Hayranlık siyaset ve fikirde salamura edilemez

Dr. Celal Fedai / Yazar, Şair
8.12.2018

Rahmetli Erbakan’a duyulan ‘hayranlık’ın, Goethe’nin “Hayranlık, salamura edilip yıllarca muhafaza edebileceğin bir mal değil.” sözündeki gibi işliyor olması üzücüdür. Benzer durum Aliya İzzetbogoviç için de söylenebilir. Onlara duyulan hayranlık, belde belediye başkanı olmayı isteyenden bakanlık talep edene kadar içermesi gereken ideali, fikri, estetiği, davayı taşımakta mıdır? Tüm mesele buradadır.


Hayranlık siyaset ve fikirde salamura edilemez

Fikir adamı ve dava adamı olmak, bir siyaset adamı için ne ifade eder? Fikir adamı, dava adamı haline gelebilir mi? Fikir adamı, siyaset adamı, dava adamı olmada, estetik kavrayış nerede durur? Bu üç soru, maksadımızı hâsıl edecek kadar zihin karmaşasını oluşturmuştur zannediyorum. Siyasete bir irtifa kazandırmada fikrin, estetiğin, dava sahibi olmanın katkısını soruşturmak siyaset felsefemizin başlıca meselelerinden biridir. Siyaset, fikir ve estetik ile sevk ve idare edilmiyorsa, toplumda kaosun her türü kolayca oluşabilir. Tarih bunun onlarca örneği ile dolu. Hâsılı tetikte olunması gereken bir husus bu…   

Anlatıldığına göre Çin hükümdarına kâhin kişi baharın ilk yağmuru ile halkının delireceğini haber vermiş. O ilk yağmur toprağa karışacak ve toprakta süzülen sudan içen halk, aklını kaybedecek… Hükümdar derhal tedbiri almış. Saraya, hanedan mensupları ve devlet yönetiminde rol alan bürokratlar için koca bir su deposu yaptırılmış. Baharın ilk yağmurlarıyla toprakta demlenen suyu içen halk, yavaş yavaş delirmeye başlamış. Fakat hükümdar gayet rahat. O ve etrafındakiler nasıl olsa delirten sudan içmiyor. İşe bakın ki bir müddet sonra hükümdar, taşı çatlatacak o soğuk gerçekle karşılaşmış: Deliren halkı akıllı olarak yönetmek imkânsız... Çaresiz, o ve maiyetindekiler de delirten sudan içmişler. 

‘Bizde çok adam bulunur’

Nâzım Hikmet’in dedesi Nâzım Paşa’nın sarf ettiği sözü hatırlayalım: “Bre biz Osmanlılarız” diyordu Nâzım Paşa, “bizde çok adam bulunur.” Bu sözde hiç mi hiç abartı yoktur. Osmanlı’nın “yıkıldı” denildiği son günlerindeki insan kalitesine bir bakın… Askerî alandan edebiyata, siyasete kadar her alanda öyle kaliteli insanlar vardır ki her biri birer istek ve irade abidesidir. Bu nedenle de Arnold Toynbee, 1924’teki Türkiye’ye bakıp evvelce “hasta adam” olarak nitelenen varlıkta “deri değiştiren bir canlı” görür. Bu canlı, deri değiştirdikten sonra acaba ne yapacaktır? Diyelim ki onun yaptıkları 1920, 1930, 1940’lı yıllar için Avrupa’nın işine gelecektir ama peki, ya sonra? Aynı Toynbee, 1962’de tamamladığı Tarih Bilinci’nde dünyanın geçen zaman içinde aldığı hale bakıp artık, Hint ve Çin’den bazı düşüncelerin de devşirildiği bir “Bir Hıristiyan Dünya Devleti”nin kurulmasının gereğinden bahsedecektir. Küreselleşmenin, seküler görünümlü bir Hıristiyan Dünya Devleti olduğu açıktır. Çin ve Hint dünyası, bu devletin Müslümanlara boyun eğdirmesinde yerine göre kullanılan araçlardır. Miyanmar ve Çin’deki Müslümanların durumundan görülen budur. Toynbee gibi pek çok Batılının yürüttüğü Hıristiyan dünya devleti düşü, yüz yıl önce olduğu gibi bugün de Müslümanlara zulmetmektedir. 

