Hangisi öncelikli; toplumsal iktidar mı siyasal iktidar mı?

Metin Karabaşoğlu/Yazar
22.02.2014

Bugün geniş toplum kesimlerinde ciddi bir tedirginliğe yol açan Ak Parti-Gülen Cemaati gerilimiyle, aslında ileride vuku bulacak muhtemel ve çok büyük bir tehlikeden ‘ucuz kurtulduğumuz’ dahi söylenebilir. Çünkü görünen o ki, bu gerilimle birlikte, Türkiye toplumu Kemalist vesayetin yerini alacak ‘din etiketli,’ dolayısıyla din ve dindarlar açısından sonuçları daha vahim bir vesayetin eşiğinden dönmüştür.


Hangisi öncelikli; toplumsal iktidar mı siyasal iktidar mı?

Kur’ân sûrelerinin en celallisi olarak Tevbe, 122. âyetiyle mü’minlere iki vazifeyi birden hatırlatır. Sûrenin önceki âyetlerinde emredildiği üzere cihad mü’minlere farzdır, ama “mü’minlerin hepsi toptan seferber olacak değillerdir.” Bilakis, bazıları cihad için yola çıkarken, bazıları da Medine’de kalmalıdır. Tâ ki, ‘dinde tefakkuh’ etsinler; takvâ, amel-i salih ve rıza-yı ilâhî konusunda derin ve köklü bir kavrayışa ulaşsınlar. Çünkü, hariçte cihada gidenlerin, döndüklerinde ‘ola ki uyarılmaları gerekir.’

Bu âyet, İslâm toplumunun denge ve kıvam noktasını, bir işbölümü tablosu içinde bize sunar. Bir tarafta, ticaret, siyaset, cihad gibi ‘dışa dönük’ vazifeler vardır. Ama dışa dönük görev alanları, ‘din-dışı’ unsurlarla birebir yüzleşmeyi, hatta çarpışmayı içerdiği için, olumsuz etkilenmelere de açık alanlardır. Bir grubun haricî cihada çıkmayıp Medine’de kalarak ‘dinde tefakkuh’ etmeleri emri, işte bu muhtemel olumsuz etkilenmenin panzehiri olacaktır. Haricî ortamın olumsuz etkilerinden uzak halde içe dönük bir manevî cihadla meşgul bu mü’minler, dışa dönük vazifelerle meşgul diğer mü’minleri dinin temel ilkeleri doğrultusunda uyarmakla yükümlüdürler. O kısacık ama çok derin Asr sûresinin ‘tevâsav’ emriyle de teyid ettiği şekilde, uyarmaya ve uyarılmaya eşit derecede açık böyle bir eleştirel ahlâk içinde, İslâm toplumu istikametini koruyacaktır.

Kur’ân’ın ümmeti dışa dönüp özü ihmal veya içe kapanma gibi ifrat ve tefrit uçlarından birine veya ötekine savrulmadan çift kanatlı kılabilen bu denge çağrısının bir tezahürünü, İslâm tarihinin ilerleyen zamanlarında selef-i sâlihînin ticaret, siyaset ve yönetimle ilişkisinde görürüz. En başta dört mezhep imamının gösterdiği üzere, zahidlerin yanısıra âlimlerin de büyük kısmı, devletin güdümünde bir ‘resmî ulema’ görünümünden uzak durmuş, böylece yöneticileri hakkıyla uyarma imkânını korumayı tercih etmişlerdir.

Selef-i sâlihînin mirası olan bu tablo, İslâmî hayatın kıvam noktasını içe ve dışa dönük vazifeler dengesinin oluşturduğunu gösterdiği kadar, bu kıvam yitirildiğinde İslâmî düşünüş ve yaşayışın ‘siyaset üzerinden’ değil, ‘dinde tefakkuh’ üzerinden temsil edildiğini de ortaya koyar. İnsan devletten, toplum siyasetten önce gelir. Siyasetin insanı biçimlendirme ve toplumu belirleme kapasitesi, toplumun siyasete biçim verme iradesinden daha güçlü değildir. Dolayısıyla aslolan, kişisel ve toplumsal dindarlığın siyasî tazammunlarını elbette gözardı etmeden, insanın ve toplumun siyasete öncelenmesidir.

