Ham tarikatçılar ham ilâhiyatçılar

Cemal Aydın / Yazar
6.10.2019

İlâhiyatçı tarikatçıyı müşriklikle suçluyor, tarikatçı ilâhiyatçıyı “Gitsin ateistlerin fakültesinde, ateistlere ders versin!” diyerek kâfirlikle itham ediyor. Kâfirin tanımına bu kadar yabancılar mı? Niçin sağır numarası yapan o hoca efendi kadar İslâmî olgunluğa sahip olamıyorlar?


Ham tarikatçılar ham ilâhiyatçılar

Uzun yıllar önce, İstanbul Üniversitesi’nin bir fakültesinde, bir öğrenci sözlü imtihanda bir ara insanlık hali yellenir. Hemen oturduğu tahta sandalyeyi gıcırdatmaya başlar ki hoca o sesin sandalyeden kaynaklandığını sansın… Hocaysa, öğrencisine şöyle seslenir: “Hayrola evlât, az önce çıkardığın sese kafiye mi arıyorsun?” 

Günlerden bir gün, bir hanımefendi bir âlime bir mesele danışmaya gider. Aynı hal o kadının da başına gelir. Hoca efendi, kadıncağız mahcup olmasın diye hemen “Hanımefendi, bağışlayın, benim kulaklarım az işitir, dediklerinizi duyamadım, lütfen yüksek sesle söyleyin!” der. Kadın da rahatlamış olarak derdini anlatır. Hoca efendi, daha sonra öğrenir de üzülür diye, o kadıncağız vefat edinceye kadar her ortamda sağır numarası yapar. 

Günümüze gelince… Ünlü bir tarikatçı, tanınmış bir ilâhiyatçı için “Ona kâfir demeyen de kâfirdir!” diyor. İlâhiyatçı da ona şu mealde cevap veriyor: “Doğru söylemiş, çünkü ben onun dininden değilim! O da benim dinimden değil!” 

İlâhiyatçı tarikatçıyı müşriklikle suçluyor, tarikatçı ilâhiyatçıyı “Gitsin ateistlerin fakültesinde, ateistlere ders versin!” diyerek kâfirlikle itham ediyor. 

Hayret ediyoruz, onlar ne biçim tarikatçı, bunlar ne biçim ilâhiyatçı ki birbirlerini bu kadar ağır bir şekilde suçlayabiliyorlar! Bir yandan, beş vakit namazını kılan, fakat şu veya bu konuda saçmalayan ilâhiyatçılara kâfir damgası nasıl vurulabiliyor? Diğer yandan, ilahiyatçılar da, vakit namazları dışında da zikirler yapan, virdleri olan, vaazlar veren tarikatçılara aynı damgayı nasıl vurabiliyorlar? Kâfirin tanımına bu kadar yabancılar mı? 

Öğrencisini mahcup eden o densiz profesörle, bu tarikatçılar ve bu ilâhiyatçıların ne farkı var? Bunu yapmakla karşı tarafı kazanmak yerine daha fazla bilediklerinin farkında değiller mi? Niçin sağır numarası yapan o hoca efendi kadar İslâmî olgunluğa sahip olamıyorlar? 

Videoların insafı yok  

Dahası, her iki taraf da, düşünüp taşınmadan yaptıkları konuşmalarıyla kendilerini itibarsızlaştırıyorlar. Çağımızda videolar her söyleneni kayıt altına alıyor. Kirâmen kâtibîn melekleri gibi değil bu videolar. Çünkü soldaki melek hemen kayda geçmez, belki tövbe eder diye mühlet tanır, tövbe edince de o kaydı siler. Bu videolarda ise o insaf yok. Kişinin ağzından ne çıkmışsa öylece kalıyor. 

