HDP ne yapmak istiyor?

Yunus Akbaba / Yazar
10.01.2015

Türkiye’nin demokratikleşmesi argümanını Batı’da dilinden düşürmeyen bir HDP mi, yoksa bölgede “kendi örgütünün ancak mahalli komisyonu” kadar olan yapılara dahi tahammül edemeyen bir örgüt mü? Kısacası, “Türkiye’nin demokratikleşmesi” Kürtlerin anlam dünyasında hâlâ bir şeyler ifade ediyorken, HDP’nin gerçekten ne istediğine karar vermesi gerekiyor.


HDP ne yapmak istiyor?
HDP, 2015 Genel Seçimlerine parti olarak mı girecek, yoksa bağımsız adaylarla mı? Parti olarak girerse bir seçim ittifakı yapacak mı, yoksa büyük bir risk alıp tek başına mı barajı aşmayı deneyecek? Bu soruların cevaplarının ciddi bir siyasi sonuç doğuracağı muhakkak, fakat tam da bu hengâmenin ortasında gizli duran bir soru yanıtlanmayı bekliyor: HDP ne yapmak istiyor? Çözüm Süreci atılan ve atılacak yasal adımlarla rayına otururken, yani silahın Kürt meselesinin çözümünde birincil faktör olduğuna yönelik algının peyderpey kırıldığı bir bağlamda, söylemsel olarak kendisini zamanın ruhu ve temsil ettiği değerlerin merkezinde gören HDP ile Lice’de, Kobani kuşatması sonrasında bütün bölgede ve son olarak da Cizre’de yaşanan olayları nasıl birlikte düşünebiliriz?HDP’nin ikircikli bir ruh hali içinde ‘ne o ne bu, hem o hem bu’ şeklinde özetlenebilecek bir siyaset yürüttüğü iddia edilebilir. Bu kapsamda, HDP’yi ‘seçim barajı gibi biçimsel bir olgu’dan ziyade ‘bütünlüklü ve inşacı bir siyaset’ izleyememesinin önündeki yapısal engellere odaklanarak irdelemek gerekiyor. HDP’nin geleceğini belirleyecek en önemli faktör kuşkusuz Çözüm Süreci. Bu kapsamda bir değerlendirme yapmak gerekirse, Kürt meselesinin son kırk yıllık dönemine bakıldığında, açık bir kimlik meselesine dönüştüğünü söylemek yanlış olmaz. Bu durumda teorik olarak çözümün adresi Türkiye’nin daha fazla demokratikleşmesinden geçiyor. Peki, bu yeterli mi? Kimse bugün itibariyle bu soruya “evet” cevabını veremiyor. Zamanında içine sıkışılan silahlı çözüm senaryoları ve aktör problemi nedeniyle çözüm için adım atılamazken, tam da paradigmanın değişiminde yol kat edildiği bir dönemde, karşımıza tekrar statü problemi çıktı. 
 
Çözümün geleceği
 
Oysaki süreci başlatan en başat dinamik, hareketin kayıtsız şartsız herhangi bir statü talebinde bulunmayacağı ve PKK’nın silaha veda edeceği garantisini vermiş olmasıydı. Bugün geldiğimiz noktada ne PKK “tamamen silah bırakacağım” diyor ne de statü talebinden vazgeçiyor. Bu iki veriyi de hareketin tabanını diri tutmaya yönelik söylemler olarak değerlendirsek bile, fiili durum başka bir sonuç ortaya koymuyor. Barışa her zamankinden daha yakın olduğumuza inandığımız bir dönemde şehirlere kazılan hendeklerle birlikte yaşanan olaylar, Çözüm Süreci için kazılan bir mezar işlevi görüyor. Cizre gibi bir ilçeden yüzde 80’in üzerinde oy çıkaran hareket, aynı ilçede hendekler kazıp ‘kurtarılmış bölgeler’ kuruyor ve bu durumun rasyonalitesi kimse tarafından sorgulanmıyor. Öte taraftan ise İmralı görüşmeleri hız kesmeden devam ediyor ve sürece yönelik kararlı adımların planlaması yapılıyor. Çözüme yönelik yasal düzenlemelerden yerel yönetimlere birçok maddede reform hazırlığı yapılıyor. Kısacası; hareketin oyalama, infaz, katliam, soykırım gibi ardına sığındığı bütün kavramsal argümanlarla Kürtçeye rahatlıkla tercüme edilebilen JİTEM’den Özel Harp Dairesi’ne, Hizbul-Kontra’dan koruculuk sistemine bütün senaryolar boşa çıkıyor. Türkiyelileşen HDP sürece dört elle sarılırken, Kürdistanlılaşan HDP sürece burun kıvırıyor.Bir taraftan il kongreleriyle tabanını seçim atmosferine sokabilmeyi başaran parti, bu performansı sayesinde bir taraftan Türkiye’ye hitap edebilecek bir konuma yaklaşırken, Cizre özelinde 90’ların hafızasını tazelemeye devam ediyor. Nedenleri ortada olan gelişmeleri “provokasyon” gibi bir ‘boş gösteren’le açıklamak artık kâfi gelmiyor. Medyayı oldukça meşgul eden polis aracını molotofla vurma görüntüleri, HDP’nin siyasi bakiyesi açısından izahı zor bir irrasyonaliteyi işaret ediyor. Peki, HDP’nin şiddet ve güç kullanma ile anılmasına yol açan olaylar neden kaynaklanıyor?
 
