Hangi Demirel daha makbul?

İsmail Özcan / Eğitimci / Yazar
27.06.2015

Türk siyasetindeki inişli çıkışlı yolculuğunu cumhurbaşkanlığına ulaştırarak noktalayan Süleyman Demirel’in politik yaşamını iki döneme ayırmadan onu doğru dürüst anlatmak mümkün değildir. Çünkü bu iki dönem arasında bariz farklar, hatta yüzde yüz zıtlıklar bulunmaktadır.


Hangi Demirel daha makbul?

Türk siyasetinin son elli yılına liderliği, devlet adamlığı, popülerliği ile damga vurmuş olan Süleyman Demirel,  16 Haziran’da 91 yaşında hayata gözlerini yumdu. Devlet, demokrasi, politika anlayışıyla ve bunu dile getiriş tarzıyla Türk halkının hafızalarında onun kadar derin izler bırakabilecek liderlerin sayısı çok sınırlıdır.

1960 yılından 2015’e kadar geçen 55 yılda ülkemizde devlet, toplum ve ekonomik hayattaki gelişmeleri yakından takip edebilecek yaşa, bilgiye ve bilince sahip olan vatandaşlar şu açık seçik gerçeği kabullenmekte hiç zorlanmayacaklardır. Son 55 yılda Türkiye’de ekonominin rayında gittiği, halkın devletten ve onun hizmetlerinden memnun olduğu, demokrasinin dünya standartlarına uygun olarak işlediği üç dönem bulunuyor. Bunlardan ilki, Süleyman Demirel’in 1965’ten 1971 yılına kadar süren tek başına iktidar olduğu dönem; ikincisi, Turgut Özal’ın 1983’ten 1987’ye kadar süren ilk dört yıllık dönemi; üçüncüsü, AK Partinin 2002’den 7 Haziran 2015’e kadar süren üç dönemlik tek başına iktidar olduğu dönemdir. Türkiye’de son 55 yılda büyüme, kalkınma, refah ve Türkiye’ye ayak bağı olan çağdışı yasak ve uygulamalardan kurtulma adına ne yapıldıysa bu üç dönemde yapılmıştır. Bunların dışında kalan askeri müdahale ve koalisyonlu yıllar Türkiye’nin kayıp yıllarıdır.

İki dönem / iki Demirel

Türk siyasetindeki inişli çıkışlı yolculuğunu cumhurbaşkanlığına ulaştırarak noktalayan Süleyman Demirel’in politik yaşamını iki döneme ayırmadan onu doğru dürüst anlatmak mümkün değildir. Çünkü bu iki dönem arasında bariz farklar, hatta yüzde yüz zıtlıklar bulunmaktadır.

Süleyman Demirel’in politik yaşamının birinci dönemi, politikaya ilk adım attığı 1962 yılından Cumhurbaşkanı seçildiği 1993’e kadar geçen süreyi; ikinci dönemi ise Cumhurbaşkanı olmasından ölümüne kadar geçen süreyi kapsar. Bu iki dönemde iki ayrı Demirel söz konusudur. 

1960’ların ortalarından 1990’ların ortalarına kadar Türkiye’nin siyaset sahnesinde rol alan aktörler içinde halkın çoğunluğunun favorisi daima Süleyman Demirel’di. Bu yüzden adı geçen yıllarda yapılan her seçimde (yasaklı olduğu darbe yılları hariç) Süleyman Demirel’in başında bulunduğu veya destek verdiği partiler ya tek başına çoğunluk sağladı ya da kurulacak koalisyonların birinci partisi oldu. Çünkü bu dönemin Demirel’i; bir demokrasi havarisi,  sıkı bir milli iradenin üstünlüğü davacısı, büyük ekonomik hamlelerin öncüsü olan bir politikacıydı. Onun halka, halkın taleplerine verdiği değerin sınırı yoktu. Ona göre demokrasi, “çoğunluk iradesi” demekti. Bunun da temelinde “çoğunluk aldanmaz” mantığı yatıyordu. Ama Türkiye’de bu yeterince işlemiyordu. Kimi kurum ve çevreler çoğunluğun oyunu “cahil oy çoğunluğu” olarak görüyor ve kendilerini bu çoğunluğun iradesini işlemez kılmakla görevli sayıyorlardı.  Türkiye’de çoğunluğun azınlığı ezmemesi için her tedbir alınmıştı; ama azınlığın çoğunluğa tahakkümünü önleyecek tedbir yoktu. Türkiye’nin yönetilmesinde mevcut olan sancının kaynağı bu idi.

Bu Demirel, milli iradeyi meşruiyetin yegâne kaynağı olarak görüyor; ülke yönetiminde bu iradenin belirleyici olmasının mücadelesini veriyordu. Milli iradenin yegâne temsilcisi olan parlamentonun iradesinin Anayasa Mahkemesinin kararlarıyla, yürütme organı olan hükümetin icraatlarının Danıştay kararlarıyla işlemez hale getirilmesine isyan ediyor; yetkisi olan, ama sorumluluğu olmayan organların, sorumluluk taşıyan organların yetkilerini kısıtlamasını “davul benim omzumda, tokmak başkasının elinde” diyerek eleştiriyordu.

Bu Demirel demokrattı, özgürlükçü idi. Çoğulculuğu, çoksesliliği içselleştirmişti. Şahsına ve iktidarına karşı yapılan eleştirilere karşı hoş görülü ve tahammüllü idi. İktidarını protesto için yürüyüşler yapılmasını, “Yollar yürümekle aşınmaz!” diyerek özgürlükçü bir anlayışla karşılıyordu.

