Haymatlos aydınlar

Mesut Bostan / Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi
3.03.2018

Murat Belge’nin bir İngiliz üniversitesinde muhtemelen savaş yaşanan ülkelerden gelen akademisyenler için hazırlanmış “risk altındaki akademisyenler” fonundan yararlanmak için çalışma talebinde bulunması manzarayı netleştirebilir. Akademisyenlerin “risk altında” hissettikleri bir ülke ABD’nin demokrasi getirilecekler listesinde üst sıralara yükselecektir. Haymatlos aydınların ortaya koydukları tehlike bu.


Haymatlos aydınlar

Orhan Pamuk’un Manzaradan Parçalar (2010) kitabında “Ezilenlerin Siyaseti” başlıklı bir yazı var. 11 Eylül’den hemen sonra yazılmış. 28 Eylül 2001’de Süddeutsche Zeitung’da yayımlanmış. Daha sonra da 29 Eylül 2001’de The Guardian’da ve 15 Kasım 2001’de de The New York Review of Books’ta. Türkçesi ilk defa bu kitapta yer alıyor sanırım. Yazıyı kitapta okuyan biri rahatlıkla onun Türkçe kaleme alınmadığını anlayabilir. Ya da Türkleri muhatap olarak almadığını. Pamuk, 11 Eylül saldırılarının olduğu gün yaşadığı yalnızlığı anlatıyor bu yazıda. O gün iskele kenarında küçük bir kahvede, Heybeliada’da büyük ihtimalle, herkesin ABD’nin başına gelen bu saldırıyı hak ettiğine dair bir hissiyata sahip olduğunu söylüyor. Kendisi hariç. Yolda karşılaştığı bir yakınının da “İyi yaptılar” dediğini aktarıyor. Dindar biri olmadığını ekleyerek. Yine de Batı’nın nobranlığının en çok “kadınların yüzüne kezzap atan İslamcıları” beslediğini söyleyerek bitiriyor yazısını. Belki de Irak’ta kitle imha silahları olduğu iddiasıyla Bağ-dat’ı bombardımana tabi tutan George W. Bush’un saldırılar sonrası bir “Haçlı savaşına” girişeceklerini söylerken yaptığı gibi bir dil sürçmesine imza atıyor. Bu yazıdan sonra ABD Irak’ı işgal ediyor biliyorsunuz. 1 milyon kişi öldü bu “yanlış anlaşılma” yüzünden.

Pamuk, Batı karşıtlığını Batı’nın anlayışsızlığına bağlıyor. Tek mesele buymuş gibi. Batı kendi dışındaki dünyayı sömürmüyormuş gibi. Askeri üstünlüğü sayesinde insan onurunu ayaklar altına alan bir düzeni dünyaya hakim kılmaya çalışmıyormuş gibi. Bu bilinçli saptırmanın ötesinde Pamuk “ezilenlerin” ezilmesini tarihsel ve hatta nerdeyse ırksal bir sonuçmuş gibi yansıtıyor. Şöyle diyor: “Bugün demokrasisi olmayan, yoksul bir Müslüman ülkenin sıradan vatandaşı, herhangi bir Üçüncü Dünya ülkesinde ya da eski sosyalist cumhuriyetlerin kalıntılarında ay sonunu zor bela getirmeye çalışan bir devlet memuru, dünyadaki zenginlikten kendisine çok az düştüğünü, bir ‘Batılı’ya göre çok daha zor ve yıkıcı hayat koşulların-da, çok daha kısa bir hayat yaşamaya mahkum olduğunu bilmez yalnızca. Aklının bir köşesiyle de, sefaletinin kendisinin ya da babasının ve dede-sinin kabahati ve akılsızlığı olduğunu da sezer.” Ezilenin “kabahat” ve “akılsızlığı”. Böyle alıntılayınca cımbızlanmış gibi duruyor olabilir. Yazının tamamı okunduğunda da bu kadar açık olmasa da sorunun en nihayetinde Batı’nın bütün hatalarına rağmen Batılı olmayanın varoluşsal ezikliğine bağlandığını görebilirsiniz. Bu akıl Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’da karakterlerine attırdığı tiratlardan birini hatırlatıyor. “Ezen, ama ezdiğini bile kabul etmeyen…” Buna “ezilenin ezilmişliğinin hesabını bile ona çıkaran” ifadesini de biz ekleyelim. Üstelik bunları söyleyen bir Batılı değil. Kendi toplumunu Batı’ya, Batı’nın bütün önyargılarını doğrulayacak şekilde sunan Batı dışı bir figür. Çok da sağlıklı bir tipoloji değil.

Çokkültürlülük inancı

Geçenlerde bir internet mecrasında “İran sineması olmasaydı İran çoktan Irak ve Suriye’nin akıbetine uğrardı” minvalinde bir yorum okuduğumu hatırlıyorum. Sanatın, edebiyatın ve hadi sinemanın da bir toplumun dünyadaki ağırlığını belirlediğini düşünenlerdenim ben de. Ama Batı’nın bu ağırlığı hesaba katarak hareket ettiğini düşünecek kadar saf olmamak gerekiyor sanırım. İkinci Dünya Savaşı’nda Avrupa’nın en güzel şehirlerinden biri olan Dresden’i ibreti alem için bombalayanlar sineması gelişmiş diye bir ülkeyi işgal etmekten çekinmezler diye düşünüyorum. Batı’nın İran’la ilgili hesabı başkadır. Her zaman öyle olmuştur. Yine de Türkiye’den edebiyat, sanat ve sinema camiasından birilerinin Batılı kamuoyunda söz alması önemlidir. Batı’nın kime söz verdiğini, söz verdiği kimselerin ne söylediğini ve söylediklerinin Batı’nın Türkiye üzerindeki niyetlerini ortaya koyması açısından önemlidir.