Tarikatçısı da, ilâhiyatçısı da her soruya cevap vereyim, her an insanların karşısına çıkayım, şöhreti yakalayayım bırakmayayım derken sonradan inkâr edecekleri sözler sarfediyor. Ama inkârları kâr etmiyor, çünkü video kaydı gerçeği yüzlerine vuruyor. 

Tarikatçısı da, ilâhiyatçısı da karşısındakine durmadan koz veriyor. Tarikatçı, dinin belli ve kesin kurallarını çiğneyen sözler edebiliyor. Dinle de, akıl ve izanla da bağdaşmayan kıssalar, menkıbeler, hikâyeler anlatabiliyor. İlâhiyatçılar tarafından tenkit edilince de onları dinsizlikle suçlamaya kalkışıyor. 

İlâhiyatçı, geniş kesimlerin önünde kendi fakültesinin öğretim üyelerini dedikoducu olmakla suçluyor, ortaya hiçbir eser koymamak gibi bir sürü kusurlar göstererek meslektaşlarını yerden yere vuruyor. Tarikatçı veya başkası ilâhiyat fakültelerine saldırınca da karşısındakine hoş olmayan sıfatlar yükleyerek savunmaya kalkıyor. 

Şöhret afettir 

“Şöhret âfettir!” uyarısını tarikatçı ve ilâhiyatçılarımız niçin hiç dikkate almazlar? Nefislerinin şöhret arzusunu niçin yenemezler? Neden Allah’ın rızasını değil de, kulların alkışını tercih ederler? 

Gerek tarikatçısında, gerekse ilâhiyatçısında, tıpkı geniş halk kesimlerindeki gibi, bir dedikodu hastalığı var. Ünlü biri bir sürçü lisan etse de tepesine bir binsek diye adeta can atıyorlar. İnsanları linç edebilmek için sanki yarış ediyorlar. 

Eskiden çilehaneler ve benzeri yer veya uygulamalar varmış. Ham insanlar oralarda pişer, olgunlaşırmış. Günümüzde ise ham ervahtan geçilmiyor. 

Zekeriya aleyhisselâmın ve Hazreti Meryem’in tuttuğu sükût oruçları vardır, biliyorsunuz. Tarikatçılarımız da, ilâhiyatçılarımız da zaman zaman o sükût orucuna başvursalar ne iyi olur! 

Aslında bu karşılıklı suçlamalar kelâm ve tasavvufun ortaya çıkışından bu yana hep süregelmiştir. Peygamberimiz aleyhisselâmın ve sahabesinin yolundan sapan kendilerine göre bir din anlayışı geliştiren tasavvuf erbabı olduğu gibi, ortaya attıkları fikirlerle kendi dönemlerinin Müslümanlarını çileden çıkaran kelâmcılar/ilâhiyatçılar da olmuştur. Bundan 850 kadar sene önce yaşamış İbnü’l-Cevzî “Bir Âlimin Günlüğü” kitabında her iki uçtakileri de okurlarına tanıtır. Meselâ, onun anlattığına göre, dinimizde yeri olmayan bir ibadet şekli geliştiren tarikatçılar ortaya çıktığı gibi, onların yanında “Allah kelâmı kâğıda ve mürekkebe dökülemez!” diyerek kendilerine göre bir felsefe geliştiren ve Kur’ân sayfalarını tuvalet kâğıdı olarak kullanacak kadar ileri giden kelâmcılar da görülmüştür. İbnü’l-Cevzî her iki uçtakileri uyararak Kur’ân ve Sünnet’i esas almaları öğüdünü verir. Fakat onları kâfirlikle itham etmez. 