İşbölümü-işgüzarlık

Eğer aksi durum geçerli olsaydı, yani siyaset insana/topluma rağmen ümmetin gidişatını bizzat belirleme gücüne sahip olsaydı, İslâm toplumunun ana rotasını Emevîliğin belirlemesi gerekirdi. Halbuki, ‘siyaseten galip’ çıkmış Emevîlik değil, ‘siyaseten mağlup’ olan Ehl-i Beyt ve selef-i sâlihîn çizgisi ümmetin ana rotasını belirlemiştir. Öyle ki, suyu tersine çevirme yönündeki bütün çabalarına rağmen Emevî iktidarı ümmetin iradesine galip gelememiş, bilakis kendisini ümmete kabul ettirme adına tadilat ve tashihata kendini mecbur hissetmiştir!

Vâkıa budur. Ümmet, gideceği yönü Emevî /Abbasî/Selçuklu/Osmanlı saraylarına bakarak değil; dinin tebliğini, ahlâkın talimini ders veren mescidler, medreseler ve dergâhlara bakarak belirlemiştir. Saray dahi, bu mekânlara karşı açık bir rekabetten uzak durmuş; ‘ruhsat’ kapısını son sınırına kadar zorlamasına karşılık, bu mekânlarda temsil edilen ‘azimet’le kendini sapmaktan korumuştur.

Bu gerçek, ‘toplumsal iktidar’ın ‘siyasî iktidar’dan çok daha önemli olduğunu gösterir. Bu iki iktidarın uyumundan ümmet daima hayır görmüştür. Ama bu ikisinin ayrıştığı durumlarda, ‘toplumsal iktidar’ın taşıyıcıları eğer vazifelerini sürdürmüşlerse, ümmet istikametini koruduğu gibi, siyaseti de tekrar bu noktaya yönlendirmiştir. 

Bütünüyle İslâm tarihi, Tevbe Sûresinin 122. Ayetinin önümüze koyduğu işbölümü çerçevesinde, ‘toplumsal iktidar’ın temsilcileri ile ‘siyasî iktidar’ın mümessilleri arasındaki bu ilişki ve etkileşim çerçevesinde okunabilir.

Türkiye’nin yakın tarihi de...

Meselâ Abdülhamid dönemi, ‘toplumsal’ın ‘siyasî olan’ın denetimi ve etkisi altına girdiği, bir anlamda dinin siyaset lehine ‘araçsallaştığı’ bir duruma da tekabül eder. Bediüzzaman’ın tarifiyle bu durumun yol açtığı ‘şeriat istibdada müsait zannı,’ özgürlük talebini dine karşıtlık sûretinde dışa vuran bir zümrenin zuhuruna yol açmıştır. Önce İttihadçı A takımı, sonra Kemalist B takımı şeklinde zuhur eden bu yeni zümrenin bilhassa ikinci grubunun elde ettiği siyasî iktidarı totaliter düzeyde kullanarak dinin bütün görünümlerine karşı her türden baskıyı uygulamasına rağmen dinin ‘toplumsal alan’da gücünü koruması ise, manidardır. Kemalizm ‘siyasî iktidar’ını ‘toplumsal iktidar’a dönüştürememişse, sebebi, medreseleri, dergâhları kapatılıp vakıflarına el konulmuş, dahası Kur’ân harfleri dahi yasaklanmış olsa bile, hizmetlerini satıh altında sürdüren her türden dinî hizmet grubunun varlığını ve gayretini korumasıdır.

Öyle ki bu gayret, aksi yöndeki bunca totaliter uygulamaya ve bunca ihtilal teşebbüsüne rağmen, ‘toplumsal olan’ın siyasî alana yeniden nüfuzu sonucunu getirmiş; bir kez daha siyaset toplumun gidişatını değil, toplum siyasetin istikametini belirlemiştir. Ak Parti iktidarını, böyle okumak gerekir.