1924’ten günümüze geçen zamanda o deri değiştiren canlı varlığın durumu nedir bugün? Türk milleti acaba baharla gelen yağmurlarla deli olacaktır? O delirten yağmur ne mene bir şeydir? Milleti yönetenler şu durumda kendileri delirmemek için su mu depolamalıdırlar? Meseleyi metaforlarla anlatmanın gereği olduğu için böyle söylüyoruz. Metaforlar, gerçeğin apaçık görünmeden az öncesinde gerçeğe dair her şeyi söyleme gücüne sahiptirler. Bu yüzden de sadece şairler, düşünürler değil hükümdarlar da onunla düşünmesini bilirler. 16. yüzyıl Osmanlısının muhteşem hükümdarı Kanunî Sultan Süleyman, tebasına bakıp şöyle der: “Kimisi sûfî halkın kimi âşık”. Sultan, halkının bu yanına mı güvenmektedir? Yoksa tersi mi? Sûfîliğin ve âşkın yüceliğine söylenecek bir söz yoktur ama öte yandan böylesi bir halka sahip olan bir devletin akılla yönetilmesinin başarılması da gayet müşküldür.

Melamet meselesi

Yahya Kemal’in “(…) Eğer tasavvuf ve melâmîlik araya girmeseydi, tıpkı İngilizler gibi işinde ve ibadetinde çalışkan insanların cemaati olurduk… Eline her def alan ben Allah’ım diyor. Böyle bir cemiyet nasıl idare edilsin?” sözleri tasavvufu, melâmîliği suçlar gibidir. Bunlara âşıkları da ekleyince toplumdaki geriliğin nedenlerini bir zaman için bulmuş olsak bile aynı nedenlerin toplumu fevkalade ilerlettiği zamanlar hiç de az değildir. Demek ki bir kavrayış, bir zaman için topluma bir irtifa katarken bir zaman gelmekte ve onun gerilemesine sebep olabilmektedir. Ahmet Güner Sayar üstadımız, hocası Sabri Ülgener’den devraldığı mühim bir kavrayışla bu hususları ele alırken, bana kalırsa, Selçuklu ve Osmanlı devirlerinde “melâmet” fikrinin toplumun gelişmesine lokomotif olabileceği gibi tam aksine neticeler de verebileceğini gözler önüne sermiştir. “Melâmet” neşvesi, zamanını bulamazsa toplumun ekonomik ve siyasî alanlarda gelişmesi önünde bir engel olabilmektedir. Lakin bunun tam tersi de söz konusudur.  Belki bugün Müslümanlar, dünyevileşmelerini birer “melamî” olarak kınamalıdırlar ya da bir kısım kınarken bir kısım zamanın gereğine göre Türkiye için geceyi gündüze katıp çalışmalıdırlar. Bu bakımdan meselenin tarihi bir vakıa olan yanını orada bırakıp günümüze gelmekte fayda vardır. 

Bugün Türkiye’de Müslüman çevrelerde “melâmet neşvesi”, bir “kendini kınama gayreti” olarak göze çarpmamaktadır. Oysa toplumun en diri kesimi olan bu çevrelerin, kendilerini daima yapıcı bir sorgulamaya tabi tutmalarının gereği ortadadır. Dünyanın Toynbee’nin öngörüleri doğrultusunda şekil almaya devam etmekte zorlandığı bir dönemde, bu sorgulamaların, dinî düşüncelerdeki yorum farklılıklarında alevlenmesinin topluma hiçbir faydası olmadığı gibi, aksine, türlü ayrılıklara, enerji kayıplarına sebep olduğu bir gerçektir. Postmodern popülizm ideolojisi, Türk milletini, Çin anlatısında olduğu gibi baharın yağan ilk yağmurlarla bir çılgınlığa itmeye hazırlanırken, Müslüman çevrelerin, bu hazırlığı görmeleri gerekmektedir. Bunu da görüp sevk ve idare edecek olan siyaset adamlarından başkası olmaz. Siyaset adamlarının, estetik kavrayış sahibi bir fikir adamı kimliğine erişerek birer dava adamı olmaları tam da bu noktada hayatî bir önem arz etmektedir. “Melâmet”, onların kendilerini tarttıkları bir terazi, sonrasında işe koyuldukları bir neşve olabilir bugün için. Bu iki nokta, yani kınayıp kenara çekilme ile durmadan çalışma,  birbirine zıt şeyler değildir. Kınama, yön tayinidir. Çalışma ise, tayin edilende kararlılıktır.  

ABD ve Avrupa’da, yaşadığımız zamanda toplumun geniş kesimlerinin birer yığına dönüşmesi bir sorun olarak görülmemektedir. Buna Çin de dâhil edebilir. Bu ülkeler, alıklaştırılmış, biyolojik bir hayat süren vatandaşlara sahip olmaktan rahatsızlık duymamaktadırlar. Bu alık vatandaşları idare edecek devlet kadroları, devlet organizmasının parçası içinde gereği gibi yetiştirilebilmektedir. Andığım ülkelerin tarihi yüzlerce yıldır böyledir. Türkiye ise, tarihte bu algının tam tersini temsil etmekle maruftur. Kanunî’nin “Kimisi sûfî halkın kimi âşık” dediği milletin, tarih boyunca sahip olduğu kimlikten uzak düşmesi, Türkiye’nin sadece adı olan Arap devletleri gibi olması demektir. Bu, dünya tarihinin alternatifinin yok olmasıdır. Tarihin sonudur. 