O zamankiler ile bu zamandakiler arasındaki asıl farksa, günümüzdekilerin her dalda cüretle konuşabilmeleri. Tarikatçısı da, ilâhiyatçısı da fıkıhtan, hadisten, tefsirden, kelâmdan tutun da ekonomi ve astronomiye varıncaya kadar her türlü uzmanlık alanında ahkâm kesebiliyorlar. Daha da ileri gidip eskilerin yanıldıklarını, kendilerinin İslâmî hakikati bulduğu iddiasında bile bulunabiliyorlar. Bilmedikleri hiçbir alan yok. Her şeyi onlara sormalıymışız. “Bana, ‘Eski âlimlerden bu fikri ortaya atan var mı?’ diye soruyorlar. Diyelim ki yok, ben söylüyorum! Var mı itirazın?” diye meydan okuyanlarını bile görüyoruz. Daha da ileri gidip “Mezhep imamlarının Kur’ân’la ne alâkası var?” diyecek kadar saçmalayanlarına da rastlıyoruz. 

‘Bilmiyorum!’ 

Mâlik ibn Enes hazretlerine bir adam sorular sormuş, sadece birkaç sorusunun cevabı verilince, “Efendim, ben şu kadar aylık yoldan geldim, beni bu soruların cevabını alayım diye gönderdiler!” diyerek sızlanmış. Mâlik ibn Enes hazretleri de “Sen şimdi memleketine dön ve ‘Ben Mâlik’e sordum, bana bilmiyorum!’ diye cevap verdi, de!” buyurmuş. 

Siz hiç günümüzün gözde tarikatçı ve ilâhiyatçılarından birinin “Bilmiyorum!” dediğini duydunuz mu? Eskiler bir fetvanın veya düşüncenin ardından tevazu ile “Vallahü a’lemü bissavâb/Doğrusunu Allah bilir!” derlerdi. Bunlarsa “Doğrusunu bir tek ben bilirim, ben!” diye yırtınıyorlar. 

Aslında biraz durup düşünseler, enâniyetlerini geriye çekebilseler, üslûplarını yumuşatsalar, başkalarını yerip kendilerini övmeseler, mütevazı olsalar ve de çok konuşmasalar hürmet görecekler. Çünkü bazıları hakikaten güzel çalışmalar yapıyor. Güzel fikirler ortaya koyuyor. Fakat ona buna sataşmaları yüzünden itibar kaybına uğruyor ve önemsenmiyorlar. 

Bu arada Hz. Mevlâna’ya ve Şems hazretlerine, Gazzâlî ve İbn Arabî gibi İslâm büyüklerine sataşacak kadar haddini bilmeyenler de var! Onlara cevabı Hz. Mevlâna versin: “Âhir zaman fitnesi olan her soysuz, kendisini öncekilerden üstün görür!” (Mesnevî, 2/3204) 

Endülüs’ün âkıbeti 

Günümüzdeki iletişim araçları hiçbir sözü saklamıyor, gizlemiyor. O yüzden her iki taraf da karşısındakinin kusurlarını hakaret etmeden, kâfirlik veya müşriklikle itham etmeden dile getirse, çok faydalı ve hayırlı olur. Çünkü bizzat şahit oldum: Herhangi bir tarikata mensup olanlar da, herhangi ilâhiyatçının peşinden gidenler de karşı tarafın ne dediğini duyuyor, görüyor. İster istemez karşısındakine kulak veriyor ve bazen haklı buluyor. O yüzden tenkitler nezaket, nezahet ve sükûnetle yapılırsa, çok daha tesirli, dolayısıyla da ıslah edici olur. 

Hem zaten alnı secdeli her iki taraf da birbirlerine böylesine insafsızca saldırmaya devam ederse, yarın mahşer gününde bunun hesabını veremezler. Bu arada, Endülüs gibi muhteşem bir medeniyetin bu tür kısır tartışmalar yüzünden batıp gittiğini unutmayalım. Roger Garaudy, “Endülüs’te İslâm/Düşüncenin Başkenti Kurtuba” kitabında o batışın sırf bu yüzden olduğunu gözler önüne serer. Aynı âkıbete dûçar olmamak için her iki tarafın da nefsânîliği bir yana bırakıp mutedil olması gerekiyor. 

[email protected]