“Hayatımızdan bir Hüsamettin Arslan geçti”

Doç. Dr. Bengül Güngörmez/ Uludağ Üniversitesi Sosyoloji Bölümü
26.12.2019

Hüsamettin Hoca, bana sürekli Muhammed İkbal’in “Bir deha ile karşılaştığında insan kendi sınırlarının farkına varır” sözünü hatırlatır çünkü o, “bilmediğini itiraf eden” kişidir. Bir dehayla karşılaştığında düşüncesinin sınırlarını, acziyetini itiraf edip kabul eder.


“Hayatımızdan bir Hüsamettin Arslan geçti”

“Hayatımızdan Bir Hüsamettin Arslan Geçti”. Bu cümle, Hüsamettin hocanın mezun ettiği son öğrencilerinin, mezun olurken sınıfın tahtasına yazdıkları cümleydi. Hoca için kocaman bir pasta yaptırıp sınıfa koymuşlar ve sonra da hocaları Hüsamettin Arslan’ı alkışlarla sınıfa davet edip ona güzel bir sürpriz yapmışlardı. Gerçekten de hayatımızdan bir Hüsamettin Arslan geçti. 1994 yılından beri öğrencisi olduğum hocamı Çarşamba günü Üsküdar’da Fatih Sultan Mehmet Üniversitesi Edebiyat Fakültesi külliyesinde anma imkânı bulduk. Hocamızın kendisinden hiç ayrılmak istemediği kitap koleksiyonu artık burada güvende ve üzerimizden sanırım bir yük kalktı. Kitapları için bir vasiyette bulunmayan hocamıza nerenin yakışacağını kardeşi ve öğrencileri olarak düşünmekten bir hal olmuştuk. Şair Celal Fedai arkadaşımız girişimde bulunup da bizi FSM’deki arkadaşlarımızla tanıştırdığında gördüğümüz samimiyet, misafirperverlik ve mekânın büyüleyiciliği karşısında hepimiz hocanın kitap koleksiyonunun yakışacağı yeri bulduğumuzu düşündük.

Uludağ Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü’ne yıllarca emek vermiş, çok sayıda öğrenci ve akademisyen yetiştirmiş, “hocaların hocası” sıfatını taşımayı hak eden çok önemli bir değeri, Prof. Dr. Hüsamettin Arslan’ı 2 Ocak 2018’de kaybettik. Hocamızın mirası kitaplarının olduğu koleksiyon, Fatih Sultan Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Üsküdar Yerleşkesine Prof. Dr. Hüsamettin Arslan adına bir salon ayrılması şartıyla kardeşi Muammer Arslan tarafından bağışlandı. "Atik Valide Külliyesi, Sultan III. Murad´ın annesi Nurbanu Valide Sultan (1525-1583) tarafından 1570-1579 yıllarında Mimar Sinan´a yaptırılmıştır. Üsküdar’da bulunan Külliye 18. yüzyıla kadar Valide Sultan Külliyesi adı ile tanınmış, daha sonra III. Ahmed´in annesi Gülnûş Sultan´ın (ö. 1715) Üsküdar İskele Meydanı´nda yeni bir külliye inşa ettirmesiyle Eski Valide, Atik Valide veya Valide-i Atik isimleriyle anılmaya başlanmıştır. Külliye, Üsküdar Toptaşı semtinde kendi adını taşıyan mahallede bulunmakta olup cami ve medresenin merkezi oluşturduğu ve bu merkez çevresine yerleştirilmiş tek yapılar; tekke, sıbyan mektebi, hamam ile birleşik yapılar topluluğu; kervansaray, darülhadis, darülkurra, aşhane, tabhane ve darüşşifadan meydana gelen özgün bir modelde kurulmuştur. “ Hüsamettin Hocamızın gerek konuşmalarında gerekse eserlerinde tarihe, geleneğe verdiği önem büyüktür. Çok sayıda İngilizce akademik kitabın da içinde bulunduğu koleksiyon böyle bir tarihi yapıda özellikle lisansüstü çalışmalar yapan öğrenciler ve akademisyenlerin hizmetine açık tutulacaktır. Ayrıca Hocamızın masası, lambası gibi kimi özel eşyaları da aynı salonda muhafaza edilecektir.