Türk milletinin karnı tok, sırtı pek olmasının; bunun için herkese bir ekmek kapısı açabilmenin gayreti içindeydi. Uluslararası standartlarda yollar, köprüler, barajlar vb. inşa ederek Türkiye’yi mamur, Türk milletini müreffeh bir konuma yükseltmenin aşkıyla yanıp tutuşuyordu. Fikret Otyam gibi iflah olmaz muhaliflerinin gözünde bile, Türkiye’nin kalkınmasının derin heyecanını duyan; ülkeye kazandırılan bir altyapı hizmeti, bir medeni eser karşısında gözleri parlayan bir Demirel imajı yaratabilmişti.

Bu Demirel’e göre halkın meşru ve makul talepleri öncelikle yerine getirilmeliydi. Sözgelişi halk, çocuğuna din dersi verilmesi için okul açılmasını istiyorsa devlet bu okulları açmalıydı. Devlet eliyle din öğretimi yapılmasının Tevhid-i Tedrisat yasasına aykırı olduğunu söyleyenlere, “Eğer Tevhid-i Tedrisat yasası, devletin, halkın çocuklarına dinini öğretmesine engelse, burada yanlış olan devletin din öğretmesi değil, buna mani olan Tevhid-i Tedrisat yasasıdır.” diye karşılık veriyordu.

Hâsılı halkın Süleyman Demirel’inin halkın memnuniyeti ve mutluluğu söz konusu olduğunda demokratça bir duruş sergilemesinin sınırı yoktu. Çünkü politika milletin sorunlarına çözüm üretme aracıydı ve ancak bu amaçla yapılırdı.

Statükocuların, bir başka deyişle vesayetçilerin Süleyman Demirel’ine gelince: Bu Demirel, Cumhurbaşkanı olduktan sonra halkın demokrat Demirel’inin bütün iddialarından vazgeçmiş, o bağlamdaki mücadelelerini terk etmiş, önceden baş tacı saydığı halkın hissiyatına ve duyarlılıklarına sırt çevirmişti. Artık, “Türkiye’de sesi çok çıkan, eli her yere uzanan bir azınlık var; bir de sessiz, sakin, kendi halinde bir çoğunluk var; biz işte bu ikincinin temsilcisiyiz, sessiz çoğunluğun sesiyiz!” diye meydanları inleten Demirel’den nam ü nişane kalmamıştı. Çünkü yeni Demirel, vaktiyle sesi çok çıkan azınlık olarak nitelediği kesimlerin; laikliği, Atatürkçülüğü kullanarak millete yaşam tarzı dayatanların temsilciliğine soyunmuştu.

Statükonun Demirel’i

28 Şubatı izleyen günlerde, Cumhuriyet seçkinlerinin doldurduğu, 9. Senfoninin çalındığı bir salonda, “İşte çağdaş Türkiye!” diye coşarak bu çevrelerle ne kadar duygu birliği içinde olduğunu ispatlamış ve bütün salonun gönlünü şâd etmişti.

Yeni Demirel, türban yasağını kaldırmak için yapılan anayasa değişikliğinin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından onaylanmasından sonra, “Istırap içerisindeyim” diye demeç vermişti. Daha sonraki bir konuşmasında da türbanı şeriata giden yolda bir adım olarak nitelemişti. Eski Demirel olsaydı, “Yanlış olan kızlarımızın türbanla üniversiteye girmek istemesi değil, buna karşı uygulanan yasaktır ve bu yasağın arkasındaki yüksek mahkeme kararlarıdır!” diye demeç verirdi.

Halkın Demirel’i ordunun politika yapmasına, siyaset üzerinde vesayet uygulamasına, daha da ileri giderek darbe yapmasına ince ince eleştiriler yöneltirdi. Bu maksatla anlattığı fıkralardan biri şuydu: “Allah önce milletleri, sonra bu milletler için orduları yaratmıştır. Mesela Allah önce Alman milletini, sonra bu millet için Alman ordusunu yaratmıştır. Allah önce Fransız milletini, sonra bu millet için Fransız ordusunu yaratmıştır. Türkiye’ye gelince, Allah önce Türk ordusunu, sonra bu ordu için Türk milletini yaratmıştır.”

Yeni Demirel’den artık böyle fıkralar anlatmıyordu. Çünkü bu Demirel; orduyla, üniversiteyle, iş çevreleriyle koalisyon halinde 28 Şubat Post Modern Darbesini kotarmıştı. Ondan sonra da orduyla arasını hiç bozmamıştı.

AK Parti iktidarıyla Türkiye’nin politik, ekonomik ve toplumsal hayatta yakaladığı istikrarı kendisinin ortağı olduğu koalisyonlar yakalamış olsaydı, halkın Demirel’i Türkiye’yi hiç tereddüt etmeden bir istikrar adası olarak ilan ederdi. Böyle başarılı bir iktidara karşı kapatma davası açılmasını da milli iradeye tecavüz olarak niteler ve bütün dünyaya bir skandal olarak ilan ederdi.

Yeni ya da statükocu Demirel, her türlü söz ve eylemiyle, elit kompleksine yakalanmış statükocu çevrelerin en muteber, en gözde adamı olmuştu. Bu sebeple de tecrübe, bilgelik, âkil adamlık, ombustmanlık gibi sıfatları ve payeleri sadece bu Demirel’e layık görüyorlardı. Demirel’in eski gözdesi mütedeyyin/muhafazakâr Türk halkı ise mütevazı köşesinden Yeni Demirel’i öldüğü güne kadar sessiz, sakin, ama ibretle ve hüsran duygularıyla seyretti.

[email protected]