Eskiden birilerinin Türkiye’yi temsilen Batı medyasında kaleme aldığı yazılar çok daha ilgi görürdü. Şimdi Türkçeye çevrilmek bir yana çoğu zaman haber bile olmuyor. Bu yüzden özel olarak takip etmek gerekiyor. Orhan Pamuk’un son yazısı Aralık ayında New York Times’ta çıkmış. Her şeye rağmen çokkültürlülüğe olan inancını kaybetmediğini söylüyor.1 Amerikan hayat tarzının savunusunu yapıyor. Neye karşı? Trump’ın seçilişi, Brexit oylaması ve Avrupa’da aşırı sağın yükselişine karşı. Ama ondan daha çok belki de Avrupa’da solun giderek Türk karşıtı bir duygu duruma sürüklenmesine karşı. Andre Gide’den alıntıladığı “Batı medeniyetinden başka medeniyet yok” sözünde ayyuka çıkan Avrupalı kültürel kibrine karşı açık ki Amerikan kültürel göreceliliğini öneriyor. Buna göre çokkültürlülük bütün kültürel iddiaları ancak kültürel göreceliliği kabul ettiği müddetçe kabul ediyor. Oysa bir kültür ancak kendini evrensel bir tasarım olarak sunabildiğinde canlı bir hayat tecrübesi olarak varlığını sürdürebilir. Amerikan kültür envanterine girebilmek için ölüp mumyalanmak gerekiyor yani. Türkiye buna göre Ortadoğu halkları müzesinde bir bölüm adı olabilir sadece. Orhan Pamuk’un İslam’a biçtiği rol de ABD’deki Hıristiyan mezhep ve cemaatleri gibi kendi çeperinde kalarak kültürel çorbaya dahil olmaktan ibaret. Pamuk’un yazısının başlığı da ilginç: “Neden seçimlerde sürekli kaybediyoruz?” Yazıda sorunun tam bir cevabı yok. Sadece Türk ve İslam karşıtı retoriğine sapmanın doğru olmayacağı söyleniyor. Pamuk seçimlerin kıl payı kaybedildiğini hatırlatarak “enseyi karartmayın” diyor amiyane tabirle. Çokkültürlülüğe olan inancını yineliyor. Böylelikle çokkültürlülük davasının bir inanç meselesi haline geldiğini itiraf etmiş oluyor. Müslümanların yaşadığı topraklar ve Türkiye, Amerikan sağı için başından beri bir inanç meselesiydi. Görünen o ki artık Amerikan solu için de öyle. Çokkültürlülük düşünsel olarak iflas ettiği bir noktada kendini bir inanç olarak sunuyor. Bu yüzden, sağ ya da sol, Amerikan bakış açısıyla Müslümanların ve Türkiye’nin başına gelecek her şey Amerikan “ilahi adaletinin” tecellisi gibi görülüyor.

Faşizm ve demokrasi

Orhan Pamuk’tan bahsedip de Elif Şafak’tan bahsetmemek olmaz. Şafak da Baba ve Piç romanı hakkında BBC Radyo 4’te yapılan bir program vesilesiyle The Guardian’da bir yazı kaleme almış.2 Yazının başlığı şu: “Uluslar her zaman tarihten ders almazlar.” Başlığın azarlayıcı ve hatta tehdit edici tonunu fark etmişsinizdir. Ders almadığımızda tarihte uğradığımız felaketler tekrar başımıza gelecek demektir. Şafak da bunu kastediyor olmalı. 2006 yılında roman yayımlandıktan sonra yaşanan yargı sürecini hatırlatıyor yazısında. O dönemde bir tarafta Hrant Dink suikastı, Zirve Yayınevi katliamı gibi operasyonların yanı sıra Pamuk ve Şafak’a yönelik de bir yargı süreci işletilmiş ve toplumda infial oluşturacak bir faşist dalga yaratılmıştı. Diğer tarafta ise liberal görünümlü bir gazete üzerinden 15 Temmuz darbe girişimiyle zirve noktasına ulaşacak bir başka operasyonun önü açılmıştı. Şimdi bu iki tarafın aslında tek bir taraf olduğunu az çok biliyoruz. Türkiye de yakın dönem FETÖ eliyle kurgulanan faşizm ve demokrasi temsillerine sahne oldu. Şafak’ın başına gelenler de bu sürecin kültür alanındaki önemli olaylarından biriydi. Elbette, hatırlamakta fayda var.

Orhan Pamuk ve Elif Şafak bugün yurtdışında. Zamanında yurtiçinde bulundukları dönemde onların isimleri üzerinden sahnelenen oyunun finali bir darbe girişimiydi. Şafak’ın önerdiği gibi bugün tarihten ders çıkarmak gerekirse dıştan gelecek bir tehdide hazırlıklı olmak gerekiyor sanırım. Yakın zamanda ortaya çıkan bir gelişme bununla ilişkili düşünülebilir. Murat Belge’nin bir İngiliz üniversitesinde muhtemelen savaş yaşanan ülkeler-den gelen akademisyenler için hazırlanmış “risk altındaki akademisyenler” fonundan yararlanmak için çalışma talebinde bulunması manzarayı netleştirebilir.3 Akademisyenlerin “risk altında” hissettikleri bir ülke ABD’nin demokrasi getirilecekler listesinde üst sıralara yükselecektir. Haymatlos aydınların ortaya koydukları tehlike bu.

@mesut_bostan