Hüsamettin Hocamızın kitap koleksiyonu özellikle bilim tarihi, bilim felsefesi, bilim sosyolojisi, dil çalışmaları, hermeneutik alanlarında çalışmalar yapacak öğrenciler ve akademisyenler için eşsiz bir nimet. FSM üniversitesindeki kütüphanede araştırma yapacak kişiler bu koleksiyona rahatlıkla ulaşabilirler. Buradan FSM Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde başta rektörümüz Prof Dr. M. Fatih Andı, Dekan yardımcımız Dursun Ali Tökel ve Hocamızın kitaplarının tasnifinde çok fazla emek ve gayret sarf eden kütüphanede çalışan arkadaşlarımız olmak üzere bu konuda bize yardımcı olan herkese teşekkür etmek istiyorum.

Bilmediğini itiraf eden kişi

Fatih Sultan Mehmet Üniversitesi’nde Hüsamettin Hocamızın koleksiyonunun bir program dahilinde açılışını yaptık. Programa Hüsamettin Hocamızın yetiştirdiği ve İngiliz düşünür ve devlet adamı Edmund Burke çalışmasını yönettiği öğrencisi Dr. Mihirban Şenses’in açılış konuşmasıyla başladık. Dr. Şenses, Hüsamettin Hocamızın Oğullar ve Babaları adlı derleme için kaleme aldığı “Baban Olsun” başlıklı yazısından ilhamla kaleme aldığı “Hocan Olsun” başlıklı hepimizi etkileyen duygusal yazısından söz etti ve ardından hocamızın özgeçmişiyle birlikte çalışmalarını özetledi. Açılış ve teşekkür konuşmasından sonraki oturumda, ilk konuşmacı olarak Hocamla tanışmamı, bizim için ne anlam ifade ettiğini, nasıl bir hoca olduğunu ve bize ne türden tavsiyelerde bulunduğunu anlattım. Kısaca özetlersem Hüsamettin Hoca, bana sürekli Muhammed İkbal’in “Bir deha ile karşılaştığında insan kendi sınırlarının farkına varır” sözünü hatırlatır çünkü o, “bilmediğini itiraf eden” kişidir. Bir dehayla karşılaştığında düşüncesinin sınırlarını, acziyetini itiraf edip kabul eder. Geniş entelektüel ilgilerine rağmen aramaya, okumaya, özellikle de felsefe okumaya devam etti. Bugün akademide bu kadar geniş ilgilere sahip çok yönlü okuma yapan entelektüel kişilerle değil, sadece uzmanlık alanlarını bilen, puan ve proje peşinde koşan öğretim üyeleriyle karşılaşıyoruz ve daha çok karşılaşacağız. Hüsamettin Hoca okuduklarını memleketinin sorunlarıyla tekrar düşünen, yani memleketinin derdiyle dertlenen biriydi. Hüsamettin hoca bize ağır bir yük bıraktı. Fikirlerini aşmak kolay değil. Bu konuda ne diyebilirim bilmiyorum ama biz öğrencileri çok çalışmak zorundayız. En azından vefa duygumuzu unutmamalıyız. Vefa aslında onunla öbür âlemde yeniden buluşma umudu. “Vefasızlara gitme onlar birer yıkık köprüdür” diyor Hz. Mevlana. En azından Hocamızın eserleri ve fikirleriyle okuyucuları ve gelecek kuşaktaki öğrenciler arasında bir köprü kurmak zorundayız.

Benden sonraki konuşmacı Doç. Dr. Mustafa Aksoy ise Hüsamettin Hoca ile ilk tanışmalarından bahsettikten sonra onun pozitivizm hakkındaki görüşlerini değerlendirdi. Özellikle İlahiyat Fakültelerindeki pozitivist yaklaşımı eleştiren Aksoy, pozitivist ideolojinin sosyal bilimlerdeki hâkimiyetini vurguladı. Elitlerin halkla tanışmalarının ve kültürümüzle temas etmelerinin gereğine işaret eden Aksoy, Hüsamettin Hoca’nın tam da bunun bilincinde olarak çalışmalarını yaptığını ifade etti.

