Hazır ol cenge istersen sulh u salah!

Koray Şerbetçi / Yazar
27.01.2018

Türk askeri Suriye dahil olmak üzere Orta Doğu coğrafyasından Batılı emperyalistlerin ve bölgeden devşirdikleri işbirlikçilerin saldırılarıyla tam yüzyıl önce yani 1918’de çekilmişti. Çekildiğinden beri de bu beldeler huzur yüzü göremedi. Tarihin garip cilvesine bakın ki yüzyıl sonra Türk ordusu yine istikrarın kurucusu olarak bölgede boy gösterdi.


Hazır ol cenge istersen sulh u salah!

20 Ocak günü Türk Silahlı Kuvvetleri, sınırlarımızdaki teröristleri temizlemek ve tam bir kaos içinde bulunan Suriye topraklarına siyaseten soluk alınabilecek güvenli bir saha oluşturmak için “Zeytin Dalı” harekâtına başladı, tıpkı “Fırat Kalkanı” harekâtında olduğu gibi. Bu hamleler ister istemez tarihî bilinçaltımızda bir takım çağrışımlara neden oldu. Zira Türk askeri Suriye içinde olmak üzere Orta Doğu coğrafyasından batılı emperyalistlerin ve bölgeden devşirdikleri işbirlikçilerin saldırılarıyla tam yüzyıl önce yani 1918’de çekilmişti. Çekildiğinden beri de bu beldeler huzur yüzü göremedi. Tarihin garip cilvesine bakın ki yüzyıl sonra Türk ordusu yine istikrarın kurucusu olarak bölgede boy gösterdi. Şimdi tarihi hafızamızı biraz yoklarsak hem Türkiye hem de Suriye için Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı operasyonlarının ne anlama geldiğini daha netleştirebiliriz.

Türk askeri Suriye’den çekildikten çok değil iki yıl sonra Atlas Okyanusu’ndan Basra Körfezi’ne dek büyük Arap krallığı düşleri kuran Şerif Hüseyin ve oğullarına bağlı asi Arap kuvvetler İngiltere ve Fransa tarafından “satıldıklarını” anladılar. Her ne kadar kendini Suriye kralı ilan eden Şerif Hüseyin’in oğlu Faysal buna karşı çıksa da boşunaydı. Fransız General Henri Gouraud “Maysalun Savaşı”nda eski bir Osmanlı subayı olan Yusuf El-Azma komutasındaki Suriye kuvvetlerini yendi ve Şam’ı kolayca ele geçirdi. İşte rivayet olunur ki Şam›a giren Fransız komutan Henri Gouraud Selahaddin Eyyubi’nin mezarını tekmeleyerek, “Haçlı Seferleri şimdi sona erdi! Uyan, Selahaddin, geri geldik! Burada bulunmam, Haçın Hilal karşısındaki zaferini kutsuyor! demişti.

Fransız generalin bu sözü milletlerin kolektif bilinçaltının takvimdeki rakamların ya da devletlerin yönetim şeklinin ve isimlerinin değişmesiyle öyle bir çırpıda değişmeyeceğinin çok manidar bir kanıtıdır. Tıpkı Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Suriye’de bulunmasının gerekliliğinin de dünden bugüne gerçekleşmiş bir olay olmaması gibi. Suriye’ye ayak basan emperyal Batılı, yüzlerce yıl sonrasında bile hâlâ Haçlılık kavramına atıf yaparken bu toprakları 402 yıl idare etmiş Türk’ün burada oluşu hangi motivasyona karşılık gelmektedir, bir bakalım...

Hani çok eskiye gitmeyelim desek ve Selçuklu komutanı Atsız Bey’in 11. yüzyılda bu topraklara hakim olmasını ve Sultan Tutuş’un burada “Suriye Selçuklu Devleti”ni kurmasına hiç değinmesek bile en erken 16. yüzyılda Suriye’de Osmanlı hakimiyetinin kurulduğunu kimse görmezden gelemez.

Yavuz Sultan Selim’in Suriye’ye girişinin kısa vadeli gerekçesi tıpkı bugünkü gibi bir tehdit üzerineydi. Osmanlı Devleti’nin o devirde stratejik hedefi Safevi Devleti’ydi. Suriye’ye egemen Memlukler Safevilerle bir ittifak kurarak Osmanlı’ya güneyden ciddi tehlike oluşturmaktaydılar. Bunun üzerine 4-25 Ağustos 1516 tarihlerinde Yavuz Sultan Selim, güçlü bir orduyla, Memluk Sultanı Kansu Gavri’yi yenerek Halep’e girdi. Osmanlı ordusu Suriye’de ilerlerken ülkenin büyük kentleri Halep, Hama, Humus ve nihayetinde Şam birer birer eman ile alındı. Yani bu kentler Osmanlı bayrağına kapılarını direnmeden açtılar. Çünkü Anadolu’dan gelen bu kuvvetin Suriye’ye huzur ve istikrar getireceğini sezmişlerdi. Öyle de oldu. Osmanlı egemenliğiyle Suriye’de tam dört asır her dinden ve etnisiteden herkesin sükûnetle ve uyumla yaşayacağı bir döneme başladı. Suriye’de Osmanlı adalet düzenini tesis eden Yavuz Sultan Selim, bugün Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı operasyonlarının da temel fikrini “Hazır ol cenge istersen sulh u salah!” ifadesiyle yüzyıllar öncesinden adeta bize seslendirir gibiydi.