Fikrî estetik

Türkiye’de siyaset adamı tipi, rahmetli Necmeddin Erbakan ile seyretmesi gereken irtifayı bulmuştu. Bu tipin, siyasetten değil davadan, fikirden, estetikten, idealden beslendiğini görmek gerekir. Erbakan, siyaset yaptığı zamanın siyasetine benzemeyi reddetmiş ve tarihin içinden getirdiği ideali, yaşanan zamanda temsil etmeyi seçmiştir. İşte tam da bu nedenle yaşanan zamanın zaten köksüz ve değersiz olan yapısı onu haklı çıkarmıştır. Doğru yerde durmaya devam edeni, devranın yalandan dümeni şaşırtıcı bir şekilde tebarüz ettirmiştir. Rahmetli Erbakan hakkında konuşmak, bir siyaset adamı hakkında konuşmak gibi değildir bu yüzden. Lakin ona duyulan “hayranlık”ın, Goethe’nin “Hayranlık, salamura edilip yıllarca muhafaza edebileceğin bir mal değil.” sözündeki gibi işliyor olması üzücüdür. Benzer durum Aliya İzzetbogoviç için de söylenebilir. Onlara duyulan hayranlık, belde belediye başkanı olmayı isteyenden bakanlık talep edene kadar içermesi gereken ideali, fikri, estetiği, davayı taşımakta mıdır? Tüm mesele buradadır. “Roma kültürsüz yüksek bir uygarlıktır” diyebilen Aliya ile “Gizli Dünya Devleti”ni cesaretle dillendirebilen Erbakan, uzun zamandır yağmakta olan bir yağmurla derece derece mahiyetinden, kaderinden uzaklaştırılan milletleri için çırpınıp durmuşlardır. Asla kolaya kaçmamışlar ve bugüne siyaset üretmekle kalmayıp gelmekte olan geleceğe de siyaset üretmeye çalışmışlardır. 

Bugünün siyaset adamı, yağacak yağmurun halkı ne şekilde etkileyeceğini, onu nasıl dönüştüreceğini öngörmek, tedbir almak durumundadır. Türkiye, bu hususlarda esasen çok derin bir tecrübeye sahiptir. Yüzyıl önce İstanbul bilfiil işgal edilmiştir. 15 Temmuz’da da bu işgal yeniden prova edilmiştir. Tam kaybedecekken elde ettiğimiz bu iki zafer, bize estetiğimiz, fikrimiz ve onunla beraber işlemesi gereken siyasetimiz için çok şey söylemektedir. Siyaset adamı bir şair kadar kendi kendini durmadan tartıya vurmalıdır. Çünkü siyaset de şiir gibi bir alettir. Onun da, tıpkı şairinden bağımsız hırsları olan şiir gibi, siyaset adamından bağımsız olan hırsları vardır. Müslüman bir şair olmanın tüm erdem ve sorumluluklarının idrakinde olan Cahit Zarifoğlu, bu kavranılması güç nokta için, Müslüman bir siyaset adamı olmanın erdem ve sorumlularını üstlenmek isteyen siyaset adamları için de örnek olacak şu enfes tespitleri yapar: “Şairler olmasaydı, şiir üzerimizden aşar, hayatı besleyemez, seliyle öldürürdü. Şair, şiirin aleti olmalı. Çekici. Birbiriyle sahiplik ve uyum düzeni içinde çalışmalı ki şiirin zararlı tortuları yeryüzüne gelmesin. Çünkü onun bünyesinde de insandaki gibi ihtiraslar var biliyorum. Şair şiirin bu ihtiraslarını arkadaş edinirse, tahtını bırakıp bir sokak kadınının arkasından giden bir kral gibi halkının başını utanca eğdirir.” 

Şair ve siyasetçi

Siyaseti bir alet olarak görmeyip onun ihtiraslarına kapılanların durumu da aynı olacaktır. Onlar da halklarının başlarını eğdireceklerdir. Çünkü siyaset atını gemlemesi gereken kişi, fikir, estetik, ideal sahibi siyaset adamından başkası değildir. Siyaset adamı, siyaset ile, tıpkı şairin şiiri ile uyum ve denge içinde olduğu gibi, uyum içinde olmalıdır. Milletimiz, onu delirtecek yağmurlara müsaade etmediği kadar tahtını bırakıp sokak kadını kabilinden hırslara kapılıp gitmeyecek siyaset adamlarına layıktır. Rahmetli Aliya ve Erbakan’ın eserlerine hayranlığımızın turşusunu kurmayı bırakmak, onlara layık olmak anlamına gelecektir. Bu da fikrin, estetiğin, davanın, idealin iç içe geçtiği, kendini kınamayı de bilen bir neşve ile mümkün olabilir. 

@CelaliFedai