Bana patronunu söyle…

Doç. Dr. Gültekin Yıldız, Hocamız tarafından babasına imzalı olarak hediye edilen Epistemik Cemaat kitabını babasının kütüphanesinde bulmasıyla başlayan ilginç tanışma serüvenini anlattı. Paradigma Yayınlarını araştırdığını ve Hüsamettin Hoca’yı böylelikle tanıdığını, aslında Paradigma Yayınevinin tek kişilik bir yayınevi olduğunu söyledikten ve Hoca’nın çeviri konusundaki emeğini takdir ettikten sonra şu anlamlı tespitte bulundu: Paradigma Yayınevi aslında muhafazakârların o dönemde çeviri ihtiyacını karşılayan bir yayıneviydi. Hüsamettin Hoca’nın entelektüel gayretini yaşadığı tarihsel dönemin koşullarıyla da ele alan Doç. Dr. Yıldız bugün söyleyecek söz bulmakta zorlandığımızı, tekrarlara düştüğümüz bir döneme girdiğimizi ifade etti.

Son olarak Hocamızın kardeşi Muammer Arslan’ın salondaki herkesi gözyaşlarına boğan kardeşine ağıdını kısmen de olsa nakletmek istiyorum:

“Onunla gerçekten abi kardeş ilişkisi dışında bir arkadaş hatta aramızda dostluk oluşmuştu. Bir araya geldiğimizde her konuda rahatlıkla hiçbir sansür olmadan özgürce konuşurduk. Çok hoşgörü sahibi toleranslı bir kimse idi. Her seviyede insanla rahatlıkla sohbet ederdi. Biz kalabalık bir aile içinde büyüdük. Çocukluk yıllarımız yaşımızın yakın olmasından ötürü birlikte geçti. Güzel Anadolu köyümüzde birlikte aynı ilkokulda okuduk, birlikte oyunlar oynadık, birlikte kavgalarımız oldu. Her şeye rağmen kendi de itiraf ediyor mutlu sayılabilecek çocukluk yıllarımız oldu. 70’li yıllarda başlayan lise ve üniversite hayatı çok hareketli, yoksulluk, hasret, kavga, sürgünler şeklinde geçti. Biz aile olarak köyümüz içinde yoksul sayılmaz idik. Rahmetli babam rençberlik yanında hayvancılık da yapardı. Ancak, şehirde tahsil hayatını sürdüren çocuklarının masrafını karşılayacak bir maddi güce sahip olduğu söylenemez. Ben teknik eğitim almamdan ötürü lise yıllarımdan itibaren hep çalışarak okudum. Yani kendimi geçindirecek param olmuştur. Ancak Abim bütün eğitim hayatı boyunca kendini hep okumaya hatta bir dönem memleketi kurtarmaya çalıştığından hep parasız hep yoksuldu. Bu dönemler de elimden gelen desteği vermeye çalışsam da maalesef çok yetersizdi. Buna rağmen; Jönkürtler, Jöntürkler Muhafazakarlar kitabındaki ön kapak sayfasına beni duygulandıran şu cümleleri yazmıştı.

Uluslararası kapitalizm çağında, bir anlamı var mı emin değilim:

Bana patronunu söyle sana kim olduğunu söyleyeyim. Bütün bir entelektüel yetişme sürecimde, hiçbir vakıftan burs almadım, hiçbir uluslararası burs kullanmadım, bu yüzden kitabımı ailemin ikinci babası velinimetimiz sevgili kardeşim Muammer Arslan'a ithaf ediyorum; bu ithafı hiç kimse ondan daha fazla hak etmiyor.”

‘Allah’ım beni küçük insanlara muhtaç etme’

Onun bir hoca olması ötesinde entelektüel derinliği sohbetlere ayrı bir tat vermekte idi. Gerek ailevi gerek ise diğer sosyal hayatımız ile ilgili yaptığı değerlendirmeleri hayranlıkla dinlerdik. Okuma yazma bilmeyen annem ile birlikte olmaktan son derece keyif alırdı. Onunla ilgili duygularından günlüklerinde birçok defa bahsetmektedir. Kısa bir bölümü paylaşmak isterim;

Annemi hep çok sevdim. Annesini sevmeyen canlı olabilir mi? Ondan ilk ayrıldığımda 11 yaşındaydım. Bunun bende bir anne zaafiyeti oluşturduğunu itiraf etmeliyim. Canım anneciğim. Ona hiç anne demedim: O benim hep anam olarak kaldı. Anam, otantik kültürümüzün ailemizdeki son temsilcisi, Latin harfleriyle kirlenmemiş. Şimdi ya da gelecek değil; gelenek, geçmiş ve tarih.”