Napolyon’un Suriye planı

Tabi elbette bu uyum ve huzuru bozmak isteyenler oldu. En bilinen saldırı da ünlü Fransız mareşal Napolyon Bonapart’tın saldırısıydı. İhtilalden sonra Fransız hükûmetinin kendisine verdiği görevle önce Osmanlı hâkimiyetindeki Mısır’ı işgal etti. Kendisini yeni bir “Büyük İskender” olarak gören Napolyon, stratejik değeri büyük olan Suriye’yi işgal etmek istedi. Çünkü Suriye; Akdeniz çevresindeki Mısır, Anadolu, Arabistan ve Irak gibi dört büyük coğrafyayı bir merkez olarak birbirine bağlarken, bu bölgeler arasındaki ulaşım ve ticaret bağlantısını da yapacak tek mevki durumundadır.

Kendi notlarında bugün de Batılı güçlerin taktiğine temel oluşturacak planıyla emelini şöyle dile getiriyordu Napolyon: “Türklerin elindeki bütün limanları alalım. Suriye Hıristiyanlarını silahlandıralım ve Osmanlı topraklarında karışıklıklar çıkaralım. Akka Kalesi’ni alabilirsek, Mısır kamuoyu bizden yana dönecektir. Haziran’a kadar Şam’a varmış oluruz. İleri karakollarımız Toroslar’a kadar sokulur.”

Ama olmadı, seksen yaşını geçmiş Osmanlı komutanı Cezzar Ahmet Paşa’nın iradesine çarptı. Böylece Napolyon ilk yenilgisini tadarken, Suriye’de batılıların çıkarmak istedikleri kaos ateşini yine Türkler söndürmüş oluyordu.

Dünyanın küresel bir savaşa tutuştuğu I. Dünya Savaşı’nın ana konusu içinde bulunduğu ve Osmanlı egemenliğinde olan Orta Doğu topraklarının emperyalistlerce bölüşülmesiydi. 1918 yılında İngilizler ve yerli işbirlikçilerinin saldırısıyla Osmanlı kuvvetleri Suriye’den adım adım Anadolu’ya kadar çekilmek zorunda kaldı. Fakat bu dönemde Suriye’nin kuzeyinde yaşananlar yıllardır Türk kamuoyundan adeta saklandı desek abartılmış olmaz. Zira bu sırada şimdi bizim Suriye’nin kuzeyi dediğimiz bölgeleri kaybetmemek için büyük bir mücadele verilmişti. Kuzeye çekilen Yıldırım Orduları karargahı Kilis’e taşındı. Mustafa Kemal Paşa’nın emriyle Mehmetçik 7. Ordu İskenderun ve kıyılarıyla birlikte Reyhanlı, Kırıkhan, Belen, Der el Cemal, Tel el Rifat, Antakya ve doğuya uzanarak genel hattını korumaktaydı. 26 Ekim 1918 günü Türk kuvvetlerinin bölgeyi bıraktığını sanan Arap ve İngilizler, saldırıya geçtiler. Belki de hiç bahsedilmeyen Katma Meydan Savaşı’nda İngiliz Süvari Ordusu ve silahlı Arap çeteler darmadağın edildi ve 1. Dünya Savaşı’nın son muharebesi kazanıldı! Mustafa Kemal Paşa’da Suriye’nin kuzey sınırını Lazkiye’den Han Seyhun’a bağlayan çizgi ve doğusu olarak belirledi. Sizi şaşırtmasın, işte Türk Silahlı Kuvvetleri’nin bugün operasyon yaptığı bölgeler bu çizginin kuzeyinde kalmaktadır. Hatta öyle ki Mustafa Kemal Paşa’nın çizdiği sınıra göre Halep kenti bile Türkiye sınırları içinde kalıyordu.

Tabi yine Türk kamuoyuna bu bölgeyle ilgili bildirilmeyen bir hadise de Milli Mücadele sırasında Kuvayi Milliye’nin faaliyetlerinin etkinlik sahası içinde olduğudur. Bugüne dek Anadolu’nun güneyinde Kuvayi Milliye’nin etkinlik sahasının yalnızca Urfa, Antep ve Maraş olduğu söylendi. Ama 14 Mayıs 1921 senesinde Kuvayi Milliyeciler El Bab’ı Fransız işgalinden kurtarırken; Halep, İdlib, Azez, Münbiç, Cerablus ve Afrin gibi bugün adları yeni yeni televizyonlardan duyulan beldeler, Türkiye’ye olan bağlılıklarını tüm dünyaya ilan ediyorlardı. Çünkü bu sahalar TBMM’nin çizdiği Misak-ı Milliye dahildi.