Fakat, bu dünya imtihan meydanıysa eğer, hayat sürdüğü sürece imtihan da devam edecektir. Nitekim, bu ülkenin dindarları, bu kez, ‘siyasî iktidar’ üzerinden birbiriyle sınanmıştır. Bunun en önemli sebebi, şartlar ne olursa olsun iman hizmetinin önceliğine ve sürekliliğine dikkat çeken Bediüzzaman’ın öngörüsünün aksine, ‘işbölümü’nden ‘işgüzar’lığa doğru bir kaymanın zuhur etmesidir.

Bu ‘işgüzar’lığın birden fazla tezahüründen söz edilebilir. Uzunca dönem siyasetin haksız ve hukuksuz baskısına maruz kalan dindar kesimlerin, özelde ‘toplumsal iktidar’a hitap eden dinî hizmet gruplarının, Ak Parti iktidarının konsolide olmasıyla birlikte siyasî iktidar karşısında takındıkları tutum, birkaç bakımdan arızalıdır. En başta, artık ‘başımızda dindar insanların olduğu’ düşüncesiyle aslî vazifelerinde rehavete kapılmaları, meselâ ‘dindar gençlik yetiştirme’ idealini siyasete bırakmaları bakımından arızalıdır. Daha kötüsü, siyasete angaje olmaları, bir anlamda iktidara ‘eklemlenmeleri’ bakımından arızalıdır. En kötüsü, siyasetle pazarlığa girmeleri; ‘kadro karşılığı’ seçilmiş meşru hükûmete ortak olma, hatta vesayet oluşturma teşebbüsleri bakımından arızalıdır.

Bu anlamda, ‘toplumsal’a karşılık gelen her dinî hizmet grubunun siyasetle bu yeni ilişki biçiminde en az bir arızadan söz etmek mümkündür. Ama bu arızaların en önemlisi ve en büyüğü, aslında yola çıktığı ilk günden beri ‘iktidar’ı-ama bilinen meşru yollar üzerinden değil-hedeflediği anlaşılan Fethullah Gülen hareketine ilişkindir.

Yanlış anlaşılmasın; dinî hizmet gruplarının ‘apolitik’ olmasını öneriyor değiliz. Bilakis, dinî idrakin siyasete bakan tazammunlarının olması kaçınılmazdır ve gereklidir. Ama bu, Beled Sûresindeki ‘sarp yokuşu aşma’ çağrısındaki çerçeveye uygun biçimde olmalıdır. Kavminin sosyal-siyasal-ekonomik düzlemdeki adaletsizliğine tavır koyan Şuayb Aleyhisselama kavminin yönelttiği “Ey Şuayb, bunu sana namazın mı emrediyor?” sorusunun bir benzerini bizim için sordurtacak çerçevede olmalıdır. Ama aynı zamanda, ‘şehrin öte yakasından koşup gelen adam’a “Ey kavmim! Uyun, tebliğleri karşılığında sizden (dünyevî) bir ücret talep etmeyen bu elçilere!” dedirten katıksız ihlas ve istiğnayı da özünde taşımalıdır.

Öyle olmasa ne olur peki?

Bir dinî tebliğin siyasetle pazarlığı veya siyasî bir hesabı içermesi, en başta, ‘ola ki uyarılması gerektiğinde’ siyasetin bu uyarıdan alacağı nasibi olumsuz şekilde etkiler. Dahası, toplum nezdinde, yapılan tebliğin samimiyeti konusunda kuşku uyandırarak etki alanını daraltır ve tesirini zayıflatır. Ve en kötüsü, dinî tebliğin siyasetle bu denli içli-dışlı olmasının sonucu olarak ürettiği ‘vesayet’ görüntüsüyle ‘siyaset’in olası yanlışlarının ‘din’in veya ‘dinî hizmet’in hesabına yazılması sonucunu getirir. ‘Velayet-i fakih’e dayalı İran devriminden sonraki süreçte İran toplumunun dinle ilişkisinde gelinen nihaî nokta, bu açıdan ziyadesiyle düşündürücüdür.

Ucuz kurtulduk!

Bu bakımdan, bugün geniş toplum kesimlerinde ciddi bir tedirginliğe yol açan Ak Parti-Gülen Cemaati gerilimiyle, aslında ileride vuku bulacak muhtemel ve çok büyük bir tehlikeden ‘ucuz kurtulduğumuz’ dahi söylenebilir. Çünkü görünen o ki, bu gerilimle birlikte, Türkiye toplumu Kemalist vesayetin yerini alacak ‘din etiketli,’ dolayısıyla din ve dindarlar açısından sonuçları daha vahim bir vesayetin eşiğinden dönmüştür.