Babamın ölümünü için; Babam samimi dindar bir adamdı. Cuma namazını kıldırıp, selamı verdikten sonra düşüp vefat etmişti. Onun için 25 Şubat 2005, abim Günlüğü’nde şunları yazmış:

“Güle güle git canım babam. Yolun açık olsun. Güle güle… Cennete taliptin: Mekanın cennet olsun, Ebediyetin cennet olsun. Öbür tarafta ebedi güzellikler yaşayacağından eminim... Çünkü sen cehennemi bu dünyada yaşadın. Yırtıcılar ayakta ölür; ayakta öldün ve sana bu yakışırdı. Yatakta ölmen anormal ve garip olurdu. Seni hep sevdim; çilene hep saygı duydum. Allah kerimdir...”

Abimin okuma sevdası uğruna maddi ve manevi hayatının hayli meşakkatli geçtiğini onu tanıyanlar yakından bilmektedirler. Abimin günlüklerinde yazdığı duası şuydu:

“Allah’ım okumak istiyorum ; bana okuyacak kadar para, onları değerlendirecek kadar zaman ver. Yazmak istiyorum; bileğime güç ruhuma çalışma aşkı kafama aydınlık ver. Bana öyle bir güç ver ki acılarımı kalemle dindireyim. Bana çalışma aşkı ver, kalbimi genişlet ; Allah’ım beni küçük insanlara muhtaç etme..”

Yaklaşık son 20 yılında yazarak ve üreterek ve büyük mücadele vererek kurduğu Paradigma Yayınevi onun hayatında önemli bir yer tutmuş, adeta ona evladı gibi değer vermiştir. Öğrencilik yılları apayrı bir herkesinkinden farklı yoksulluk ve sefillik hikâyesiydi. O dönemler Anadolu’da çiftçi bir ailenin okuyan evladına yeterli yardım yapması imkansız idi ve bu konuda ailesine hiç sitem etmedi. O yıllarda bile bulduğu harçlıkla yemez kitap alırdı. Akademik görev yaptığı sürede ise maaşı ile sıradan ve daha rahat bir hayatı olabilirdi. Hocalık döneminde maaşıyla çok rahat bir hayat geçirebilirdi ama o maaşını da okumaya, kitaba ve kurduğu yayınevine aktararak, hep maddi sıkıntı içinde geçirdi. Kendisi bu durum için “mali hayatım tek kelimeyle trajik, tek kelimeyle kriz ekonomisi” diyordu. Ticari konularda tam bir başarısızlık söz konusuydu. Vergi, kâr, zarar, bu gibi konuları tam değerlendiremiyordu. Yakınında olanların ekonomik sıkıntıları atlatmak için bazı ortaklık girişimleri oldu ama farklı amaçlar olduğunu hissettiğinde sıkıntılarına rağmen ortaklığını bozmuştur. Ve nihayetinde büyük değer verdiği yayınevini ticari bir amacı olmadığından, çok satan popüler kitapları olmadığından, iyi yönetilemediğinden velhasıl vergi borçlarını dahi karşılayamayacak bir değerle devretmiştir.

Öğrencilerle ilgili tuttuğu 2007 tarihli günlüğünde okuduğum şu satırları sizlerle paylaşmak isterim.

“Dörtnala geçip gidiyor zaman. Dersler bitti; öğrenciler ayrılacaklar. Gitmesinler isterdim, tatil olmasın, hep hayatımda kalsınlar, ben de hep içlerinde olayım isterdim. Öğrenciler bir x bilinmeyen. Birçoğu çocuğum, kardeşim, yakınım, rutin hayatı paylaştığım arkadaşım olsun isterdim. Bazılarına peygamber sevgisiyle tertemiz kalbimle sarılmak isterdim. İçlerinde olduğumda uyuşturucu etkisi yapıyorlar, kendimi unutuyorum ve kayboluyorum”

Mutlu bir ihtiyarlık yaşamayı hayal ediyordu. Emekli olup, İstanbul’da ev almayı ve faaliyetlerine devam etmeyi planlıyordu.

