şey söyleyenler veya bunun aksini iddia eden yazar ve siyasiler bir anda kamuoyunda dışlanmaya başladı. Erdoğan yanlısı tavır sergileyen vatandaşlar giderek ötekileştirildi, bu durum insanların iş hayatını ve ticari hayatını olumsuz yönde etkiledi. Referandumda paradigmayı belirleyenlerin tercihlerine aykırı bir sonuç çıkması, Türk diasporasını Avrupa’da büyük sıkıntılarla yüzyüze getirdi. Oysa referandumda çıkan sonuç bugünkünden farklı olsaydı, varolan bazı eksiklerimize rağmen, yapılan eleştirilerin hiçbiri güdeme gelmeyecekti. Avrupa’da yaşayan Türk toplumu bütün baskılara rağmen ve sürecin sonunda neler yasayacaklarını bile bile referandum sürecinde anayasa değişikliğinin geçmesi noktasında büyük destek sağladı. Ayrıca referandum sürecinde sandığa gitmeyen bir kesimin varolduğu da ortaya çıktı. Bu kesimin halkoylamasına olan ilgisiz tavrı, diaspora politikaları bağlamında tekrar gözden geçirilmelidir.

Diaspora politikaları

Geride bıraktığımız 50 yılı aşkın bir süredir Avrupa’da hayatını idame ettiren Türk toplumu için kendi ülkesi ciddi bir diaspora politikası geliştirmiş değildi. Avrupa’da vuku bulan bütün bu gelişmeler incelendiğinde Türkiye’nin bu konu ile ilgili gerçekleştirmesi elzem bir takım gereksinimler olduğu dikkatleri celbetmektedir. Son yaşanan süreç Türkiye Cumhuriyeti’nin diaspora çalışmalarını bir devlet politikası haline getirmesi gerektiğini ortaya koydu. Her ne kadar meclis çatısı altında diaspora kökenli milletvekilleri tarafından bu çalışmalara başlanmış olsa da bunun bir devlet politikası haline evrilmesi büyük önem arzetmektedir. Milyonlarca Türk vatandaşının yaşadığı Avrupa’da Türk üniversitelerinin ciddi bir akademik çalışma alanı hala mevcut değildir. Diaspora Türkleri sinema konusunda ve sanat hayatında etkin değiller. Doktora tezleri ile ilgili teşvik ve yardımlar henüz yeterli oranda desteklenmemektedir. Avrupa’da yükselen Türkofobi ve İslamofobinin, özellikle muhafazakar kesimin etkilendiği kurumsal ırkçılık ve ayrımcılık meselelerinin siyasi söylemde kalması ve doktora çalışmalarına yansımaması, Türkiye’nin diaspora politikaları konusunda mesafe katetmesi gerektiğinin bir göstergesidir.

Günün sonunda diaspora Türkleri ne Türkiye için bir dış politika enstrümanı olmalı ne de Avrupalı devletler tarafından bir risk unsuru olarak ya da bir güvenlik sorunu olarak görülmelidir. Bu toplum iki kültür ve medeniyet arasında bir köprü vazifesi görmelidir. Avrupa’da yaşayan diaspora Türkleri de asimile olmadan entegre olmalıdır. Bu entegrasyon Türk toplumunun Avrupa’da sadece iyi işlerde çalışan ve yüksek tahsil yapan insanlar olmasından ziyade, Avrupa’da kültür üreten ve Avrupa kültürüne katkıda bulunan bir topluluk olmasını gerektirir. Mühendis veya avukat olup bir yerlerde çalışmanın yanı sıra, sinemacı, gazeteci ve sanatçı olmak, bunu yaparken de içinde yaşadığı topluma bir şeyler katıp, Avrupa’nın çok sesli ve çok renkli olmasına katkı sağlamak gerekir.

[email protected]