Hayat tarzı

Doç. Dr. Özkan Gözel / İstanbul Medeniyet Üniversitesi
17.02.2018

Dünyayı değiştiremesek bile onunla kurduğumuz ilişkiyi değiştirebiliriz ki bu durumda dünyaya farklı baktığımız gibi, dünya da kendini bize farklı bir şekilde açar veya gösterir. Dünya insan için kendi üzerine kapanmış profan bir içkinlik düzlemi değil, sınanmalar içinden kulluğun ifa edilebileceği bir ortamdır artık.


Hayat tarzı

Hayatta gördüğün sorunun çözümü, sorunsal olanı yok eden bir hayat tarzıdır.Wittgenstein

Gündelik hayatta adeta hiç ölmeyecekmiş gibi yaşarız. Bu hayatın mantığı ölüm düşüncesini sürekli örter ve öteler, hatta dışlar. Ölen başkalarıdır, boyuna onlar ölür. Bizse sanki hiç ölmeyeceğizdir, ölecek olsak bile daha çok vardır buna. Ölüm sonra düşünülebilecek bir şeydir bizim için, epey sonra; şimdi yaşamaya bakmalıdır, doludizgin yaşamaya. Evet, ölümü düşünmenin zamanı değildir şimdi, hem hiç değildir. Değil mi ki ölüm yaşama sevincimizi söndürecek, ağzımızın tadını kaçıracak, bizi gelecek planlarımızdan edecek bir şeydir, o halde bizden hiç olmazsa bir süreliğine daha uzak olmalıdır. Necip Fazıl’ın mısralarıyla:

Sussun, sussun uzakta ölümüme ağlayan/ Gencim ölmem, arzular kanımda bir çağlayan.

Oysa, hakikatte, kanında çağlayan arzulara rağmen, dünyadaki günleri sayılı olup kesin ve kaçınılmaz bir şekilde ölüme yazgılıdır insan. Görmezden gelinemez, atlanamaz, ihmal edilemez bir gerçektir ölüm. Başka bir ifadeyle sonluluk insanın varoluşuna özsel olarak içkin olup hayatını tepeden tırnağa belirleyen bir hakikattir. Öte yandan insanın sonsuzluğa yani öte bir dünyaya iştiyakı onun ne yapsa yok olup gitmeyi bir türlü “iç”ine sindirememesi ile açıklanabilir bir bakıma. Gönül ifna bulmayı, telef olup gitmeyi, yokluğa gömülmeyi bir türlü kabullenememekte ve ölümün bir “öte”sini, sevdikleriyle “uçmak”ta buluşmayı, hülasa “sonraki” bir hayatı bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde arzulamaktadır boyuna.  

Fanilik şuuru

İnsan teemmül edebilen yani kendisini, eşyayı ve âlemi derinlemesine düşünebilen bir varlık olarak kendi üzerine katlanır ve bu surette faniliği tahammül edilebilir kılmaya bakar. Bu teemmülde o sonluluğunu derinden idrak edip hayatını fanilik şuuru üzere tanzim etmenin lüzumunu kavrar. Ölümü ve bu arada diğer hayat olaylarını teemmül, deni dünyadan bir parça yükselmeyle aşkınlığa, oradan ilahi olana açılmayı sağlar, sağlayabilir. Keza bu çaba, gündelik mantığın çerçevesi dışına çıkmayı, çıkabilmeyi mümkün kılar. İster sufiyâne olsun ister filozofik hakikat araştırması ne esasta ölüm meselesini, ne de hayatta serpiştirilmiş bir halde bulunan diğer olayları ihmal etmez hiçbir şekilde. Öte yandan, ölümü, bilhassa onu teemmülde ısrar, giderek hayatla başka türden bir ilişkiyi beraberinde getirir, getirebilir. Ama bu gündelik hayatın çerçevesini terk veya ihmal etmeyi icap ettirmez zorunlu olarak. Söz konusu olan gönülde makes bulacak bir zihniyet değişimidir daha ziyade; öyle ki bu, dünyayı değilse de dünya ile olan ilişkinin tarzını değiştirmekle ilgili bir husustur temelde. 

Gönül Hak’ta, el işte

Ölümün hakikatini kabul, giderek de bu hakikati hoş karşılama olarak fanilik şuuru, insana ilahi olanın yakınlığını hissederek dünyadan değilmiş gibi davranma imkânını sağlar. Bu, temelde, özgürleştirici bir hissiyattır. Bu hissiyat, süreklilik ve derinlik kazanarak varoluşsal bir hassasiyete dönüşür, dönüşebilir. Böyle bir hassasiyete sahip olan kimse, dünyada bulunmanın anlamı üzerine teemmülü itiyat haline getiren ve bu itiyat dolayı-sıyla da öteden esintiler duyabilen şu kimsedir ki o ilahi olanın önünde hiçliğini keşfederek kendini bilmiştir çoktan. Böyle olarak o “herkes” gibi düşünmez ve eylemez artık. Hayatının manası, giderek de tarzı, çerçevesi, üslubu değişmiştir onun.