Hastalığını ilk duyduğumuzda şoke olduk, bir müddet yanlış bir haber olacağını düşündüm...

Beni ilk aradığında bir iş toplantısındaydım. Çıkışta hemen aradım ve son evre mide kanseri olduğunu öğrendiğimde duygularımı anlatamam. Bu dünyadaki maddi hiçbir şeyin bir değerinin olmadığını hissetim ve bir an için ihaleden vazgeçme fikri dahil karmaşık duygular içine girdim. Kafamda oluşan onu kaybetme düşüncesi beni perişan etmişti.

Ertesi gün hemen yanına gittim. Vardığımda öğrencileri yanında idi. O yalnız kalmak istiyor ama onlar bırakmıyordu.

Bekâr olduğu için ilk aklıma gelen hemen yanımıza almak ve tedavi ve bakımını yaptırmaktı. Fakat buna şiddetle karşı çıkıyor, bu tür tekliflerin kendisini daha çok üzdüğünü, sadece sevgiye ve şefkate ihtiyacı olduğunu söylüyordu. Öğrencilerinin Bursa’da kendine bakacağını söylüyordu. Onlara müthiş bir bağlılığı ve sevgisi vardı. Ailesinden çok onlara yakınlık duyuyordu. Bir ara bir öğrencisiyle hastaneye götürdük. Orada bazı şeyler talep ediyor ben de bazı itirazlarım oluyordu. Bir ara kızdı ve bana sen kenara geç, doktora öğrencisine sen yanıma gel deyip taleplerini ona iletti. Öğrencisi de ona hiç karşı çıkmadı ne derse istemeyerek de olsa yapıyordu. Modern tıbbın kendisi için bir şey yapamayacağını anlamıştı. Az da olsa bitkisel ilaçlarla tedavi metodunun son şansı olabileceğini söylüyor, bu konudaki tavsiyelere hep sıcak bakıyordu.

İki haftalık bir mücadeleden sonra arkadaşı olan kültür bakanlığı müsteşarı çok değerli insan Ömer Bey’in kendisinin İstanbul’da misafir edileceği yönündeki daveti ile Recep Bey ile birlikte ikna ederek az da olsa bir ümit ile İstanbul’a geldik. Ancak, üzülerek söylemek durumundayım ki kendi üniversite hastanesinde gördüğü ilgisizlik ve kötü muamele onu çok üzmüş, İstanbul’daki hastanedeki saygı ve şefkatli davranış karşısında gözyaşlarına içim acıyarak Recep bey ile birlikte şahit olmuştum. Hastanede bütün kardeşlerle tek tek sıkı şekilde kucaklaştı, bir nevi bilinçli bir şekilde veda ediyordu. Valideye kanser olduğunu söylemedik, sanki iyileşecekmiş gibi bilgiler verdik. Yanında ağlamamaya çalıştık. Bu durumun kendi kaderi olduğunu ve bizim de böyle kabul etmemiz gerektiğini söylüyordu. Bir ara dini bir telkine, bir din önderine ihtiyacı olup olmadığını sorduğumda “Allah’la arasına başkasının girmesine ihtiyaç duymadığını” söyledi.

Son bir haftaya yoğun bakıma alınana kadar, kadar çektiği acılara rağmen, memleket meselelerini konuşuyor, bir hoca tavrıyla her konuda bize ders niteliğinde anlatımlar yapıyordu. İlaçların etkisiyle sık sık uykuya dalıyor, zaman zaman sayıklayarak bir şeyler anlatıyordu. Uyandığında öğrencilere ders anlattığını, çok mutlu olduğunu, çok güzel rüyalar gördüğünü söylüyordu. Okuldan hiç kopmak istemedi ve sanki geri dönecekmiş gibi davranıyor, bana cep telefonuyla elektronik ortamda sorular yazdırarak ilgili hocalara göndermemi sağlıyordu. Kendisini hastanede son anına kadar yalnız bırakmadık, ailece her gün birimiz refakat ederek yanında olmaya çalıştık. Dayanma gücümü kaybetmek üzere iken, yüce Allah bize de acıdı ve onu yanına aldı…

Kabri nur, mekânı cennet, ruhu şad olsun.”

[email protected]