Oysa dinde zorlama yoktur. İslâm, hakikate dayandığı ve fıtrata denk düştüğü için, vesayet değil, özgürlük ister. İpotekli irade değil, özgür irade talep eder. Dinin anlaşılması ve yaşanmasına dair görüşler arasından bir görüşün siyasete ve siyaset üzerinden topluma kendisini dayattığı bir yaklaşımın neticesi, Bediüzzaman’ın tesbitiyle, hakikati bütün renkleri ve veçheleriyle yaşama ve dini ‘nefesler sayısınca yol’ ile tebliğ imkânını ortadan kaldıran siyasî/ilmî/dinî bir ‘istibdad’ ve dolayısıyla ‘taklid’ olacaktır. Halbuki Müslümanların, her bir fikrin ümmetin müzakeresine açıldığı, çoğulcu, özgür bir iklime ihtiyacı vardır. “Mesleğim haktır” demekle birlikte “Hak yalnız benim mesleğimdir” demeyen; her türlü hegemonik/tahakkümcü söylemden uzak bir iklim lazımdır...

Siyasete de kendisini dayatan tekçi/vesayetçi bir söylemin sonucu ise, toplumda dindar-seküler gerilimini kutuplaşma düzeyinde tırmandırıp dinin tebliğ alanını daralttığı gibi, dindarlar arasında da belli bir anlama/yaşama biçimini bütün dindarlara dayatmasıdır. Türkiye, bu açıdan bakılırsa, böyle muhtemel ve müstakbel bir faciadan kurtulmuştur.

Bu acı ve öğretici tecrübe, öte yandan, dinin tebliğ ve temsilinin, devlete benzer şekilde örgütlenmiş ve zaten o yüzden iktidarla eklemlenme/pazarlık/vesayete çok yatkın hiyerarşik ‘cemaat’ler düzleminden ‘insan’ı merkeze alan çoğulcu bir toplumsal tecrübeye taşınması gibi bir imkânı içinde taşımaktadır.

Yaşananlar ekseninde, siyasîlerin, cemaatlerin, ailelerin ve fertlerin almaları gereken ve aldıklarını umduğum önemli dersler var.

Bu derslerden ilki, dindar fertlerin aklını başkasının cebine, iradesini de başkasının eline vermenin sonuçları konusunda son derece uyarıcı ve uyandırıcı bir tecrübeye şahit olmalarıdır. Aileler ise, çocuklarına karşı aslî sorumluluklarını ‘taşeron yapılara’ devretmelerinin yol açtığı sorunlar karşısında bir dikkate mecburen sahip olmuşlardır. Cemaatler de, aslî vazifelerine odaklanma, müzakereye dayalı bir zeminde ilerleme ve bir kişinin sorgulanmaz otoritesine teslim olmama konusunda yeterince tecrübe edindikleri gibi, siyasetle ilişkide düzey ve sınır konusunda da bir tecrübeye sahip olmuşlardır. Siyaset ise, ‘toplumsal olan’la ‘siyasal olan’ın buluşacağı/ayrışacağı sınır çizgileri konusunda bir ölçü edinmiş; en önemlisi, herhangi bir ‘kadro pazarlığı’nın zararları konusunda edindiği acı ve engin tecrübenin eşliğinde, devlet görevlerinde ‘bizdensin’ mantığının ve ‘asabiyet’in değil de dinin emrettiği üzere ‘ehliyet’ ve ‘liyakat’ın aslolduğu bir zeminin önemini iliklerine kadar hissetmiştir.

Bütün bunlardan hareketle, bu sarsıcı tecrübeden sonra, Türkiye toplumunda yeni bir dindarlığın zuhur edeceğini umabiliriz. Daha sivil, daha müzakereci, daha iknaya dayalı, daha özgür, daha dengeli, çok sesli ve çok renkli; yani olması gerektiği gibi bir dindarlık hem de...

[email protected]