Kısaca özetlemek gerekirse, Kürt hareketinin siyaset yapma tarzı topluma sirayet ediyor ya da toplumun öğrenilmiş davranışları HDP’nin siyasetini belirliyor. İki önerme de ortada sağlıksız bir durumun olduğunu işaret ediyor. 6-8 Ekim olaylarında ayyuka çıkan, Cizre’de şimdilik dört cana mal olan gelişmeler hareketin bir iş bitirme tekniği olarak şiddet/güç kullanımını kanıksadığını gösteriyor. Bu öğrenilmiş davranış üç-beş sene önce “taş atan çocuklar” naifliği ile o çocukları hapse tıkarak ıslah edebileceğini düşünen iki uç yorum arasındaki anlaşmazlık sonucunda bugün karşımıza hendek kazan gençler olarak çıktı. Kısacası, Kürt meselesinin hâlâ silah ile anılıyor oluşundan kaynaklı problemler yerli yerinde duruyor. Savaşın artık Kürtlerin ufkundan çıktığı, şiddet temelinde örgütlenmeyen bir toplum gayreti ufukta görünmediği sürece de, ne sürecin ne de HDP’nin anlamlı bir yere gelemeyeceğini görmek gerekiyor. Kobani eylemlerinin dünyanın ve Kürdistan’ın dört bir köşesinde yapıldığı halde neden sadece PKK’nın örgütlediği olaylar sonucunda 49 kişinin öldüğü gerçeği bu durumun kristalize olmuş haliydi aslında. 
 
Kurumsallaşmış güç
 
İleride yaşanabilecek bir kriz döneminde şiddetin son derece kitlesel bir şekilde yaşanabileceğini gösteren bu olaylarda sorumluluk üstlenmeden topu taca atan yaklaşımın sorunlu tarafları masaya yatırılmadı. Nasıl olsa IŞİD destekçiliğiyle, küresel terör sempatizanlığıyla, kontra güçlerin hamiliğiyle kolayca suçlanabilecek bir iktidar, medya tarafından her zaman satın alınabiliyorken, hareket yaşanan trajedide zerre sorumluluk üstlenmeden garip bir şekilde ahlaki üstünlüğü de elinde tutmuş oluyor. PKK çeperindeki medyanın da katkısıyla katmerleşen kemikleşmiş şiddet kullanımı, HDP’nin hanesine yazılmaya devam ediyor.
 