Yine aynı yıl Fevzi Paşa aynı tarihte bu nedenle TBMM kürsüsünden şöyle sesleniyordu genel kurula: “Düşman kuvvetlerini Antep önlerinden dağıtmak için Rakka, Münbiç, El-Bab taraflarından Halep’in doğu ve batı yönlerine kadar olan bölgeyi kontrol altına aldık.”

Bugün Mustafa Kemal Atatürk’ü ve Millî Mücadele’yi siper edinerek Türk milletinin değerlerine ateş edenler, Türkiye’nin Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı operasyonları ile müdahale ettiği sahaların Milli Mücadele’nin mimarları olan Mustafa Kemal Paşa ve Fevzi Çakmak için ne kadar önem taşındığından bile haberdar değillerdir maalesef.

Sözün kısası, Suriye’de Türkiye’nin varlığının ne anlama ifade ettiğinin ve Zeytin Dalı Operasyonu’nun hangi tarihsel gerçeklikten beslendiğinin en önemli kanıtı belki de 24 Nisan 1920’de TBMM’ye yazılan bir mektupta gizlidir. Henüz iki yıl önce İngiliz general Allenby ile kol kola Türklerle savaşarak Suriye’de krallık ilan eden Şerif Hüseyin’in oğlu Faysal’ın, yazdığı mektupta büyük bir pişmanlıkla Türkiye’ye; “Bir millî mücadele veriyorsunuz bizi millî mücadelenize alın biz de gerçek istikrara kavuşalım” önerisinde bulunması, sanırım yukarıdaki sorunun cevabı olarak başka söze gerek bırakmayacaktır.

Şimdi acaba “ Kalk ey Allenby ve Henri Gouraud! Biz geri geldik ki sizin yüzyıldır Suriye’de yaktığınız fitne ateşini insaniyet ve istikrarla söndürmeye” demenin vakti geldi mi?

[email protected]

MUSTAFA KEMAL’iN TÜRKiYE VE SURiYE iÇiN PROJESi NEYDi?

“Herhalde Suriyeliler herhangi bir yabancı devletle ilişkilerinin kendileri için sonuçta esaret olacağına kanaat getirdiler. Bundan dolayı bize yöneldiler. Bizim karşılığımız şöyleydi:  Dedik ki, birlik, kuvvet teşkil edeceğinden bütün âlem-i İslam’ın manen olduğu gibi maddeten de müttefik ve birlik olmasını şüphe yok ki büyük memnuniyetle karşılarız ve bunun içindir ki bizim kendi sınırlarımız içinde bağımsız olduğumuz gibi, Suriyeliler de sınırları içinde ve milli hakimiyet esasına dayanmak üzere serbest ve bağımsız olabilirler. Bizimle ittifakın ötesinde bir şekil, ki federatif yahut konfederatif denilen şekillerden birisiyle irtibat kurabiliriz. Ahali bunu arzuları ötesinde lehlerinde görmüş olacaklar ki Emir Faysal milletin bu arzusu karşısında kendi emellerinin sarsılmakta olduğuna vakıf oldu ve müracaatları bunun üzerine oldu. Ahalinin bu arzusu eyleme dönüştü.”

Mustafa Kemal Atatürk, TBM M Gizli Celse Zabıtları, 24 Nisan 1336 (1920), cilt I, 2. in’ikat - 4. celse

CEZZAR AHMET PAŞA’NIN SURiYE SAVUNMASI

Napolyon Suriye’yi işgale giderken Yafa şehrini kuşatır. Şehrin teslim edilmesi halinde esirlere bir kötülük yapmayacağı sözünün verilmesi üzerine şehir teslim olur. Fakat Napolyon sözünde durmaz ve dört bin Osmanlı askerini Ramazan Bayramı arefesinde kılıçtan geçirerek şehit eder. Ama Akka Kuşatması’nda büyük bir bozguna uğrayıp geri çekilince canlarını kurtarabilen Fransız kuvvetlerinden iki yüz kadarı ne yapacağını bilmez bir halde Akka içindeki büyük camiye sığınırlar ve ancak gün ağarıncaya kadar direnip sabaha teslim olurlar. Bu kadar büyük bir mücadeleden sonra, cami içinde esir alınan Fransızları, Napolyon’un Yafa’da yaptıklarına misilleme olarak kılıçtan geçirmek içten bile değildir. Fakat Cezzar Ahmet Paşa, görülmedik bir Osmanlı merhametiyle bu savunmasız askerleri serbest bırakır.

Kaynaklar:

Süleyman Hatipoğlu, Filistin Cephesi’nden Adana’ya Mustafa Kemal Paşa, Yeditepe Yayınları

Ömer Osman Umar, Osmanlı Yönetimi ve Fransız Manda İdaresi Altında Suriye,

Atatürk Araştırma Merkezi

Müneccimbaşı Tarihi, Cilt I-II

Ziya Şakir, Türkler Karşısında Napolyon,

Akıl Fikir Yayınları

TBM M Gizli Celse Zabıtları, 24 Nisan 1336 (1920), cilt I, 2. in’ikat - 4. celse