Evet, burada dünya bir bakıma aynı dünyadır. Değişen, dünya ile kurulan ilişkinin tarzıdır. Ama, bilinmelidir ki, değişimin asıl imkânı tam da burada yatar: Dünyayı değiştiremesek bile onunla kurduğumuz ilişkiyi değiştirebiliriz ki bu durumda dünyaya farklı baktığımız gibi, dünya da kendini bize farklı bir şekilde açar veya gösterir. Dünya insan için kendi üzerine kapanmış profan bir içkinlik düzlemi değil, sınanmalar içinden kulluğun ifa edilebileceği bir ortamdır artık. Dağ başlarına, çöllere, mağaralara çekilmemiştir bu insan ama şehir hayatının orta yerindedir: “Gönül Hak’ta, el işte” (Dil be yâru dest be kâr) fehvasınca o ne içindedir dünyanın/gündelik hayatın ne büsbütün dışında: Herkesin arasında ama kendindedir. Kendindedir ama belki de kendinden geçmiştir. Belki de kendinden geçmiştir ama herkesleşmemiştir hiçbir şekilde. Denebilirse “iki katlı” ve/veya “iki zamanlı” bir hayattır onunki. Hak-ikat yolcusunun talip olduğu hayat tarzı böyle bir şey olmalıdır.

Demek ki, hak-ikat arayışında elzem olan şey, gündelik olanı belli bir tarzda kat ederek onun ötesine geçebilmektir. Bu, gündelik hayatı bir şekilde idame ettirirken öte duygusunu gönülde, öte fikrini de zihinde hala muhafaza edebiliyor olmaktır hakeza. Hem denizde hem de karada yaşayabilen bazı canlılar misali, gündelik hayatın hem içinde hem de dışında olabilmektir bu tabiri caizse. Öteyle ilişki, evet, gündelik olanla münasip bir ilişki tarzını arayıp bulmakla sağlama alınabilir ancak. Söz konusu ilişki tarzının arka planında yatan ve ona ruh veren şey, kulluk pratiklerinde cisimleşen fanilik şuurudur ki bu şuurla insan gerek dünyanın sonunu (kıyamet), gerekse kendi sonunu (ölüm) teemmül eder ve böylece yüce ve baki olanın ancak O olduğunu fehmeder.

“İç”e işleyicidir, içselliğimizi belirleyici ve oradan tüm bir hayatımıza yayılıcıdır işbu fanilik şuuru. İmdi bu şuurun, sadece belli bir dünya görüşünü değil, dahası belli bir hayat tarzını beraberinde getirmesi beklenir ya da beklenmelidir. Bu hayat tarzı bizi hayatla, ölümle ya da ölümlü hayatla barışık olmaya sevk edecektir. Şu halde dünyanın ve onda bulunuşun anlamı bize başka şeyden değil fanilik içinden belirir. Bu belirmede dünyanın sözüm ona mutlaklığı dağılmıştır artık. Ama dünya dağılmamıştır: Dünya (gündelik hayat) izafileşerek şimdi hakikat arayışına, dolayısıyla kulluğun ifasına elveren bir imkâna dönüşmüştür.

Hakikatle münasip ilişki

Demek ki gündelik hayatta tezahür ettiği haliyle dünya kendi olarak hiç de selamete mugayir lanetlik bir yer olamayıp hakikati arayışa, giderek de hak-ikat ile belli bir ilişkinin tesisine vesile olabilmekte, dahası ortam oluşturabilmektedir. Şu halde, gerekli olan, gündelik hayatı kulluk pratikleri içinden dönüşüme uğratmaya ve yeniden anlamlandırmaya çalışmaktır ta ki hakikatle münasip bir ilişki içinde olabileceğimiz bir çerçeveye kavuşa-bilelim.  

Sonuç olarak, hakikate erişim işbu hakikatle uyumluluk ve uygunluk arz eden bir hayat tarzını gerektiriyor ki ehl-i hakikatin sınanışlar içinden yoğrularak olgunlaşmaya durduğu çerçeve böyle bir şeydir. Hülasa, aşkınlığa doğru çabalayan yolcunun hakikat arayışında yaşama sanatı gibi bir şeyin lüzumu kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.

[email protected]