HDP’nin ikircikli siyasetini yansıtan bir diğer olgu da bölgedeki diğer Kürt aktörleri ile girdiği ilişki. HDP Eş Başkanı Selahattin Demirtaş, Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın HAK-PAR ve HÜDA-PAR’ı ziyaretleri için “görüşmeleri takip ediyoruz ama hepsini toplasanız bir tane HDP’nin mahalle komisyonu etmeyecek partilerle derin görüşmeler yapıyorlar” demesiyle en hafif ifadesini bulan hareketinin bölgede takındığı hükmedici tavır, gündelik hayatta karşımıza Lice ve Cizre olarak çıkıyor. İzmir-Antalya mitinglerindeki söylemlerinde özgürlükçü bir hareket görüntüsüne yaslanan HDP, aynı saatlerde Kürt illerinde faaliyet gösteren diğer Kürtlere nefes aldırmıyor. Nihai kertede, HDP bir taraftan kendisini Türkiye’ye mal etmeye çalışırken, diğer taraftan PKK’dan kalma bakiye ile ‘Türkiye’nin muhalefet gücü’ olmaktan ziyade ‘Kürdistan’ın iktidar gücü’ olarak kendisini konumlandırıyor. Kısacası, HDP ne kadar Türkiyelileşirse, PKK da o oranda Kürdistanlaşıyor ve maalesef HDP PKK’nın ekseninden çıkamıyor. “HDP nerede bitiyor PKK nerede başlıyor?” sorusunun anlamsızlığı bir tarafa, yine Öcalan’ın çağrısıyla toplanan ve bölgede seküler kodlarla siyaset yapan HDP’nin geçen yıl topladığı Demokratik İslam Kongresi, 6-8 Ekim olaylarında HÜDA-PAR’lıların katledildiği formülde nötralize ediliyor. Türkiyelileşmenin yanında devreye sokulan bölgedeki dindar Kürtleri kazanma dinamiğinin en önemli adımlarından biri olan İslam ile barışık olma hali, IŞİD sonrası senaryoda kendisini Batı’ya pazarlayan hareketin taktiksel olarak geri çektiği adım olarak kayıtlara geçmiş bulunuyor. HDP bir müddet daha İslam ile barışmayacak. Zira Demirtaş, Van il kongresindeki konuşmasında, yeni yılın ilk bebeğinin çarşaflı annesine hakaret etmesinin ardından Barış Atay’a yönelik yapılan lincin(!) kabul edilemez olduğunu söyleyerek bu yöndeki algıyı kuvvetlendirdi.   
 
Son olarak, hareketin Türkiyelileşme ile Kürdistanlaşma arasında yaşadığı ikilemi belirtmek gerekiyor. Kürt siyasal hareketi, Kürt kimliğini son 40 yıl içerisinde muazzam bir dönüşüme tâbî tuttu. Kürdistanlaşma olarak da okunabilecek bu dinamik bölge ile olan bütünleşme, teknolojik ve ticari ilişkilerin gelişmesi ile sosyolojik bir durum yarattı. Kobani’de yaşanan IŞİD kuşatmasına verilen tepkiler bu durumu özetler nitelikteydi. HDP’nin Batı’da ‘Türkiye’den kopmadan’ Doğu’da ise ‘Türkiye’ye rağmen’ olarak özetlenebilecek bu ikircikli ruh hali aslında yeni bir mefhum değil. Cumhurbaşkanlığı Seçiminde de Doğu’ya farklı Batı’ya farklı mesaj ve siyaset üzerinden şekillenen bu tutum, etkili bir sonuç vererek Demirtaş’ın oylarını yüzde 10 bandına çekti. Aynı stratejinin bu seçim kampanyasında da uygulanacağını kestirmek zor değil.Fakat bu tutum, ‘seçim kampanyası’ deyip geçiştirilecek kadar masum bir tavır değil. Bu siyasi tavır geri planda sosyolojik bir durum oluşturuyor. 
 
Hangi HDP?
 
Özellikle Cizre ve benzeri olaylarla kristalleşen bu olgu, HDP tabanında Türkiye’de Türklerle bir arada yaşama isteğini törpüleyen bir işlev görüyor. Abdullah Öcalan’ın süreçle birlikte ön plana çıkardığı Türkiyelileşme mefhumu ‘Kürdistani’ denilen bir diğer olgu ile nötrleniyor. Başka bir deyişle, Kürtlerin Türkiye’ye yayılmış olma hali ya da HDP’nin Türkiyelileşme nosyonundan bağımsız bir şekilde bölgede farklı bir siyasi ve sosyolojik atmosfer oluşuyor.Son kertede, HDP’nin ikircikli ruh hali ileride onulmaz sosyolojik sıkıntılara yol açmadan hareketin sağlıklı bir tahlille geleceğini belirlemesi gerekiyor. “Hangi HDP?” sorusunun cevabı; Çözüm Süreci’nin işleyişinden memnun olup ona göre siyaset belirleyen bir hareket mi, yoksa süreci bir oyalama olarak tabanına sunan bir örgüt mü? Türkiye’nin demokratikleşmesi argümanını Batı’da dilinden düşürmeyen bir HDP mi, yoksa bölgede “kendi örgütünün ancak mahalli komisyonu” kadar olan yapılara dahi tahammül edemeyen bir örgüt mü? Kısacası, “Türkiye’nin demokratikleşmesi” Kürtlerin anlam dünyasında hâlâ bir şeyler ifade ediyorken, HDP’nin gerçekten ne istediğine karar vermesi gerekiyor.